İçinde bulunduğumuz âlemin büyüklüğü hakkında bir fikir vermek için şunu belirtelim: En yakın yıldızın ışığı, dünyamıza 4,3 senede gelir. Işığın bir saniyede üç yüz bin kilometre hızla gittiğini düşünürsek, yaklaşık dört buçuk senede kaç kilometre gittiğini rakamla gösterebiliriz, fakat bu rakamı okuyamayız. Bu büyük rakamlara astronomik rakamlar denmiştir. Astronomideki rakamlar, matematiğin sınırları dışına çıkar, biz onları yazar, görürüz, fakat okuyamayız. Üslü değerlerle ifade etmeye çalışırız. Fakat bu üslü değerler, sonu sıfırla devam eden rakamlar için geçerlidir.
Böyle olmayıp da üslü okunamayan, sıfırdan hariç 25 rakamı arka arkaya dizelim ve meydana gelen rakamı okumaya çalışalım. Okuyamayacağız. İşte insanın aklı ve bilgisinin ne kadar sınırlı olduğu buradan bile anlaşılabilir. Henüz matematik rakamlarını okuyamayan insan, her şeye aklı ereceğini, söz gelimi aklının ermediği veya almadığı gayb âlemini, hatta uzayla ilgili dünya semasının -ki ondan başka altı kat gök daha vardır- derinliklerini ve tüm sırlarını çözemez.
Öyle ise, bir insanın aklının varacağı en son tekâmül çizgisi, kendi anlayışının sınırlarını tayin etmekten, acziyetini kabul etmekten ibarettir. Demek ki insan, bazı şeyleri bilemeyecektir. Biz bilmiyorsak, her şeyi bilen vardır. Bizim okuyamadığımız rakamlarla astronomik cisimleri tertip eden ve tanzim eden vardır. Bilmediğimizi bileni, yapamadıklarımızı yapanı bilmek, insanca bir harekettir. (3)
Galaksiler Ve Samanyolu Galaksisi
Güneş, ismine Samanyolu galaksisi denilen ve içinde güneş gibi 200.000.000 yıldız barındıran çok büyük, çok çok büyük bir yıldız adasındadır. Sürdürülen bir seri çalışmalar ve gözlemler sonucunda Samanyolunun spiral-disk şeklinde bir yapıya benzediği; uzunluğunun 100.000 ışık yılı, genişliğinin de 30.000 ışık yılı olduğu uzmanlarca bugün kabul gören çarpıcı bir gerçektir. Gökbilimcilerle uzay fizikçileri, bu çarpıcı sonuç karşısında, gözlerini dehşetle açarak bu korkunç büyüklüğü idrak edememenin idraki içinde kalmışlardır. Bu, gerçekten muazzam ve muhteşem bir değerdir. Işık, bir yılda 9.460.000.000.000 (yani; 9,46 trilyon) kilometre yol alır.
Işığın bir yılda aldığı yolun 100.000 kat fazlası olan km. karşılığıdır ve bu uzaklık, sadece içinde bulunduğumuz galaksinin boyunu ifade eder. Artık bundan sonra, kilometre cinsinden uzaklıklar da, rakamlar da yetersiz kalır; milyar, trilyon, kentilyon... derken sayılar bile bitip tükenir hale gelir. Galaksimiz, kendi merkez ekseni etrafında tam bir dolanımı 225 milyon yılda tamamlar. Bunun için de, saniyede 250 km.lik bir harekete sahiptir.
Acaba, evrende bizim Samanyolu'ndan başka galaksiler de var mıdır? Bu soruya cevap arayan bilimciler, dünyamıza en yakın bir yıldız topluluğu olan ve ismine de Andromodea denilen bir galaksi buldular. Onun ışığı da bize 2,5 milyon yılda geliyordu. Bu şu demektir: Eğer biz "şimdi" bu galaksiyi gözlersek, onun "şimdiki" halini değil; 2,5 milyon yıl önceki durumunu gözlüyoruz demektir. Bu gerçeğin tersi de doğrudur. Bu galaksiden "şimdi" uzaya yayılan ışınlar, bizim dünyamıza 2,5 milyon yıl sonra ulaşmış olacaktır.
Uzayda galaksileri saymaya kalkışmak, ünlü deyimle pöstekideki (hayvan postundaki) tüyleri bir bir saymak demektir. Buna rağmen bilimciler, bazı örnekleme metotlarını geliştirerek, evrende 200.000.000.000 galaksinin mevcudiyetine inanmaktadır. Işığı bize 5 milyar, 10 milyar yıl sonra gelen yıldız topluluklarının varlığı karşısında uzmanların nasıl hayret ve hayranlık içinde kaldıklarını belirtmeye gerek yoktur. Geçen yıllarda, ışığı bize 14 milyar yıl sonra gelen ve ismine de Kuasar adı verilen, çok yüksek enerjiye sahip gök cisimleri keşfedildi.
Güneş sistemleri, galaksiler, meta-galaksiler, süper-diziler ve âlemler gibi, bütün bu evrenler, -ki 18.000 âlemin mevcut olduğu rivayet edilmektedir- Kur'an'da bildirilen aşağı semayı, (dünya semasını, birinci kat göğü) teşkil etmektedirler. Diğer altı gök tabakasını, onların üzerindeki kürsi ve arşı da mahiyet olarak bilememekte ve inanmaktayız.
"Allah, O'ndan başka ilah yoktur... Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur... Onun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O, yücedir, büyüktür. ” (2/Bakara, 255)
Fezanın Kısmî Fethi
Dünyanın çevresinde ilk insanın uçmaya başladığı 1961 yılından önce yaşayan müfessirler, tefsirlerinde insanoğlunun bu harikulâde olayını nakledememişler ve Kur'an'ın bu konuya dair beyanlarının tefsirini de açık bir şekilde yapamamışlardır. Ancak bu olaydan sonradır ki, pek çok İslam âlimi, bu konuyu ele almış ve önemli bazı açıklamalarda bulunmuştur.
Zira diğer bazı keşif ve olaylar gibi, bu olay da, eskiden beri mahiyeti anlaşılamayan ve sadece Arapça kelime karşılıkları verilen bazı ayetlerin mahiyetini daha iyi açıklayıcı bir unsur ve etken olmuştur. Şayet geçmiş asırlardaki insanlar, gelecekte insanların fezaya çıkacaklarını söyleselerdi, şüphesiz o asırdaki insanlar, bunun bir hayal olduğunu zannederlerdi. Ne var ki, Kur'an, bunu bize bin dört yüz sene önce haber vermiş ve insanoğlunun fezaya çıkabileceğini ve aya ulaşabileceğini de bize açıklamıştır. Kur'an'da bu konuya işaret eden ayetlerin belli başlıları şunlardır:
"Ey cin ve ins cemaatı! Eğer göklerin ve yerin etrafından çıkmağa gücünüz yetiyorsa çıkın. (Fakat Allah'ın vereceği) bir sültân (kuvvet) olmadıkça çıkamazsınız. " (55/Rahman, 33)
"Eğer gücün yetse onlara bir mucize getirmek için bir menfez bularak yerin altına girer veya bir merdiven bulup göğe çıkardın." (6/ En'âm, 35)
"Allah, hidayetini dilediği kimsenin göğsünü, İslam için açar. Dalâlete düşürmek istediğinin kalbini de öyle dar ve kasvetli eder ki, iman ona göğe çıkmak kadar zor gelir.” (6/En'âm, 125)
"De ki: Göklerde ve yerde olan şeylere bakın." (10/Yûnus, 101)
"Biz onlara, dış âlemde ve kendi nefislerindeki ayetlerimizi yakında göstereceğiz." (41/Fussılet, 53)
"Eğer onlara gökten bir kapı açsak ve oradan yukarı çıksalar 'gözlerimiz iyi görmüyor, belki de biz büyülenmişler topluluğuyuz' diyeceklerdir." (15/Hicr, 14-15)
Bu ayetleri, özellikle 55/Rahman suresinin 33. âyeti, insanların fezaya çıkabileceklerine, aya ve diğer yıldızlara ulaşabileceklerine işaret etmekte; bu ayette geçen "sültân” kelimesi de bu gerçeği ifade etmektedir. Pek çok tefsirde, "sültân” kelimesine; güç, kuvvet, zorla istediğini yapma ve yenme anlamları verilmiş, ancak bu güç ve kuvvetin mahiyeti hakkında da tabiatıyla herhangi bir bilgi verilememiş ve açıklama da yapılamamıştır. Bununla beraber, bu ayetteki ifadeden bazı müfessirler, insanların fezaya çıkamayacakları anlamını çıkartmışlar; bazı müfessirler de, bir güç ve kuvvet yardımı ile fezaya çıkılabileceğini prensip olarak kabul etmekle birlikte, bunun insanlar için mümkün olamayacağını söylemişlerdir. Zira bunlara göre, bu fezaya çıkma işi, nasıl mümkün olacaktır?
Bu kendileri için çözülmesi gereken bir problem ve bir istifhamdır. Bu problem çözülmedikçe, bu ayetten anlaşılabilecek mana, ancak olumsuz olabilecektir. Nitekim, bu problem, insanoğlunun fezaya çıkışı ve aya ulaşması ile çözümlenince bu ayet, bazı İslam âlimlerince olumlu anlamda yorumlanmış ve neticede bu ayetin, insanların fezaya çıkabileceklerine ve aya ulaşabileceklerine işaret ettiği söylenmiştir.
Aslında Kur'an'da insanların fezaya çıkamayacakları ve aya ulaşamayacaklarının imkânsızlığı değil; bilâkis insanların bu durum ve şekliyle çıkamayacakları, bunun tam aksine birtakım güç ve kuvvetler yardımıyla ("sültân"la) fezaya çıkabilecekleri mümkün olduğu ifade edilmiştir. Nitekim zikredilen diğer ayetlerde de fezaya çıkma ile ilgili bilgiler kullanılmaktadır.
Gerçekte Kur'an, insanoğlunun bu konuda da çalışmasını emretmiş, çalışma ve ilim vasıtasıyla birçok şeyin yapılabileceğini ve bunun da imkân dahilinde olduğunu belirtmiştir.
Kâinatın Nizamı, Muhteşem Sistem
Üzerinde yaşadığımız dünya ile güneş sistemi ve diğer bütün yıldızlar arasında ince bir âhenk ve eşsiz bir uyum mevcuttur. Öyle ki, yeryüzünün ölçü ve nisbetlerinden herhangi birinde meydana gelecek en küçük bir değişiklik ihtimali bile yalnız dünyayı değil; bütünüyle hayatı kökten mahvedecek ve yaşanmaya elverişsiz bir hale getirecek durumdadır.
Dünyanın hacmi, kütlesi, güneşten uzaklığı; güneşin kütlesi, ısı derecesi, dünyanın kendi ekseni üzerindeki ölçülü eğikliği, hem kendi yörüngesinde, hem de güneş etrafındaki seyir hızı; ayın dünyadan uzaklığı, hacmi ve kütlesi; karaların ve denizlerin dünya üzerindeki dağılımı ve daha binlerce ölçü ve oranlar, kâinattaki mevcut nizam ve dengenin varlığını açık bir şekilde ifade etmektedir. Kur'an'da bu gerçekler, şöyle ifade edilmiştir: "Gerçekten biz, her şeyi bir takdir ile (ölçüyle) yarattık." (54/Kamer, 49). "O'nun katında her şey, bir ölçüye tâbidir. ” (13/Ra'd, 8)
Allah, bu dünyada her şeyi bir ölçüye tâbi kılmıştır. Oksijenin havada % 21 nisbetinde olduğunu biliyoruz. Şayet bu oran, % 50'ye çıksa idi ne olurdu? Dünyada bulunan her şey, ilk kıvılcım ile tutuşurdu. Hatta bir ağaca isabet eden kıvılcım, sadece o ağacı değil; hemen bütün bir ormanı tutuştururdu.
Yer küresi kendi ekseni etrafında her 24 saatte bir dönüş yapar. Yani dünyamız saatte 1600 km. civarında bir hıza sahiptir. Şimdi farzedelim ki o, saatte 160 km.lik bir hızla dönüyor, niçin olmasın, o takdirde gece ve gündüzümüz şimdi olduğundan 10 kat daha uzun olacaktır. Bu durumda yaz mevsiminin kızgın güneşi, her gün, bitkilerimizi yakacak, geceleyin de yeryüzündeki bütün bitkiler soğuktan donacaktır.
Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi alt üst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Mesela dünya yörüngesinde normalden fazla veya eksik 3 milimetrelik bir sapma, bakın nelere yol açabilirdi? Dünya güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2,8 mm. ayrılır.
Dünyanın çizdiği bu yörünge, kıl payı şaşmaz; çünkü yörüngeden 3 mm.lik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu. Sapma, 2,8 mm. yerine 2,5 mm. olsaydı, yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık. Sapma 3,1 mm. olsaydı, hepimiz kavrularak ölürdük.
Her türlü hayatın gereği olan güneşin yüzeyindeki ısı, 12.000 fahrenhayt (Yaklaşık olarak 6.650 santigrat) derecedir. Dünyamız, güneşten, yeter derecede bizi ısıtabilecek kadar uzaktır. Bu mesafe, hayret verici bir şekilde sabit kalmaktadır. Milyonlarca yıldır, bu alanda meydana gelen değişiklik, bildiğimiz tarzdaki hayatın devamına zarar vermeyecek kadar az olmuştur. Şayet yer küresinin sıcaklığı bir yılda ortalama olarak 50 derece değişseydi, bütün bitkilerle birlikte insan da yanarak veya donarak ölürdü. (4)
Dünya, güneş etrafında saniyede 30 km.lik bir hızla döner. Bu hız, mesela saniyede 10 veya 70 km. olsaydı güneşe olan uzaklık veya yakınlığımız yaşamamıza engel teşkil ederdi.
Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi, mükemmel uyum içinde hem kendi etrafında, hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte dönerler. Hatta bazen 200-300 milyar yıldız bulunan galaksiler, birbirinin içinden geçip giderler. Mesela dünya, saatte 1670 km. hızla kendi ekseninde döner. Bugün en hızlı mermi, saatte ortalama 1800 km.lik sürate sahip. Dünyanın güneş etrafındaki hızı, bir merminin yaklaşık 60 katı, 108.000 km. (Bu hızda bir araç yapılabilseydi, dünyanın çevresini 22 dakikada dolaşacaktı.)
Bütün bunlar, bir ilahî kanun gereği olmaktadır. Bu kanun, bütün evrende hükmünü sürdürmektedir. Son derece bir nizam ve ölçüyle; Allah’ın ölçüsüyle.
İnsanın ne hâfıza yeteneği, ne algılama gücü ve ne de öğrenme kabiliyeti, evrenin tüm özelliklerini tam olarak kavramaya muktedirdir. Sürdürülen bir seri gözlemler, gözlemlerden elde edilen çarpıcı gerçekler, bu gerçeklerden açığa çıkan sonuçların matematik denklemlere yansıyan ifadeleri, bizi, şimdiye kadar kullana kullana alıştığımız ve şartlandığımız her türlü nitelik ve nicelikteki değerlerin ötesinde, öylesine derin anlamlara sürükler ki, bu derinliklerin yalnızlığında insan, hayret, hayranlık ve huşu ile ezilir; Yaratıcı'nın kudretinin büyüklüğü karşısında şükür secdelerine kapanır.
Çevremizde her an şahit olduğumuz olaylara sanki sıradan bir faaliyetmiş gibi dudak büker, bakıp geçeriz. Halbuki bütün bu işlemlerde son noktanın insanda düğümlendiğini anlamak, mutlulukların en büyüğüdür.
Tabiattaki her faaliyet, her işlem, her mekanizma, mutlaka insan içindir ve insanda nihayet bulacaktır.
Peki, her şeyin kendine hizmet ettiği insan, kime kulluk edip kimin hizmetine girmelidir? Sadece bakmasını değil; görmesini de bilenler için, ne kadar çok hikmetler, ibretler vardır. ”İnsanlara ufuklarda (dış dünyalarında) ve kendi nefislerinde âayetlerimizi (kudretimize delalet eden delilleri) göstereceğiz ki, onun (Kur'an'm) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (41/Fussılet, 53)
Aklını kullanmasını bilen bir kişi için, önce kendi varlığından ve öz benliğinden başlamak üzere, çevresindeki tabiat olaylarını anlamaya çalışmak ve gözlem çemberini genişleterek evrenin bütününü kapsayan bir zihin gücüyle bakıp görerek algılamak, tefekkür etmek, yüce bir Yaratıcı'nın varlığını idrak için yeterlidir.
Çünkü evrenin tamamını oluşturan atomik düzeydeki parçacıkların her biri ve bunlar arasındaki mevcut olağanüstü derecedeki sıkı ilişkiler, matematik prensiplere dayalı dantel misali örülmüş dayanıklı düzenlemeleri yasalaşmış örneklerini verirler.
Bu, öylesine âhenkli, muhteşem ve hârika bir nizamdır ki, burada tesadüflere yer yoktur. Her mekân ve zaman boyutunda olması gereken neyse o olur. Her şey ve her olay, kendi yerinde; nerede ve nasıl bulunması ve oluşması gerekiyorsa oradadır. Talih, şans, tesadüf, evrensel bütünlük içinde yer almaz. Olayların kendi tabii seyri içindeki akımı, üstün bir planlamanın bilimsel örnekleriyle doludur.
Canlı cansız, küçük büyük bütün yaratıklar, insanda hayret ve hayranlık uyandıracak kadar kapsamlı bir kâinat kitabının sayfalarını titizlikle hazırlarlar. Bu kitabın her satırında ve kelimesinde Allah’ın varlığına ve birliğine; ilim ve kudretine şehadet eden kesin deliller ve değişmez işaretler vardır. (5)
”Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah'ın her şeye gücü yeter. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı zikredip anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler, derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennemazabından koru.!” (3/Âl-i Imran, 189-191)
Kâinat Büyük, Ama Ekber Değil!
Maddî âlemlerin büyüklüğü, manevî büyüklük yanında cılız kalır. Buhari'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifteki cennet büyüklüğü de şükrümüzü daha arttıracak cinstendir: ”Cehennemden en son çıkacak ve cennete en son girecek olan (günahkâr mü'mine) verilecek ona özel cennetin büyüklüğü, dünya büyüklüğünün iki (veya diğer rivayette, on) misli kadar yer olacaktır.” (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 2, s. 844-846)
Diğer mü'minlere verilecek cennetlerin büyüklüklerini ve tüm cennetin (tabii - Allah muhafaza- cehennemin) büyüklüğünü tahmin etmek, bizim sınırlı hayalimiz için kolay olmuyor.
Büyüklük kavramı, özellikle maddî cisimler için izafîdir / görecelidir. Köyünden dışarı hiç çıkmamış bir çobanın büyüklük anlayışı ile, gök cisimlerinin ve fezanın büyüklüğünü yaklaşık olarak da olsa rakamlarla söyleyebilecek bir bilgin'in değerlendirmesi aynı olmayacaktır. Bir çocuğun gözünde babası, dev gibi büyük birisidir. Bir karınca gözünde, bir sinek veya böcek çok büyük bir devdir. Bizim anlayışlarımız da buna kıyaslanmalı. Kim bilir meleklerin büyüklükleri ne kadardır? Ama, şurası unutulmamalı ki, çok önem atfettiğimiz arabamız, evimiz, arsamız, fabrikamız... hiç de büyük değil; hele ekber hiç mi hiç değildir. Evrenin muhteşem büyüklüğü, bizi hayrete düşürebilir, ama bu konuda takılıp kalmak da çok yanlıştır. Uzay, kimilerinin zannettiği veya yanlış ifadelendirdiği gibi sonsuz, sınırsız, uçsuz-bucaksız değildir. Tüm yaratıklar gibi sınırlıdır, sonludur; büyüktür ama en büyük değildir.
Gök cisimlerinin, evrenin büyüklüğü, bize onları yaratanın büyüklüğünü, kudretini, ilmini... anlatmalı, yaratıklardan Yaratan'a uruc edip bağlanabilmeyi hatırlatmalıdır. ”Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı zikredip anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler, derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) ’Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.!” (3/Âl-i Imran, 191).
"İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır. ” (35/Fâtır, 28).
İnsan, yaratılandan Yaratan'a nüfuz edemeyince, gözlemi tefekküre ulaşamayınca, ilmi imanla bütünleşemeyince; ibadet etme ihtiyacını Allah'tan başka hayranlık duyduğu varlıklara yöneltip bazı cisim ve canlıları putlaştırma ahmaklığına düşmüştür. Bu putlaştırmalar içinde gök ve gök cisimleri büyük yer tutar.
Gök Cisimlerinin Putlaştırılıp Bâtıl Tanrı Kabul Edilmesi
Güneşe Tapılması:
İnsanlık tarihi, tevhid - şirk mücadelesinin tarihidir. İnsanların bir kısmı, tevhid çizgisinden ayrılmasa da, hemen her dönemde nice insan, çeşitli varlıkları Allah'a ortak koşmuş, Allah'ı bırakıp putlara tapmıştır. İlah yerine konulanlar içinde, tabiat güçleri ve varlıkları önemli yer tutar. Tabiattaki birçok varlık arasında, belki en geniş ölçüde tapınmaya konu olan mahluk güneştir. Eski Mısır, Asya ve Avrupa'da, Peru ve Meksika'da güneş kültüne çok rastlanır.
Mısır'da Râ, doğan güneş tanrısıydı. Daha sonra Mısır'da Akhanaton tarafından resmî din haline getirilen dinin (Aton dini) tek tanrısı, güneş yuvarlağını kişileştiren Aton idi. Evrensel güneş; sıcaklık, kâinatı aydınlatan ve canlandıran enerji vermesi, parlaklık, kudret, uzak olduğu halde ışıklarıyla yerde oluşu gibi özellikleriyle insanların ta'zimine hedef edilmiş olabilir. Hindistan'da Vedizm'de Surya, bir güneş tanrısıdır. Hintlilerde olduğu gibi İranlılara da mahsus bir güneş tanrısı olan Mitra (yahut Mithra), ışık ve hak tanrısıdır. Mani dininde, güneş ile aya dua etmek yer alıyordu. Cermenlerde ve Romalılarda da güneşe tapılırdı. Romalılarda güneş tanrısı "sol invectus (yenilmez güneş) için bir tapınak vardı. Şintoizmde güneş tanrısı olan Amaterasu, İdzanagi'nin sağ gözünden, ay tanrısı olan Tsuki-Nokami ise sol gözünden düşen damladan doğarlar. Sümerler güneş, ay, zühre gibi yıldızların tanrılaşan ruhlar olduğuna inanırlardı. Bazılarına göre, güneşe tapanlar, onun akıl ve ruhu olan bir melek olduğunu, bütün süflî varlıkların kaynağı bulunduğunu düşünür, putlarla da temsil ederler.
Arabistan'da güneşe tapıldığı da bilinmektedir. "Abdu şems" gibi isimler de bunu göstermektedir. Bazılarına göre el-Lât veya Semud kavmindeki İlât, güneşi temsil etmiş olmalıdır. Yazıtlardan öğrenildiğine göre Güney Arabistan'da yaşayanlar, bariz surette aya, güneşe, yıldızlara tapmışlardı. (6)
Aya Tapılması:
Aya tapınma da, yaygın şirk şekillerinden olmuştur. Mısır, İran, Babil, Hindistan, Yunanistan, Avustralya, Yeni Zelanda, Meksika, Batı Avrupa'da (Keltlerde) ve Afrika'da rastlanmaktadır.
Yıldıza Tapılması:
Eş-Şı'râ isimli yıldıza bazı Araplar tarafından tapıldığı bilinmektedir. Bunların, Huzâa kabilesi olduğu söylenir. Allah, bir ayette
”Doğrusu, şi'râ yıldızının da Rabbi O (Allah)'dur.” (53/Necm, 49) buyurmakla, böyle şeylere tapmanın bâtıl olduğunu bildirmiştir. (7)
Hz. İbrahim'in tevhid mesajını ilettiği toplumun yıldıza, aya ve güneşe tapanlar olduklarını, Hz. İbrahim'in bunların ilah olamayacağına dair aklî deliller sunmasından anlıyoruz. Irak'ta yaşayan Kildanîlerin bu inancı ve bâtıl tanrıların durumları anlatılır ki, düşünülsün; bu tür şirkten vazgeçilsin (Bkz. 6/En'âm suresi 76-79. ayetler).
Fahreddin Râzi, heykellerden yapılmış putlara tapmanın, temelde yıldızlara tapmanın sembolü olduğunu ifade ederken, yıldızlara tapmanın özelliklerini de açıklar:
Alimlerin pek çoğu şunu söylemişlerdir: Bazı müşrik insanlar, bu âlemin durumlarının değişmesinin yıldızların durumlarının değişmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Bu inançta olanlar, yıldızların durumunu gözetleyerek bu dünyada meydana gelen mutluluk ve mutsuzlukların, yıldızlardaki talihlerine bağlı olduklarına inanmışlardır.
Onlardan bir kısmı, yıldızların varlıklarının zatları gereği olduğuna, bu âlemleri de onların yarattığına inanmışlardır. Yine onlardan bir kısmı, bu yıldızların en büyük ilahın mahlukları olduğuna, bu yıldızların da âlemin yaratıcısı olduğuna inanmışlardır. Birinciler, bu yıldızların gerçekte ilah olduklarına, ikinciler de onların, Allah ile insanlar arasında vasıta olduklarına inanmışlar, böylece onlara ibadet ve inkıyatla meşgul olmuşlardır. Sonra ise, yıldızların çoğu zaman gözlerden gizli olduklarını görünce, onlar namına bazı putlar edinmişler ve bu putlara ibadetleriyle de bu gök cisimlerini kast ederek ve yıldızların görünmeyen gölgelerine yaklaşarak putlara tapınmaya yönelmişlerdir. Derken zaman uzayınca, yıldızların isimlerini aradan çıkarıp sadece bu heykellere tapınmaya başlamışlardır. İşte bunlar, gerçekte yıldızlara tapan kimselerdir. (8)
Yunanlılar, İskender'den önce, kendileri için ruhânî kuvvetlerin ve ışık saçan gök cisimlerinin isimleri ile tanınan birtakım heykeller yapmaya ve onları kendileri için bizzat ma'bud kabul etmeye yöneldiler. Dahhâk'ın San'a şehrinde Zühre yıldızı adına inşa ettiği Gumdân tapınağı, puthanelerin meşhurlarındandır. Hz. Osman (r.a.) bu puthaneyi yıktırmıştır. İran hükümdarı Menûşehr'in ay adına inşa ettiği Nevbahar-ı Belh isimli puthane de meşhur tapınaklardandır. (9)
Kur'an-ı Kerim, güneş ve ayın Allah tarafından hizmete âmâde kılınmasını, O'nun büyük nimetlerinden olarak zikreder (16/Nahl, 2; Zümer, 5). Onların sayma ve ölçü vesileleri (6/En'âm, 96) olmak, aydınlatmak (10/Yûnus, 5; 71/Nuh, 16) gibi faydaları vardır. Bütün özellikleriyle, Allah'ın ayetlerindendirler (41/Fussılet, 37).
Bunlar, belirli bir zamana kadar görevlerini yapacak, süreleri dolunca dürülüp toplanacaklardır (81/Tekvir, 1). Allah, güneşe ve onun kuşluk zamanındaki parlaklığa kasem etmekle (91/Şems, 1) ona bir değer verdiğini gösterir. Öyleyse insan onlara değil; onları yaratan ve teshir eden Allah'a şükür ve ta'zim etmelidir.
Kur'an, Sebe' halkının güneşe tapmalarını vesile ederek, bu ibâdetin sapıklık olduğunu söyler (27/Neml, 24-25). Bir ayette de, bütün insanlara, mutlak olarak şunu ilân eder: "Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah'ın varlığının ayetlerinden/belgelerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah'a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin." (41/Fussılet, 37)
Burada şöyle bir işaret bulunabilir: Bu varlıklara tapanların en azından büyük bir kısmı, Allah'a inanıyor ve ibadet ediyorlardı, dolayısıyla bu gök cisimleri, bağımsız tanrılar değillerdi. Fakat onlara tapanlar, onları ibadetlerinde şerik / ortak koşuyorlardı. Allah, bu yaratıklara tapınmayı bırakıp, ibadetin onları yaratan'a tahsis edilmesini emrediyor. İslamiyet, tapınma secdesi olmasa bile, öbür mahluklar gibi bunlara da ta'zimi yasaklamıştır. (10)
Gök’e Tanrılık İsnâdı, Eski Türklerin Gök Tanrısı:
Şamanlık inancına bağlı Türklerin Gök Tanrısı anlayışında gök, cisimleştirilmiş, somut tanrısal bir varlık olarak kabul edilmiştir. (11)
"Gök Tanrı" anlamında eski Türkler, "Tengri" "Tangrı" diye isimlendirdikleri bir iyilik tanrısına inanıyorlar, bunun gök olduğunu kabul ediyorlardı. (Orta Asya Türklerine göre bu Gök Tanrı; yeryüzünün, insanların ve görünür görünmez her varlığın yaratıcısıdır. İnsanların yaşantıları arasında dengeyi o sağlar, O, bütün kâinatın efendisidir. (12) (Türkçe "Tanrı" kelimesi, aslında bu şirk unsuru olan Gök Tanrı anlamında olduğundan Allah için kullanılmamalıdır.)
Gök Tanrı kültünün hemen bütün Orta Asya Türk toplumlarında çok köklü bir inanç olması sebebiyle etkisi, İslam sonrası dönemde dahi kendini göstermiştir. Bu kültün İslamî döneme mahsus bazı metinlerde de ortaya çıktığı müşahede olunmaktadır. (13)
Ve Günümüz
"Gök Tanrı" inancının çok eski dönemlerde kaldığı, artık güneşe, aya, yıldızlara kimsenin tapmadığı gibi anlayışlar, kesinlikle doğru bir yargı değildir.
Şirk cephesinde yeni bir şey yok. Kur'an-ı Kerim de bu yüzden ”güneşe ve aya secde etmeyin." (41/Fussılet, 37) demekte; günümüzdeki insana da bu mesajı iletmektedir. Türklerin Gök Tanrı'ları'nın çoktan ölüp tarihin çöplüğüne gömüldüğü anlayışıyla ilgili bir yargıya varıp varmamak için gelin, bu konuda aynamızı topluma tutalım:
Medyada; medyumlardan, falcılardan, astrologlardan yani modern müneccimlerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz, yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır. Buralarda "yıldızınız diyor ki" , "burcunuz" , "elektronik burç falı" , "bilgisayarlı astrolojik fal" gibi köşelere ne demeli? (Bu hurafeler, irtica kavramına girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki müslümanların da mı diyeceği yok?!)
Abdulmûmin Tekin