Haberin Kapısı

Ahde Vefa

EĞİTİM

Ahd veya akid belgeye bağlanmış sözlü veya yazılı taahhüd ve anlaşma demektir. Dikkate alınması ve uyulması gereken sözlere ve belgelere de ahid denir.

Her iki terim hemen hemen aynı anlamda olmakla beraber akid, mîsak gibi daha fazla sağlamlaştırma ifade eder. Bir insanın yaptığı ve sonuçta ya kendisini veya başkalarını bağlayan sözleşmelere akid denilir. Bu sebeple verilen söz, atılan imza, ikrar edilen inanç, adanan adak ve Allah’a, insanlara karşı girilen her türlü taahhüd akiddir ve yerine getirilmesi gerekir.

"Vefâ" ve "Îfâ" ahid ve akdin gereğini yerine getirmek, icabını tamamen icra eylemektir. Gerek Allah Teâlâ'nın kullarına gerekli kıldığı ve anlaşma yaptığı teklifleri ve dine ait hükümleri, gerek kulların kendiliklerinden Allah'a karşı bağlandıkları adakları ve yeminleri, gerekse insanların kendi aralarında sahih olarak anlaştıkları emanetler, muameleler ve diğerleriyle ilgili her çeşit akidleri içine alır. Hatta harb ehli, zimmet ehli, Haricîler ve diğer insanlar ile yapılan anlaşmalar da dâhildir. Şu halde bundan şu kural ortaya çıkar ki, "akidler de aslolan sıhhattir, meğerki bozulmasına bir delil gelmiş olsun". Bunun için herhangi bir akidde söz, sıhhat davacısının, delil ve fesad davacısınındır. Meğerki o akidde fesadın batıl olmasından başka bir mânâ ifade etmemiş olsun. Çünkü batıl olma iddiası, akdin yokluğunu iddia ve varlığını inkâr demektir. Bunda ise delil, vücut ve sıhhat iddiacısına yönelir. Çünkü emri yerine getirmek, sahih olarak mevcut olan akde yöneliktir. Akid, sabit ve aktedilmiş değilse yerine getirilecek bir şey yoktur.

“Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin!” Mâide, 1

Ey iman etmiş olan müminler, bağlandığınız bütün akid (anlaşma)leri ifa ediniz. Yani ilk önce iman bir akiddir. Ve siz bu akid ile Allah'a karşı bir takım sözleşmeler ve akidler yaptınız, bağlandınız. Sonra kendiliğinizden veya kendi aranızda veya bütün insanlar arasında birtakım akidler daha yapar bağlanırsınız. İşte bütün bu akidleri ifa ediniz. Dinin kökü, imanın hükmü, Allah'ın emri kısaca budur.

Verilen söz ve yapılan anlaşmalarınız gereği olan ahde vefa ise islam ahlakının en önemli umdelerinden biridir. Ferd ve cemiyet hayatının gelişmesi karşılıklı ilişkilere, ilişkiler de çeşitli anlaşma ve sözleşmelere bağlıdır. Bunlar olmaksızın sosyal ve ekonomik hayatın gelişmesi mümkün değildir. Yapılan sözleşmeye uymayı istemek kazanılmış bir hak, onu yerine getirmek de kabul edilmiş bir görevdir. Verdiği sözü tutmayan; böylece, karşı tarafın hakkını ve kendi vazifesini yerine getirmemiş olur. Bu nedenle, verilen sözün tutulmaması münafıklığın üç alametinden biri sayılmış ve Müslümanlar bundan sakındırılmıştır.

  “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” İsrâ, 34

Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münâfık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terkedinceye kadar o kişide münâfıklıktan bir sıfat bulunmuş olur:

Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihânet eder.

Konuştuğunda yalan söyler.

Söz verince sözünden döner.

Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.” Buhârî, Îmân, 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim, îmân 106. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 15; Tirmizî, Îmân 14; Nesâî, Îmân 20

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Ahdini bozan herkes için kıyamet günü bir bayrak dikilip bu falanın vefâsızlık alâmetidir diye ilân olunacaktır.” Buhârî, Edeb 99, Cizye, 22, Hiyel 99; Müslim, Cihâd 11-17. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 150; Tirmizî, Siyer 28; İbni Mâce, Cihâd 42

Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kıyamet günü her vefâsız kişinin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir. Bilin ki, vefâsızlık açısından kamu yöneticisinden daha büyük vefâsız yoktur.” Müslim, Cihâd 15-16. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 26

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah Teâlâ şöyle buyurdu” demiştir:

“Ben kıyamet günü şu üç (grup) insanın düşmanıyım:

 Benim adıma and içtikten sonra sözünden cayan kişi.

 Hür bir insanı köle diye satıp parasını yiyen kişi.

Ücretle bir işçi tutup işini gördüren ve işçinin ücretini vermeyen kişi.” Buhârî, Büyû 106, İcâre 10. Ayrıca bk. İbni Mâce, Ruhûn 4

Enes  radıyallahu anh şöyle dedi:

Amcam Enes İbni Nadr radıyallahu anh Bedir Savaşı’na katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple:

- “Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı elbette Allah Teâlâ görecektir” dedi.

Sonra Uhud Savaşı’nda müslüman safları dağılınca, -arkadaşlarını kastederek- “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim” dedi. Müşrikleri kastederek de “Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu sana arzederim” deyip ilerledi. Sa’d İbni Muâz ile karşılaştı ve:

- Ey Sa’d! istediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum, dedi. Sa’d (olayı anlatırken) “Ben onun yaptığını yapamadım, ya Resûlallah” dedi.

Enes radıyallahu anh devamla şöyle dedi:

Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmiş-lerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece kızkardeşi parmak uçlarından tanıdı.

Enes dedi ki, biz şu âyetin amcam ve amcam gibiler hakkında inmiş olduğunu düşünmekteyiz:

“Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehid düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar aslâ sözlerini değiştirmemişlerdir” [Ahzâb sûresi (33), 23]. Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148

Câbir radıyallahu anh’den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Bir gün Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bana:

“Eğer Bahreyn’den zekât malı gelirse sana şöyle şöyle şöyle doldurup veririm” buyurdu. Fakat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vefat edene kadar Bahreyn’den mal gelmedi. Bahreyn’den mal geldiği zaman Ebû Bekir radıyallahu anh:

- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in birine va’di veya borcu varsa bize baş vursun, diye ilân etti. Bunun üzerine onun huzuruna vararak:

- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bana böyle böyle demişti, dedim.

Ebû Bekir elini ganimet malına daldırıp bir avuç aldı. Bunları sayınca 500 tane olduğunu gördüm. O zaman Ebû Bekir bana:

- Bunun iki mislini daha al, dedi. Buhârî, Kefâle, 3, Hibe 18, Şehâdât 28, Farzu’l-humüs 15, Cizye 4, Megâzî 73; Müslim, Fezâil 60-61

Vâsile İbnü’l-Eska’ radıyallahu anh şöyle demiştir:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bize müslümanlardan birinin cenaze namazını kıldırmıştı. Onun şöyle dua ettiğini duydum:

“Allahım! Falan oğlu falan sana emanettir ve senin güvencene sahiptir. Artık onu kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru. Sen sözünde duran (ehlü’l-vefâ) ve hamde lâyık olansın. Allahım! Onu bağışla ve ona rahmet et. Şüphesiz bağışlayan ve merhamet eden sensin..” Ebû Dâvûd, Cenâiz 54-56; İbni Mâce, Cenâiz 23

Yine bu hadiste geçen ehlü’l-vefâ ve’l-hamd, (Ebû Davûd’daki rivayette “ehlü’l-vefâ ve’l-hak” şeklindedir) ifadesi de, Allah Teâlâ’nın ahdine sâdık ve her türlü övgüye lâyık olduğunu, verdiği emânı geri almayıp  gereğini yerine getirdiğini, iyi davrananları mükâfatlandırdığını, hakkı ve haklıyı daima gözettiğini anlatmaktadır. Yani bu sözleriyle Hz. Peygamber, Allah’a olan güvenini belirtmekte ve sonunda da ölmüş olan müslümanın bağışlanmasını dilemektedir. Bu tarz bir nitelendirme “Huve ehlü’t-takvâ ve ehlü’l-mağfireh (sakınılmaya layık olan da  bağış sahibi de O’dur” [Müddessir sûresi (74), 56] âyetindeki tavsife uygun bir nitelendirmedir.

“Kim ahdini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefâ gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” [Fetih sûresi (48), 10]   

 

“Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size vâ’dettiklerimi vereyim” [Bakara sûresi (2), 40].

Resûl-i Ekrem Efendimiz kulun Allah ile olan bu antlaşmasına, 1878 numaralı “seyyidü’l-istiğfâr” hadisinde görüleceği üzere, sık sık temasla şöyle buyururdu:

- “Allahım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve va’dine sadâkat gösteriyorum”  (Buhârî, Daavât 16).

Sâid İbnu Cübeyr  anlatıyor: İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)’a: “Hz. Musa iki müddetten hangisini ödedi?” diye sordum da, bana şu cevabı verdi:”O en çok, en güzel olanı ödedi (tamamladı). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) söyledi mi yapardı.” [Buharî, Şehâdât, 28.]

İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Ahdine kim vefasızlık edip bozarsa, Allah mutlaka ona bir düşman musallat eder.” (Muvatta, Cihâd, 4). İmâm Mâlik bunu belâğ (senetsiz) olarak rivâyet etmiştir.]

Ebu’t-Tufeyl (radıyallahu anh) anlatıyor: “Huzeyfe İbnu’l-Yemân (radıyallahu anhümâ) dedi ki: “Benim Bedr’e katılmama mani olan şey şudur: Ben ve babam el-Hüseyl ikimiz beraber yola çıkmıştık. Kureyş  kâfirleri bizi tuttular ve:”Siz muhakkak Muhammed’in yanına gitmek istiyorsunuz!” dediler. Biz de: “Hayır, ona gitmiyoruz, Medine’ye gitmek istiyoruz!” dedik. Bunun üzerine bizden, Muhammed’in safında yer alıp beraber savaşmayacağımız hususunda Allah’a ahd ve misak aldılar. Biz Medine’ye gelince, durumu Resulullah’a arzettik. ”Haydi gidin. Biz onlara verdiğiniz  sözü tutar, onlara karşı Allah’tan yardım dileriz!” buyurdular.” (Müslim, Cihâd, 98)

Bi’r-i Maune fâciasından kurtulan  Amr bin Ümeyye yolda gelirken âmiroğullarından iki kişiyi bu suikastı düzenleyen kabile zannederek öldürmüştü. Oysa ki bunlar Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den emân alışlardı. Daha sonra durumu Efendimiz’e anlatınca O:

“Sen ne kötü iş yaptın? Öldürdüğün iki kişiye tarafımdan emân verilmiş ve himâye taahhüdünde bulunulmuştu. Onların diyetlerini ödeyeceğim.” buyurdu ve diyetlerini kavimlerine gönderdi. (İbn-i Sâ’d, Tabakât, II, 53)

Hudeybiye musâlahasının yapıldığı sırada Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel ayaklarında bukağı olduğu halde zincirini sürüyerek yavaş yavaş Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Ebû Cendel -radıyallâhu anh- Müslüman olduğu için işkence görüyordu. Müşriklerin elinden kaçmış ve kendini Müslümanların arasına atmıştı. Süheyl anlaşma gereğince ilk iâde edilecek kimsenin oğlu olduğunu söyledi ve onun üzerine yürüdü. Efendimiz, Ebû Cendel’in anlaşma hârici bırakılmasını, onu kendisine bağışlamasını Süheyl’den ricâ etti, yalvardı ancak taş yürekli müşrik bunların hiçbirine yanaşmadı. Ebû Cendel -radıyallâhu anh- de diğer taraftan müşriklere teslim edilirken feryatlarla yalvarıyor ve yardım istiyordu. Müşrikler ona çok işkence etmişlerdi.  Müslümanlar Ebû Cendel’in sözlerine dayanamayıp ağlamaya başladılar. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Ey Ebû Cendel! Sen biraz daha sabret, katlan! Allâh Teâlâ’dan bunun ecrini ve mükâfâtını dile! Hiç şüphesiz yüce Allâh senin için ve senin yanında bulunan zayıf, kimsesiz Müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır! Biz şu kavimle aramızda bir barış anlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle söz verdiler. Onlara verdiğimiz söze vefâsızlık edemeyiz. Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz!” buyurdu. (Ahmed bin Hanbel, Müsned,  IV, 325; İbn-i Hişâm, Sîret, III, 367) Daha sonra Merhamet ummânı Efendimiz Süheyl’e:

“Gel etme sen onu bana bağışlayıver?” diyerek dileğini tekrarladı. Ancak Süheyl kabul etmedi. Efendimiz:

“Öyle ise onu benim için himâyene al!” diye ricâ etti. Bunu da kabul etmedi. Süheyl’in bu ısrarını görünce Mikrez bin Hafs ile Huveytıp:

“Ey Muhammed! Senin hatırın için onu biz himayemize alıyoruz, ona işkence yaptırmayacağız!” dediler. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- böylece biraz rahatlamış oldu. (Vâkıdî, Megâzî, II, 608; Belâzûrî, Ensâb, I, 220)

Berâ bin Mârûr, İkinci Akabe Bey’atında on iki temsilciden biri idi. Hacc mevsiminde Mekke’ye geleceğini Peygamber Efendimiz’e va’d etmişti. Ancak hac mevsimi gelmeden ölüm döşeğine düştü. Âilesine:

“Muhammed -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm-’a olan vâdim dolayısıyla beni Kâbe’ye doğru çeviriniz! Çünkü ben O’na gelmeyi vaat etmiştim.” dedi ve böylece diri ve ölü olarak Kâbe’ye yönelenlerin ilki oldu. Resûl-i Ekrem Efendimiz Medine’ye geldiğinde ashâbıyla birlikte Berâ bin Mârûr’un kabri başına gitti. Saf bağlatıp Cenâze namazı kıldırdı. “Allâh’ım onu yarlığa! Ona rahmet et ve ondan hoşnud ol!” diye duâ etti. (İbn-i Abdi’l-Berr, İstîâb, I, 153; İbn-i Sâ’d, Tabakât, III, 620)

İmrân İbni Husayn tanınmış bir sahâbîdir. Babası Husayn henüz müslüman olmadan önce bir gün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e rastladı. Allah’ın Resûlü ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:

- Husayn! Bugün kaç tanrıya tapıyorsun?

- Altısı yerde, biri gökte olmak üzere yedi tanrıya.

- Başına bir sıkıntı gelince onlardan hangisine sığınıyorsun?

- Göktekine.

- Husayn! İslâmiyet’i kabul etsen, ben de sana çok faydalı olacak iki cümle öğretsem ne iyi olur.

Daha sonraları Husayn İslâmiyet’i kabul edince Peygamber aleyhisselâm’ın yanına geldi ve:

Yâ Resûlallah! Bana vaadettiğin o iki cümleyi öğret, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ona “Allâhümme elhimnî rüşdî ve eiznî min şerri nefsî: Allahım! Beni senin doğru yoluna ilet! Nefsimin şerrinden beni koru!” duasını öğretti Tirmizî, Daavât 70).

İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Bir adam, kendisine on dinar borcu olan kimsenin peşini bırakmadı. Ve hattâ dedi ki: “Sen bunu bana ödeyinceye veya bir kefil gösterinceye kadar peşini bırakmayacağım.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) o borcu üzerine aldı. Bunun üzerine adam, münasip olmayan bir tarzda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a parayı getirdi. Resûlullah, borcu adam adına ödeyiverdi ve şunu söyledi: ”Kefil, borçludur.”[Rezîn tahric etmiştir. Farklı rivâyetler için bkz. Ebû Dâvud, Büyû’ 2, (3328); İbnu Mâce, Sadakât 9, (2406).]

el-Enfâl, 72

Abdullâh bin Ebi’l-Hamsâ diyor ki: Bîsetten önce Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile bir alış-veriş yapmıştım. Kendisine biraz borçlu kalmıştım. Biraz beklerse hemen getireceğimi vaat ettim. Unutmuşum. Üç gün sonra hatırlayıp gittiğimde O aynı yerinde idi. Beni görünce sâdece:

“Ey delikanlı! Bana eziyet ettin, üç gündür burada seni bekliyorum.” buyurdu. (Ebû Dâvûd,  Edeb, 82)

Ahde riâyet konusunda Hayber savaşında(7/628) cereyan eden çoban Yesâr örneği fevkalade câlib-i dikkattir. Nakledildiğine göre, yahudi ileri gelenlerinden birinin koyunlarını güderek geçimini sağlayan siyahî bir çoban Hayber savaşının cereyan ettiği günlerde kale içinde adı sıkça geçen Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile görüşebilmeyi çok arzulamış ve bir sabah kaleden çıkıp koyunlarını sevkederken onunla karşılaşmıştı. Bir süre sohbetten sonra Yesâr adlı çoban İslâm'a girdi ve müslümanlara katılmak istedi. Fakat Hazret-i Peygamber aleyhissalatüvesselam ona, önce koyunları her zamanki yerine yerleştirip öyle gelmesini tenbih ederek en zor zamanda bile sorumluluk, vazife şuuru ve ahde vefanın çok anlamlı bir örneğini verdi. Üstelik savaşın uzadığı ve müslümanlar arasında erzak sıkıntısının baş gösterdiği bir âna tesadüf etmesi, bu olayın anlamını daha da derinleştiriyor. Çoban koyunları teslim ettikten sonra İslâm ordusuna iltihak etti. Yahudilere karşı müslümanların safında savaştı ve üzerinden bir namaz vakti bile geçmeden şehit düştü. Bu zat ashap arasında “Bir vakit namaz bile kılmadan cennetlik olan şahıs kimdir?” diyerek bulmaca gibi sorulurdu.[1]

Amr bin Su'dâ: "Ey Yahudi cemaati! muhammed'in size vermiş olduğu söze karşı siz de düşmanlardan hiçbir kimseye yardım etmemek, kendisini ansızın gelip bastıracak ve kuşatacak olanlara karşı ona yardımda bulunmak üzere söz vermiştiniz. Siz aranızdaki bu muâhedeyi bozdunuz. Ben sizin bu hainliğinize girmedim ve katılmadım. Eğer O'nun dinine girmekten kaçınıyorsanız, Yahudilikte kalınız O'na cizye, harac veriniz. Fakat O bunu kabul eder mi etmez mi orasını pek bilemem!" dedi. Benî Kureyza yahuduileri: "Biz Araplara harac verme zilletine katlanamayız ve kabul edemeyiz. Ölmek bundan daha hayırlıdır!" dediler. Amr bin Su'dâ: "Ben sizden, sizin tutum ve davranışınızdan uzağım!" dedi. O gece Sa'ye oğullarıyla birlikte kaleden indi.

Amr bin Su'dâ kaleden indiği zaman Muhammed bin Mesleme kumandasındaki devriye koluna rastladı. Muhammed bin Mesleme onun karaltısını görünce "kim o?" diye seslendi. "Amr bin Su'dâ'yım!" dedi. Muhammed bin Mesleme: "Seni tanıdık. Geç git! Ey Allâh'ım iyilikleri gözetmek ve yükseltmekten beni alıkoyma!" dedikten sonra onun yolunu açtı. Kendisini istediği yere gitmekte serbest bıraktı.

Amr bin Su'dâ o gece Medîne'ye doğru yönelip gitti. Resûlullâh'ın Mescidinin kapısına kadar geldi. Geceyi mescide geçirdi. Sabaha çıkınca onun nereye gittiği bugüne kadar bilinemedi. Hâli Peygamberimiz'e anlatılınca: "Ahde vefâkarlığından dolayı Allâh'ın kurtardığı bir adamdır o!" buyurdu. (Vâkıdî, Megâzî, II, 503-504; İbn-i Hişâm, es-Sîre, III, 256-257)

 

[1]İbn Hişâm, es-Sîre, III, 397, 398.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.