Günümüzdeki hikâye anlayışı bu tarifin hudutlarını aşmıştır. Vakayı geri plâna itip, karaktere ağırlık veren, okuyucunun âleminde bir duygu atmosferi teşkil etmeye çalışan hikâyelerin sayısı günden güne artıyor.
Hikâyelerde hayattan kesitler verilir, karakterlerin en belirgin tarafları gösterilir. Bu vasıtayla okuyucu, dışarıdan gördüğü, hususî dünyasını bilmediği insanları yakından müşahede etmek imkânını bulur; ona karşı içinde bazı duygular uyanır. Zaten yazarın istediği de budur.
Hikâye, romana benzer. Romana oranla şahıslar daha az, hacim daha küçüktür. Burada, bir büyük bina ile maketi arasındaki farkı görmek mümkündür.
Hikâye konuları bulmak için hayata dikkatli bir gözle bakmak yeterlidir. iyi bir yazar, çevresine araştırıcı bir gözle bakarak konular çıkarmasını bilir. Bunları, şahsî uslûbunun da yardımıyla işler ve orijinal eserler meydana getirir. Hikâyenin hem tabii, hem de orijinal olması gerçekten zor bir iştir. Bu sebeple, başarılı, güzel hikâyeler yazmak çok az yazara nasip olmuştur.
Olumlu temalar seçmek hikâyelerin okunma şansını artırır. Bu durum okuyucu için daha faydalıdır. insana ümit verir, çalışma azmi ve yaşama şevki kazandırır. Şühpesiz hayatın tatsız anları da vardır. insanların başına felâketler gelebilir. Şahısların acı çektiği veya bunalıma sürüklendiği durumlar olur. Fakat hayat bunlardan mı ibarettir? Her zaman acıları, çirkinlikleri görmek ve hiçbir çıkış yolu olmadığını göstermek doğru olamaz. insanlar, içine düştükleri tatsız hallerden sıyrılmak için çaba sarfeder, çoğu zaman da başarılı olurlar.
Memleketimizde, maalesef, sanatı ideolojisi için bir araç olarak gören nice yazarlar yetişmiştir. Halbuki ideoloji, sanatı öldürü. Tabii hayatı aksettirmekten ziyade, onu kendi anlayışına göre değiştiren, çarpıtan yazar, gerçeğe ihanet eder. Karakterler, felsefesini temsil eden birer kukla olur, olaylar maksadı doğrultsunda tertip edilir. Herşey tabii halinden çıkarılır, ideolojik bir maksada hizmet için, başka türlü kullanılır.
Şühpesiz, her hikâyenin vermek istediği bir mesaj vardır. Fakat bu açıkta kalmamalı, okuyucunun yüzüne karşı sırıtmamalıdır. Eserin dokusuna işleyen, meyvedeki vitamın gibi görünmeden bünyeye giren mesajlara ancak hakiki sanat eserlerinde rastlanır. Yazar, bir fikrin mensubu olmasa bile, kendine has bir sanat anlayışı vardır ve bu anlayış eserine aksedecektir.
Her hikâyenin kendine has bir plânı varsa da, şöyle bir genellemeye gitmek mümkündür: Giriş kısmında karakterler tanıtılır, olaylar başlatılır. Gelişme kısmında olaylar karmaşık bir yapı kazanır, karakterler, gerçek yüzleriyle görünür. Okuyucunun kafasında soru işaretleri teşkiline çalışılır. Son bölümde, hadise açıklık kazanır, meraklar tatmin edilir. Yeni tip hikâyelerde ise, çok daha değişik plânlar uygulanmaktadır.
Her türde olduğu gibi, bu türde de giriş çok önemlidir. Bu hususta tavsiyeye şayan en iyi usûl şudur:
Eseri, olay veya diyalogla başlatmak, asla tasvirle giriş yapmamak. Sonuç da önemli bir kısımdır. Okuyucunun, eser boyunca aklına gelebilecek suallerine cevap vermek gerekir. Ayrıca, sonucun olumlu olması eseri güzelleştirir. Kahramanlar, acı bir hayat da yaşasalar, tabii bir olaylar zinciri sayesinde iyi bir sonuç teşkili, okuyucunun eserden daha çok istifade etmesini sağlar. Fakat bu kurtuluş ve başarı olmayacak tesadüflerle gerçekleşmemeli, yapmacık izlenimi uyandırmamalıdır.
Hikâye için iyi bir plâna ihtiyaç vardır. Sahne sahne plânlamak, karakter hususiyetlerini önceden tayin etmek, olayların nasıl bir akış içinde cereyan edeceğini önceden bilmek gerekir. Bu durum, yazma esnasında büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Fakat plâna kesinlikle bağlı kalınacak diye bir kural yoktur. Yazar, konuyu işlerken bazı eklemeler ve çıkarmalar yapabilir.
Bu tür eserlerde bir de “bakış açısı” meselesi vardır ki, olaylara kimin gözüyle bakıldığını ifade eder. Çeşitli bakış açıları vardır. Her yazar, kendine en uygun olanı seçer ve kullanır. Bir eserde bütün bakış açılarının kullanıldığı da olur. Bunlardan birincisi, “herşeyi bilen bakış açısı”dır. Yazar anlatıcı durumundadır. Bütün olayları bilir, her kahramanın düşündüklerinden haberdardır. Geleceği bile bütün ayrıntılarıyla anlatır. Bu tarz bakış açısı, tabii olmadığı için, son zamanlarda pek kullanılmamaktadır. Bir insanın, herşeyi bilmesi mümkün değildir. Bazan yazar, kahramanlardan birinin gözüyle bakar, o ne görüyorsa, yazar da onu görür. Kahramanın bilmediğini yazar da bilemez. Yazar, olayları kendi başından geçmiş gibi anlatıyorsa, bu bakış açısını kullanmaya mecburdur. Bazı eserlerde bakış açılarının hepsi birden kullanılır. Yazar, bir kahramanın gözüyle değil de, bir çok kahramanın gözüyle bakabilir.
Hikâyede, "anlatıcı" meselesi de önemlidir. Teknik bir unsur olan anlatıcı kişi, eserin yapısına göre değişir. Bir kısım eserlerde anlatıcı, yazarın kendisidir ve kendini bir kahraman gibi gösterir, olayları, "geldim, yaptım, konuştum" fiilleriyle hikâye eder. ikinci durumda anlatıcı yine yazardır, fakat olay kahramanlarından biri değildir. "Geldi, yaptı, konuştu," fiilleriyle anlatır. Bir başka tarz da şudur: Eserin ikinci derecedeki bir kahramanı, müşahit sıfatıyla olayı hikâye eder. Eserde kendisi de vardır, ama geri plândadır. Konuya ve olayın hususiyetine göre bunlardan birini seçmekte, yazar serbesttir.
Hikâyede üslûbun yeri, diğer türlere oranla daha önemlidir. Sanat ağırlıklı olan bu türde yazar, hususî uslûbunu kazanmak için büyük çabalar sarfeder. Bunu kazanamayan yazarlar taklit seviyesinde kalmaya mahkûmdur. iki ayrı yazar, aynı olayı anlatsa ve aynı karakterleri de kullansa, eserin sanat değeri farklı olur. Biri zevkle okunurken, diğeri dikkat bile çekemez. işte, bu keyfiyet farkını meydana getiren en mühim unsurlardan biri, üslûptur.
Hikâyelerde tercih edilmesi gereken üslûp, sâde olanıdır. Akıcılık, kıvraklık gibi hususiyetler de vazgeçilmez üslûp özellikleridir. Bir “sıfat üslûbu”ndan kaçınmak gerekir. Hareketlilik için “fiil üslûbu” kullanılmalıdır. Çok sayıda sıfat kullanmak, akışa mânidir, yazıyı okunmaz hâle getirir. Kaçınılması gereken bir başka unsur da tamlamalardır. Bunlar ifadeyi ağırlaştırır, okuyucuyu sıkar.
Bazı yazarlar, olur olmaz her yerde edebî sanatlara başvururlar; buna hiç gerek yoktur. Edebî sanatları, arada sırada, doğrudan doğruya anlatımı mümkün olmayan durumları anlatmak için kullanmak gerekir. O zaman, yapılan sanatlar daha belirgin olacak, daha çok beğenilecektir.
Olayların uzay boşluğunda değil de bir "mekân"da geçtiği unutulmamalıdır. Bu yüzden hadisenin geçtiği yerin lüzumu kadar tanıtılması gerekir. Yazar, hikâyesinin veya romanının geçeceği yeri gezip görmelidir.
Çoğu hikâyelerde, olayların akışı zaman sırasına göredir, fakat bu şart değildir. Hadisenin herhangi bir yerinden başlayıp geçmişe dönmek, yahut gelecekteki olayları hayal ettirmek mümkündür. Maziye dönüş, genellikle çağrışımlar yardımıyla olur. Zaman, hikâyelerde kısadır, fakat uzun bir süreyi kaplayan hikâyeler de vardır. Bazan da zaman kısa tutulur, fakat çağrışımlar ve hayaller yardımıyla ileriye ve geriye doğru gidiş gelişler olur. Bu hal, esere derinlik ve genişlik kazandırır. Modern hikâyelerde daha çok bu usûl uygulanmaktadır.
Hikâye unsurları:
Bunlar tasvir, tahlil, karakter, olay ve konuşmadır.
Tasvir, bir objeyi, yazar üzerindeki tesirlerini de belirterek tanıtmaktır. Bu bir insan olabileceği gibi, bir hayvan veya eşya da olabilir. Gaye, olayın geçtiği yeri ve olay kahramanlarını okuyucunun gözünde canlandırmaktır. Tasvir, esere bir katkıda bulunmalıdır. Aksi halde lüzumsuz bir yük olur. Tasvir yazmaktaki asıl gaye, kahramanların ruh hallerini aksettirmektir. Bakılan, bakana göre değişir. Üzgün bir insan, kâinata karamsar bir gözle bakar. Çevre tasvirinde bu karamsar bakış hissettirilebilmelidir. Eğer yazar, bir gül çiçeğindeki damlayı “gülün gözyaşı” olarak tasvir etmişse, bu, kahramanın üzüntülü olduğunu gösterebilir.
Yazar, ancak kahramanının gördüğü yeri tasvir edebilir. Şahıs bir binanın önündeyse, olay burada geçiyorsa, arka cepheyi tasvire gerek yoktur.
Çoğu yazarlar, ilk devrelerinde tasvire ağırlık verirler. Uzun uzun tasvirler yapmaktan, sanatkârane ifadeler kullanmaktan kendilerini alamazlar. Daha sonra anlarlar ki, hikâyenin başarısında tasvirin rolü çok azdır. Tasvir, harekete ve akıcılığa mânidir, canlılığı siler süpürür. Hatta fazla tasvir; ifadenin de, eserin de en büyük düşmanı olur. Gerekmedikçe tasvir yapmamak, lüzumu halinde kısa tasvirlerle yetinmek ve bunları olayların ve konuşmaların arasına serpiştirmek yazarı başarıya götürür.
Yazar, olay kahramanlarının ruhî portrelerini çizebilir. Onları manevî yönleriyle tanıtır, huylarını, mizaçlarını, dünyaya bakışlarını, hayat hakkındaki düşünüşlerini anlatır. Bunlar da bir tür tasvirdir. Fakat tabii olmadığı için, modern romancılar tarafından pek kullanılmamakta, mânevî çehrenin olaylarla ve konuşmalarla ortaya çıkması istenmektedir.
Bu tür eserlerde "tahlil"lere de yer verilir. Yazar, olayları yorumlar, sebep ile sonuç arasındaki münasebetleri gösterir. Karanlık kalan noktaları açıklamaya çalışır. Bunun için felsefî, psikolojik ve benzeri izahlara girişir. Son devirde yetişen yazarlar, yazarın devreye girmesini, arada bir ortaya çıkıp açıklamalar, felsefî yorumlar yapmasını hoş görmüyorlar. “Bırakalım, söylenmek istenen fikri, okuyucu görsün ve anlasın” düşüncesi ağır basıyor. Bunun için de, olayları tertibe çok ehemmiyet veriyorlar. Bu anlayışın yabana atılamayacak cinsten olduğunu söylemek lâzım. Yazarı sık sık karşısında gören okuyucu sıkılır, kendini tam olarak eserin içinde hissedemez. Eğer mutlaka bir tahlil yapılması gerekiyorsa, bunu yazar yapacağına, kahramanlarından biri yapmalıdır.
Hikâyenin de, romanın da esas unsuru, "karakterdir," dersek mübalâğa etmiş olmayız. Usta yazar, karakter yazmayı çok iyi bilir. O , kahramanlarını hayattan alır, fakat onları öyle özelliklerle canlandırır ki, okuyucunun karşısına bambaşka bir insan çıkar. Esasen her fert, ayrı bir dünyadır. Yazar, bu şahsî dünyayı keşfetmekle vazifelidir.
Eski tip eserlerde karakterleri tanıtan yazardı. Günümüzün yazarları ise, genellikle şahısları hemen tanıtmıyor ve kendilerini devreden çıkartıyorlar. Okuyucu, olaylar geliştikçe şahısları tanımaya başlıyor. Seviyor, acıyor, yahut nefret ediyor onlardan. Günlük hayatta da böyle değil midir? Biz insanları ilk karşılaşmada bütün yönleriyle tanıyamayız. Zamanla onlar hakkında malûmat sahibi olur, karekterini olaylar ve konuşmalar vasıtasıyla anlarız. işte bu durum, esere de aksettirilmeye çalışılmalıdır.
Şahısların, gerçek hayattaki insanlara benzemesi, eserin gerçekçi olmasını sağlar. Usta yazar, bunu bildiği için, kahramanlarını serbest bırakır, onları uzaktan takip etmekle yetinir. Hayatlarını, kendilerinin yazmasına izin verir. Yemelerine, içmelerine, uyumalarına, gezip tozmalarına, kızıp bağırmalarına müsaade eder. Çünkü bunlar, hayatın normal veya anormal, ama gerçek yönleridir. Kahramanları bir cendereye almak, hareket serbestisi vermemek, tabii hayata ters düşer. Okuyucuda, şahısların hür ve müstakil oldukları, birer robot gibi vazife görmedikleri, kendi başlarına karar verebildikleri intibaını uyandıran yazar, başarılı olmuş demektir. Yazar objektif bir tavır takınmalı, taraf tuyuyormuş gibi bir izlenim vermemelidir.
Karakterler hakkında söylenmesi gereken bir önemli nokta daha var: Çizilen karakter, eser boyunca mizacına uygun tarzda hareket etmelidir. Bir cimriden cömertlik, korkaktan kahramanlık beklenemez. Peki, insanlar değişemez mi? Değişebilir. Bir cimri, huyundan tamamen vazgeçmese bile, zaman zaman cömert davranabilir. Ahlâk düşkünü kişilerin, bu olumsuz özelliklerini terkederek, iyi bir insan haline geldiği, gözlenen olaylardandır.
Bununla beraber, dikkat edilmesi gereken husus, bu değişmelerin aniden yapılmaması ve bir sebebe dayandırılmasıdır. Bazı tabii olaylar veya dokunaklı bir konuşma, insanları değiştirebilir. Yazar, böyle sahnelere yer verdikten sonra, kahramanlarının özelliklerini değiştirebilir.
Bu arada önemli bir gerçeği de gözden uzak tutmamak lâzımdır; insanlar tamamen iyi olmadıkları gibi, tamamen kötü de değildirler. Bir kimse hem iyi, hem de kötü sıfatları aynı anda taşıyabilir. iyi bir insan, kötü hareketler yapabileceği gibi, kötü bir kimse de iyi davranışlarda bulunabilir. insanları yüzde yüzlük bir ayrıma tabi tutmak, yaratılışa aykırı bir tavırdır.
Yazarın insanları iyi tanıması meselenin özünü teşkil etmektedir. Hikâyeci, insanı ne derecede tanıyorsa, hayatı ne kadar derinden kavrayabiliyorsa o nisbette başarılı olur. Bu safhada devreye kültür girer. Edebiyatla kültürü ayrı düşünmek mümkün değildir. Hayatı kavramak ve değerlendirmekle vazifeli olan yazar, bunu derin ve geniş bir kültür birikimiyle yapabilir.
Hikâyenin iskeleti olaydır. Diğer unsurlar bu iskeletin çevresinde teşekkül eder. Eseri devam ettiren, gerilimi sağlayan, merak hissini tahrik eden, hep vakadır. Olaylar olmasa, hikâye yürümez, kahramanlar gözümüzde canlanmaz, heyecanlar doğmazdı. Hayatla eser arasındaki benzerliği sağlayan mühim unsurlardan biri olan vaka kesinlikle ihmal edilmemelidir.
Vakalar da karakterler gibi hayattan alınır. Yazar bazı olayları çıkarmakta, bazılarını eklemekte serbesttir. Bir sanat eseri, hayatı taklit eder, ama bütün ayrıntılarıyla değil. Ana unsurları yakalayabilmek, lüzumlu ayrıntıları keşfederek yerinde kullanabilmektir hüner. Gerçi yazar bir kopyacıdır, ama kendinden de çok şeyler katar. Yeni bir terkip ve senteze ulaşmak için nice çabalar sarfeder.
Vakalar tabii olmalıdır. Olmayacak tesadüflerle olay yürüten yazara, okuyucu itimat etmez. Gerçi hakikata muhalif, tabii olmaktan uzak vakalara yer veren yazarların eserlerini okuyan ve seven okuyucular da vardır. Ama bu bir ölçü olamaz. iyi bir okuyucu, eseri ilk okuyuşunda aldığı zevke göre değerlendirmez. Çünkü tekrar okumayı, bu yolla eserin inceliklerini, gizli sırlarını, derunî güzelliklerini görmeyi öğrenmiştir.
Hikâyede, en az vaka kadar ehemmiyeti bulunan bir unsur daha vardır: Konuşma. Usta yazar, kahramanlarını konuşturur. Bu vesileyle, eserin akışı ve hareketliliği sağlanır. Okuyucu, karakterlerin hususiyetlerini öğrenir. Bir insanı tanımakta, onu dinlemenin önemi inkâr edilemez. Kahramanlarını konuşturan, hislerini, fikirlerini ifade imkânı veren yazarın başarı ihtimali daha fazladır. Dikkat edilirse, günlük hayatta da insanlar, konuşarak karar vermekte, heyecanlarını açığa vurmakta ve olaylara karşı aldıkları tavrı, daha çok konuşarak göstermektedirler. Bundan dolayı, eserinde gerçeklik intibaı uyandırmak isteyen yazar, kahramanlarını kendisi tanıtmak yerine, onları konuşturarak hedefine ulaşabilir.
Konuşmaların günlük hayattakine benzemesi gerekir; sıcak, samimi, kısa, canlı.. insanlar, bir sohbette, uzun hitabeler halinde konuşmazlar. Keza, uzun, kompleks cümleler kurmazlar. Sözleri kesik kesiktir. işte bu nevi hususiyetleri esere de aksettirmek gerekir.
Bir önemli nokta daha var: Kahramanları, kültür seviyelerine, sosyal durumlarına ve yaşlarına uygun şekilde konuşturmak gerekir. Bir hukukçu kabadayı ağzıyla konuşamaz, bir çocuk nutuk söyler gibi söz söyleyemez. Konuşmalara, mizaç, huy, o andaki ruh hâli ve çevre şartları tesir eder.
Kahramanlar bazan içinden konuşurlar. Eserde buna da yer vermek gerekir. Fakat “diyalog” adı verilen karşılıklı konuşmalara daha çok rastlanır. Hikâyedeki diyaloglar, hayattaki gerçek diyaloglara benzemelidir. Bir sanat eserinde gevezeliğe yer yoktur. Kelâm israfı, eserin kıymetini azaltır. Az sözle çok mâna ifade etmek bir meziyettir.
Eğer diyalogların arasına bazı vaka ve tasvir parçaları eklenerek kahramanlar canlandırılmışsa, konuşma unsuru daha başarılı bir şekilde kullanılıyor demektir.
Titiz çalışmaların ürünü olan bir hikâye veya roman, eğer arzu edilen başarıya ulaşabilmişse, “Kim? Ne? Nerede? Ne zaman? Nasıl? Niçin?” sorularının cevabını verir. Aklın yanında duygulara da hitap eder, olayları okuyucuya yaşatır. Kahramanları canlıdır, günlük hayattaki insanlara benzer. Konuşmalar tabiidir. Vaka merak uyandıracak cinstendir. Gerilim, heyecan vardır. Onda hayatın karmaşıklığını görmek mümkündür. Üslûp sade ve kıvraktır. Olayların akışı kuvvetlidir. Gerçeğe uygun sebepler dolayısıyla olumlu bir sona ulaşılır. Okuyucuya sağlıklı fikirler, duygular ve kanaatler telkin eden bu türlerin başarılı örnekleri, kültür hayatımızın vazgeçilmez unsurlarıdır.