Haberin Kapısı

Kur'an Her Şeyden Bahsediyor Diyorlar, Bu Doğru mudur?

EĞİTİM

O, sadece yirminci asrın "tabu"su sayılan bir kısım medeniyet hârikalarından bahsetseydi, pek çok şeyin anlatılıp tanıtılma hakkı zâyî olacak ve bir kısım sâbit hakikatler, gelecek keşifler ve bilhassa insan, ihmâle uğrayacaktı. Bu ise, Kur'ân'ın, ruh ve maksad-ı aslîsine bütün bütün zıt bir keyfiyettir.

Yüce Yaratıcı'nın, insanoğlunun öğrenmesine müsaâde ettiği ve onun maddî-manevî terakkisine vesile kıldığı her şeyden icmâlen bahsetmesi doğrudur. Ancak, Allah'ın (cc) müsâade etmediği ve insanoğlunun da dünya ve âhiret hayatına bir fâidesi dokunmayan şeylerden söz etmesi, hele tafsilde bulunması asla bahis mevzuu değildir. Zîrâ, böyle bir şeyi kabullenmek, hikmet dolu bir kitaba abes isnâd etmek olur ki, o mukaddes beyân bu türlü fâidesizlik ve abesiyetden çok muâllâdır!...

Kur'ân'ın ele alıp tahlile tâbi tuttuğu şeylerde, ta'kib ettiği bir yol vardır ki, o yol bilinmediği zaman, tahlilci çok defa hayâl kırıklığına uğrayabilir. Yani, aradığını onda bulamayabilir.

Bir kere, Kur'ân'ın en birinci hedefi, bu kâinat meşherindeki kelime, satır, paragraf ve kitaplarla, meşher sâhibini tanıttırmak, iman ve ibâdet yolunu açmak; ferdî ve içtimâî hayatı düzenlemek; dünya saâdetinin, âhirette dahi devam ve temadîsini temin ederek insanı mutlak saâdete ulaştırmaktır.

Bu îtibarla o, bu yüce hedefi tahakkuk ettirme yolunda her şeyden bahisler açar. Ele aldığı şeyleri, o istikamette vesîle olarak kullanır ve ehemmiyetine göre onlardan söz eder. İnsandan, O'nun ehemmiyeti kadar; yıldızlardan derecelerine göre ve elektrikten kâmeti nispetinde...

Böyle yapmayıp da o, sadece yirminci asrın "tabu"su sayılan bir kısım medeniyet hârikalarından bahsetseydi, pek çok şeyin anlatılıp tanıtılma hakkı zâyî olacak ve bir kısım sâbit hakikatler, gelecek keşifler ve bilhassa insan, ihmâle uğrayacaktı. Bu ise, Kur'ân'ın, ruh ve maksad-ı aslîsine bütün bütün zıt bir keyfiyettir.

Beşer için inen ve beşerin yaratıcısıyla münâsebetini onun ebedî saâdetini hedef alan Kur'ân, hedeflediği mevzûun azameti, genişliği ve hayâtîliği nispetinde çok yönlü ve rengarenktir. O'nun, bütün bu yönlerine âyine olabilmek için, kütüphaneler dolusu kitaplar yazılmış ve tefsirler meydana getirilmiştir.

edebî dâhiler, O'nun büyüleyici ifâdesine ve belâgat üstünlüğüne hayranlık destanları koşarken, nazarlarını âfâk ve enfüsde gezdiren ilim adamları, onun aydınlatıcı tayfları altında, eşya ve hâdiselerin hakiki yüzlerini görebilme ve anlayabilme bahtiyarlığına ermişlerdir. Psikologlar, sosyologlar, kitleler ve insan ruhuna âit en muğlak problemleri, onunla çözüme kavuştururken, ahlâkçı ve terbiyeciler de onu, bitip tükenme bilmeyen, alabildiğine zengin ve rengin bir menbâ kabûl etmiş, nesillerin terbiyesinde hep O'na müracaatta bulunmuşlardır.

Bu geniş ve zengin muhtevânın özüne uygun takdimini mevzuun mütehassıslarının pürüzsüz ve duru beyânlarına havâle edip, okuyucuyu, bu istikamette yazılmış kitaplarla baş başa bırakacağım. Yoksa, bir seneyi aşkın bir zaman içinde ancak bazı hakikatları anlatılabilen Kur'ân'ı,bütün yönleriyle soru cevap sütununda ifâde etmenin kâbil olmayacağını, herhalde değerli okuyucularımız da takdir ederler.

Ancak, Kur'ân'ın bir yönü var ki; "Kur'ân muhtevâsı" deyince, daha ziyâde gençlerimizin aklına gelen de odur, o da, Kur'ân'ın fen ve teknikle, daha doğrusu pozitif ilimlerle alâkalı olabilecek yönüdür. Suâlde kastedilen hususun bu olması itibariyle, biz de daha ziyâde o husus üzerinde duracağız.

Vâkıa, bu sahayı da bâkir sayamayız. Bu mevzûda şimdiye kadar yüzlerce eser yazıldı ve bunlarla Kur'ânî hakikatların yüzlercesine ışık tutuldu. Ancak pek çoğu îtibariyle, devrin, fen ve kültürünün tesirinde kalınarak kaleme alınan bu eserler, ihtivâ ettikleri tekellüflü te'villerden ötürü okuyucu tarafından hep kuşkuyla karşılanmıştır. Hele, sübut bulmamış nazariyeleri birer ilmî gerçek zannederek, Kur'ân'ın hakikatlarını onlara uydurmaya çalışmalar, bütün bütün Kur'ân'ı tahrif ve küçük düşürücü, mâhiyetde olmuştur. Oysa ki, Kur'ân'ın o meselelere dâir beyânı gayet açık ve az bir gayretle hemen herkesin anlayabileceği stildedir. Öyle ki, O'nu getiren Melekle, dağdaki çoban -letâifin zevki bir tarafa- ondaki ilâhî maksadı anlamada çok da fark göstermezler.

Bu îtibarla, onu anlatmada objektif olmak, ilâhî beyânın sağlamlık ve berraklığına sâdık kalmak ve onu vak'aların arkasından koşturmaktan daha ziyâde, bir endâm aynası hüviyetiyle hâdiselerin karşısına koymak esas olmalıdır. Dil, esbâb-ı nüzûl ve kelime nüansları bilinerek tahlîle tâbî tutmak, ilmî ıstılahlara girmediğinden ötürü garipsense bile, yanlış olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, sahâbe (ra) tâbiîn ve İbn-i Cerîr gibi ilk müfessirlerin anlayışlarının, sübut bulmuş ilmî gerçeklere çok uygun olmasına karşılık daha mütefelsif (4) ve daha derin gibi görünen sonrakilerde, ilmin rûhuna uymayan tekelleflü te'villere raslanılmaktadır. Bu da bize yaşadığı devrin te'sirinde kalmadan, Kur'ân'ı anlatan tefsircilerin, onun rûhuna daha yakın olduğunu göstermektedir.

Şimdi de, arz etmeye çalıştığım şeylere birer misâl ve sorulan soruya da bir cevap teşkil etmesi maksadıyla, bir iki nümune takdim etmek istiyorum:

1- Ezelden ebede kadar her şeyi gören ve bilen Yüce Yaratıcı, evvelâ umumi mânâda geleceğin bir ilim ve irfan ve bunun zarûrî neticesi olarak da bir îmân devresi olacağına dikkati çekiyor. "Biz onlara, âfâkda (bir baştan bir başa tabiatın sînesinde) ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O Kur'ân in gerçek olduğu onlara iyice tebeyyün etsin." (Fussilet/53). İlk devirlerden günümüze kadar, bütün tasavvuf erbabının `mevrid' bilip sık sık mürâcaât ettiği bu âyet, bilhassa ilim gözüyle ele alındığında, tek başına bir mûcize olduğu kabul edilecektir.

Makro-âlemden mikro-âleme kadar, insanın araştırma ve düşünme sahası içine giren ne kadar şey varsa, gelecekte aydınlanan mâhiyetleriyle Kur'ân'ı doğrulayacak ve Yaratanın varlığını ve birliğini gösterecektir. Şimdi vitrinlerde teşhir edilen bu mevzû ile alâkalı yüzlerce kitaba bakınca, ilâhî beyânın süratle tahakkuk etmeye doğru gittiğini görüyor ve daha şimdiden, gelecekte anlaşılabilecek, tabiata ait binlerce dilin onu 'tesbîh ettiğini duyuyor gibi oluyoruz.

Vâkıa, bugün dahi pek çok hâdiselerin diliyle "yedi gök arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbîh ederler. O'nu hamdederek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz, onların tesbîhlerini anlamazsınız. " (İsrâ/44) hakikatinden anladığımız şeyler, küçümsenmeyecek kadardır. Evet, atomların çözülen dili, bize pek çok şey ifâde ettiği gibi nebulaların tarrakalarından da, bir hayli şey anlamış bulunuyoruz. Ne varki, henüz bu âlemşümûl tesbîhi duyacak ve anlayacak kimselerin sayısı pek az, onu dünyaya duyuracak Kur'ân cemaatı da pek cılız bulunmaktadır.

2- Kur'ân'ın anne karnında ceninin teşekkül ve gelişmesini anlatması da fevkalâde enteresandır: "Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz biz sizi, topraktan, sonra nutfe (sperm) den, sonra alaka'dan (embriyo), sonra yaratılışı belirli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size açıktan göstereceğimizi gösterelim. . . " (Hac/5) . Başka bir yerde ise, kademe kademe anne karnında geçirilen safhalara parmak basılır ve aydınlık getirilir: "Andolsun ki biz insanı, çamurdan meydana gelen bir öz ve süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karargâha koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo) ya çevirdik. Arkasından alaka yı bir çiğnem et yaptık. Onun arkasından da, bir çiğnem eti kemik yaptık ve kemiklere et (adale) giydirdik. Sonra da onu başka bir yaratık olarak inşâ ettik (yani belli bir devreden sonra diğer canlılardan ayırarak istidâdına göre bir şekil verdik)': (Müminun 12-13-14). Bir başka âyetde ise; yine anne karnındaki değişik bir noktanın aydınlatıldığını görüyoruz: "Sizi annelerinizin karnında, üç karanlık içinde hilkatden hilkate (nutfe, alaka, mudğa) intikal ettirerek yaratmaktadır... " (Zümer/6) Bilindiği gibi rahim, dışından içe doğru üç dokudan meydana gelir: Parametrium, Miometrium, Endometrium. Bu dokular, su, ısı ve ışık geçirmez zarları sarmıştır. Kur'ân bu dokulara (zulmet) diyor ve insanın bu üç-zulmet içinde yaratıldığını ifâde ediyor.

Şimdi, modern anatomiye rehberlik yapmış olan bu âyetlerdeki özlü ifâdelerle hekimlerimizi baş başa bırakıp ayrı bir hususa intikal edelim.

3- Kur'ân, sütün meydana geliş keyfiyetini de süt gibi dupduru ve berrak olarak anlatmaktadır: "Hayvanlarda da sizin için ibretler vardır. Onların karınlarından fers (yara hazmedilmiş gıdalar) ile kan arasından tertemiz, içenlere içimi kolay süt içiriyoruz. " (Nahl/66) Alınan gıda maddelerinin, evvelâ yarı hazmı ve sonra emilen maddelerin, süt guddelerinde ikinci bir ameliye ve tasfiyeyi, Kur'ân, kelimesi kelimesine nakletmektedir.

4- Bir diğer mucizevî beyânı da, her şeyin bir erkek, bir de dişi olmak üzere çift çift yaratılmış olmalarıdır. "Ne yücedir O ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilemedikleri nice şeyleri hep çift yarattı." (Yasin/36) Canlılardaki erkeklik dişilik öteden beri biliniyordu; ama, otların, ağaçların "ve daha bilemedikleri nice şeyler" sözüyle atomlara, bulutlara kadar pozitif ve negatif çiftini ta'mim, oldukça düşündürücü ve hayret vericidir. Kur'ân daha başka âyetleriyle de her şeyin çift olması esası üzerinde ısrarla durmaktadır. Arz edilen nümûnenin kâfi geleceği kanaatiyle diğer bir âyete geçmek istiyorum.

5- Kur'ân, kâinatın hilkati mevzûunu da, yine kendine has üslûbla ele alır: "İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi; biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. . " (Enbiva/30)

Bu anlatış o kadar berraktır ki, ne dünkü Kant ve Laplas'ın, ne de modern çağın Asimow'larının faraziyeleriyle asla kirletilmemelidir.

İster hilkatin ilk maddesi esîr olsun, ister bütün kâinatlan dolduracak kadar kocaman bir sahabiye "kaos" olsun; ve, sonra ister hayata dâyelik yapan su, dünyadan yükselen gaz ve buharların, tekrar yağmur şeklinde geriye gelip denizleri teşkil ederek, canlılara müsâit vasat ve menşe olsun, ister başka şekilde meydana gelsin... Kâinatın, bir bütünün parçaları ve birbirine nümûne ve misâl tek hakikatin yaprakları olduğu anlatılıyor ve Kaliforniya çınarlarından insanlara kadar, vücudun dörtte üçünü teşkil eden suyun, hayatiyet ve ehemmiyetine parmak basılıyor.

6- Bütün kâinat içinde yıldızımız güneşin, ayrı bir ehemmiyeti vardır. Ve, Kur'ân, onun en mühim bir yanını dört kelimelik bir cümle içinde şöyle ifâde ediyor: "Güneş de kendi müstekarri (yani kendine tâyin edilen çizgide ve belli bir zaman içindeki muayyen istikâmet ve hareketi) içinde akrep gider. " (Yâsin/38)

Bu beyân, güneşin kendine tahsis edilen yörüngede akıp gittiğini anlattığı gibi, başka bir ağırlık merkezine doğru kayıp durduğunu da ifâde etmektedir. Aynı zamanda, vazîfesini bitirdikten sonra karar kılıp bir yerde duracağına da dikkat çekmektedir.

Kur'ân kelimelerinin zenginliğindendir ki, böyle dört sözcük ile pek çok hakikat ifâde edilir ve pek çok karanlık mesele vüzûha kavuşturulur. Böyle büyüleyici ve belîğane ifadelerinden bir tanesi de, mekân genişlemesiyle alâkalı olan âyetdir.

7- "Göğü kendi ellerimizle (kudret ve irâde) yaptık. Ve, Biz onu, devamlı genişletmekteyiz." (Zâriyat/47) Yine dört kelime, âlemşümûl bir meseleye dikkatimizi çekiyor. Siz, bu hususu, ister Huble'nin katsayısıyla îzâh edin; ister başka bir yolla; gök cisimleri arasındaki mesâfenin gittikçe arttığını anlatan âyet, kelimeleriyle, terkibiyle dupdurudur ve ne dediği de apaçıktır.

8- Bir diğer âyette ise, bu yaklaşma, uzaklaşma ve birbiri içinde dönüp durmadaki, îtibârî kanuna dikkat çekilmektedir. "Allah O'dur ki, gökleri görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti.. " (Ra'd/2) Bir nizam içinde hareket eden sistemler, yıldızlar ve peykler, bir kâide ve direk üzerinde hareket etmektedirler ama, o direk bizim görebileceğimiz bir direk değildir. Bu direk cisimler arasındaki itme kanunudur (ani'1-merkez) . Hacc, 65'de ise, gök cisimlerinin yer üzerine düşme durumunda olduğunu, fakat Allah'ın müsâade etmediğini anlatıyor ki; bu da, cisimler arasındaki çekme kanunudur.

Bu mevzûda ister Newton'un "câzibe-i umumiye"si açısından, isterse modern astronomi çağının "hayyiziyle" ele alınsın anlatılan şey fevkalâde açık ve seçiktir.

9- Günümüzün aktüel meseleleri arasında mühim bir yer işgal eden, ay'a seyahat mevzuu da bir işâretle hissesini alıyor zannındayım. "Dolunay şeklini alan aya kasem ederim ki, siz mutlaka, tabakadan tabakaya binecek (yükselecek)siniz." (İnşikak/18-19). Daha önceleri tefsirciler "hâlden hâle, şekilden şekile uğrayarak değişiklikler göreceksiniz" tarzında uygun bir mânâ vermişler ise de biz aya kasem edildikten sonra, sibâk îtibariyle yukarıda gösterilen mânânın daha muvâfık olacağı kanaatindeyiz.

10- Küre-i arzın şekil değiştirmesiyle alâkalı beyân da fevkalâde câzibdir: "Bizim, yere gelip onu uçlarından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Gâlib gelen onlar mı, yoksa biz mi? (Enbiya/44)."

Yerin uçlarının eksilmesi; yağmur, sel ve rüzgârlarla dağların aşınmasından daha ziyade, kutub bölgelerinin basıklaşmasından ibaret olsa gerektir.

11- Son bir misâl de ay ve güneş benzerliklerinden verelim: "Biz gece ve gündüzü iki âyet (alâmet) yaptık. Gecenin âyetini (ayı) sildik; gündüzün âyetini aydınlatıcı kıldık. " (İsra/ 12) .

İbn-i Abbas, gecenin âyeti ay, gündüzün âyeti de güneştir, diyor. Bu îtibarla gecenin âyetini sildik" sözünden, bir zamanlar ayın da güneş gibi ışık veren bir peyk olduğunu, ısının bulunduğunu; daha sonra Yüce Yaratıcının, O'nun ışık ve ısısını söndürdüğünü anlatıyor ki; bir yönüyle ayın geçmişini dile getirirken, bir yönüyle de, diğer yıldızların kader ve âkıbetlerine işaret etmektedir.

İşaret edilen bu bir kaç nümune gibi, Kur'an'da daha pek çok âyetler vardır ki, hem insanı alâkadar eden her mevzuun -hiç olmazsa- icmâli Kur'ân'da bulunduğunu, hem de bu meselelere dair, İlâhî beyânın herkesin anlayacağı şekilde, fakat beşer için ifâdesi imkânsız mûcizevî olduğunu göstermektedir.

İlerde iktidarlı birisinin, Kur'ân'ın bu kabil âyetlerini, zikredilen ölçüler içinde tefsir edeceği ümidiyle, ben daha fazla tasdî etmek istemiyorum.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.