Bizim Yunus derdim ona. Bizimle olmanın liyâkatini ona yakıştırdığımdan değil; bizimle birlikteliğinin sevincini bize de hissettirdiğinden... Hani böyle dolu dolu, gürleyip gelen kanın damarda duramaması gibi, maiyyetinin coşturduğu bir tarafı vardı Yunus'un. Etrafına taşan enerjisini hissetmemeyi bir tarafa bırakın; bu enerjiye kapılmamak imkansızdı. Sarmalayan heyecanın ardında hangi iç fırtınaları vardı, bunu sonradan öğrendim.
Tanıştığımız ilk gündü muhtemelen. Hasbihal arasında bizim gibiler diye bir vasfına gönderme yaptığını farkettim. Merak ettim, sordum. Güldü: "Bizim gibiler, yani midesi olmayanlar..." Hayretten gözlerimin açıldığını hatırlıyorum. Susup kalışımı da siz tahmin edin. Bir şeyi daha: Yunus'un bundan ne kadar eğlendiğini. Neden sonra "Hakikaten miden yoksa nasıl oluyor bu Yunus?" deyişime aynı gülüşle cevap verdi: "Rabbimin hikmeti. Mide alınınca kalın bağırsak aynı fonksiyonu görmeye başlıyormuş. Anlayacağınız şu an bağırsakla idare ediyoruz." sözünün devamında hikayesini dinledim Yunus'un.
Bursalı bir ailenin yerinde duramayan çocuğu. Küçük yaşında karate kursuna gitmeye başlıyor. Kısa zamanda siyah kuşağı kuşanıyor. Sonrası o turnuva senin, bu turnuva benim... Ve şampiyonluklar... Ama pahalıya patlıyor bu ona. Kondüsyon çalışmalarında, kilo ayarlamalarında asitli yiyeceklerle midesine fazla yükleniyor. Bir zaman geliyor ki mide rahatsızlığından hastaneye kaldırılıyor. Sonrasında kanser teşhisi konuyor hastalığına. Gün geliyor; doktorlar midenin alınması gerektiğine karar veriyorlar. Aksi takdirde kanserin tüm vücudu saracağı ikazında bulunarak...
Bu hikayeyi sanki gülüşünün sıcaklığında eritiyor, inceltiyor, sevimlileştiriyor Yunus. Ben de işi yüzsüz-lüğe vuruyorum: "İlk defa bir midesiz insanla karşılaşıyorum, heyecanımı mazur gör" diyorum. İşte moduna girdiğim an bu Yunus'un. Üniversiteye geldiği bu ilk senede, mütevazi bir öğrenci evinde başlayan tanışıklığımız bir müddet sonra bambaşka bir buud kazanıyor.
Zamanla bir şey farkediyorum Yunus'ta: Adının sahibi gibi bir aşkınlık var onda. Bir başka hâl ki tarifine ne güç, ne söz yeter. Bir yarı yolda kalmış, kervanı göçürmüş de, âh nice bir uyumanın derdine düşmüşün hâli gibi bir hâl... Yürümekle yanında gidilemeyen bir yolcunun aculluğu var sanki, hani koşmaktan başka çareniz yoktur gidebilmek için ardından... Sonra güzel insanlara, ulu çınarlar gibi Hakk'ın divanında durmuşlara, etrafına güzellik saçanlara bir iştiyak, bir iştiyak... İlkin çözemedim. Sonra kendisi anlattı. "Benim gibiler ancak iki, üç sene yaşayabilirlermiş" Siz isterseniz inanmayın ama bunu derken de gülüyordu. Bana düşen ise acı bir tebessüm ve birkaç kırık dökük gevelemeydi: "Aman Yunus, kimin kimden önce gideceğini kim bilir?" Yine güldü: "Öyle, öyle. Biz uzatmaları oynuyoruz."
Yaklaşık bir altı ay göremedim sonra onu. Bir gün bir telefon aldım. Bir güzel insandı arayan. Yunus'ta kanser tekrar nüksetmişti. İşyerimin hemen yakınındaki bir hastanede yatıyordu, beraber gidebilir miydik? Buluşmak için sözleştik. Daha öncesinde duramadım, yalnız gittim. Görür görmez, takınmaya çabaladı yine o sıcak tebessümünü, ama nafile, başaramadı. Başka bir şey demek zâid olur. Varın siz tahmin edin orada, yataktaki Yunus'un hâlini. Bir şey diyemedim: Tebessümün acısı yakarken boğazımı, yanında sessiz sessiz ağlayan annesini, yüzlerinde kederin bini bir parça babası ve abisini öylece bıraktım, gittim: Ah Yunus, bir kez daha şaşırttın beni diyerek...
Buluşma saatinde o güzel insanla beraber tekrar gittim yanına. Göz kapaklarını kaldırmaya mecâli yoktu ama bir şeyler yapmaya yeltendi. Annesi hareketlendi, tuttu elinden: "Söyle anne abiye, bu şekilde yatakta karşılamak istemezdim onu. Bize böyle öğretmediler onlar." Bu sefer sadece ah, diyebildim; Yunus demeye bile gücüm yetmedi.
Bir hafta sonra bu sefer evindeydik. Burası odası dediler, bir huzurlu yere götürdüler. Annesi babası, abisi, tâziyelerimizi burada aldılar. "Biz üzgün değiliz, biz şükrediyoruz" diyorlardı. "Bir gidişi vardı Yunus'un, görseniz, niye şükrettiğimizi siz de anlarsınız." Anlattılar... Ya da işte şöyle ağlattılar:
Bir ara yatağında doğrulmuş Yunus. Annesine seslenmiş: "Anne bir sakallı amca geldi, arkanda duruyor, kenara çekilsen de iyi görsem onu" demiş. Sonra bir heybet hâline bürünmüş ki tüm hastane şahit... İki eliyle dizlerine vurarak kendisini yaratanın adını zikretmeye başlamış. "Lâilâheillallâh, Lâilâheillallâh, Lâilâheillallâh..." Zikretmiş, zikretmiş, zikretmiş... Öyle gür bir avazı varmış ki cümle hastane personeli koridorlara doluşmuş... Dilinde O'nun zikri, gözünde kimbilir nelerin seyri, bir sakallı dedenin mânevî maiyyetinde terk-i dünya eylemiş Yunus.
Genç dediğinizde, yakın çevrenizden kimler gelir aklınıza? Benim aklıma Yunus gelir. Bizimle olmanın liyâkatini ona yakıştırdığımdan değil; bizimle birlikteliğinin sevincini bize de hissettirdiğinden... Son ânında bile dolu dolu yaşamanın ne demek olduğunu bize gösterdiğinden... Sevmenin, sevilmenin tadını tattırdığından... Yunus uzatmaları oynadığının şuurunu kuşanmıştı. Üzerimize bir muhabbet sağnağı oldu, yağdı. Alıp kendisini "İşte güzel insanlar bunlar; bir zor zamanda kendilerinden ancak güzellikler sâdır olanlar bunlar" diyenlere "Hakikaten bunlar güzel insanlar. Lakin bu insanlar işte böyle sevilir." dersini verdi. Vakıâ, o yüzden herhalde, otuz üç senelik bir mahsûlü üç ay gibi kısacık bir zamanda devşirdi gitti ya, bizim Yunus...