Evvela şu noktayı vurgulamak gerekiyor. Hz.Muhammed (s.a.v.) tasavvufu teoriden çok pratiğe dökmüştür ve sahabeye yaşam biçimiyle böyle örnek olmuştur. Tasavvufun kurallarından olan zühd hayatı Hz. Muhammedin risalet görevine başlangıcında kendisini gösteriyor. Mekke’de veya Hâşim oğulları arasında Hz. İbrahim’in doğduğu mağarada Allah’ı arayış tefekkürlerine binaen oluşmuş bir gelenek vardı. Yılın belli zamanlarında bir mağaraya çıkılıp yalnız başına bir zaman orada manevi bir temizlik dönemine girilirdi. Peygamberin dedesi Abdulmuttalib Mekke’deki Ebu Kubeys denilen dağda inzivaya çekilirdi. Hz. Muhammed ise cebeli nur dağındaki Hira mağarasını seçmişti. Hira kelimesi arayış demektir. Peygamber burada atalarından gelen zühd geleneğini yani tasavvuf terimi olan seyri sulükü yerine getirmiştir. Ayrıca burada tasavvufun diğer ana kurallarından olan vird, zikri hafi (gizli zikir) devam ettirmiştir. Çünkü inzivaya çekildiğinde yanındaki tek şey kalbiydi. Zühd halindeyken insan bir nevi kalbini yem gibi oltaya takıp denize atar. Allah’tan gelen bir balık o kalbi yerse işte o zaman kalp mutmain olmuştur. Ve Hira’da tasavvufun başka bir kuralı olan riyazeti, yani kanaatkarlığı uygulamıştır peygamber. Yani yine bir tasavvuf kuralı olan masivayı terk etmiştir. Dünya işlerinden, mülkünden el etek çekip günlerce az bir gıdayla bir hasırın üstünde Allah’ı anmak. İnsanlar içinde yok olup Allah yanında var olmak. Tasavvufta bunu emreder zaten. Kendisi bunu fakirlikten yoksulluktan yapmıyordu. Mekke’nin en önemli iş kadınıyla yani Hz. Hatice ile evliydi ve istediğinde her türlü maddi imkana sahipti. Fakat dünya onu tatmin edemiyor, manevi bir doygunluk arıyordu. İmam Kuşeyri bu durumu şöyle özetler’’ Tasavvuf yoksul bir hayat sürmeye çalışmak demek değildir, varlık olsa bile bunlara çok itibar etmemektir.’’ Tamda Hz. Muhammedîn yaptığı gibidir. Tasavvuf genel olarak bir ‘’ahlak eğitim’’ yoludur. İnsana haddini bildiren ve hayat boyu hatırlatan bir yoldur. Kur’an’ı kerimin muhtelif yerlerinde ‘’Sen yüce bir ahlak üzeresin’’ ifadesi aslında hz.Muhammedin bir mutasavvıf yani ahlak önderi olduğunu gösterir. Nakşibendiye tarikatının hz.Ebubekire dayanmasıda bir başka yöndür. Medine’ye hicret ettiklerinde örümcek mağara girişine ağını nakşederken Hz. Muhammed’de Ebubekir’e (r.a.) tasavvufu nakşediyordu. Yani ‘’üçüncüsü Allah olana kimse bir şey yapamaz’’ düsturunu. Yani ‘’Fenafillah’ı. O yüzden peygamberin Buhari’de geçen şu hadisi bunu ispatlar niteliktedir ‘’Benim gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz’’. Yani her an Allah’ladır. Allah için uyku denen gaflet hali olmadığından kalp artık Allah ile olmuşsa kalbinde uyumasına ihtiyaç yoktur. Yine efendimiz (s.a.v.) Müslim’de geçen şu duasıyla tasavvuftaki tariki nefsani kuralını uyguluyordu ‘’Rabbim beni bir an bile nefsim ile baş başa bırakma’’. Veya Gazali’nin ihyası ve Acluni’nin Keşful havasında geçen şu hadiside buna işaret eder ‘’ Senin en şiddetli düşmanın iki kaşının arasında bulunan nefsindir’’. Buradaki iki kaşının arası ifadesi mecazi olup Türkçedeki avucundaki kelimesi gibi düşünebiliriz. İmam Rabbani (r.a.) Mektubat eserinin 27.sayfasında bu hadisi şöyle şerh eder ‘’Nefs her zaman yanımızda bulunan azılı arkadaşımızdır. Varlıklar içinde en cahil olanı insan nefsidir. Çünkü nefsi emmare kendi kendine düşmanlık edecek kadar aptaldır. Her zaman kendini yok edecek şeyler istemektedir. İşte Hz. Muhammed’i eğiten Kur’an da tasavvufa ışık tutan bu uyarıyı yapmaktadır ‘’ Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir’’ (Şems, 9) Şimdi de gelelim ashabı suffa meselesine. Özetle Ashabı suffa aslında hz.Muhammedin hira mağarasındaki zahid hayatının devamlılığını sağlamaya çalışan bir gruptu. Kendilerini Kur’an ve sünneti anlamaya adamışlardı. İşte kilit noktada burada ortaya çıkıyor. Bunu tasavvuf kanalıyla yapmayı tercih etmişlerdi. Çünkü Kur’an ve sünneti anlamanın en iyi yolunun buradan geçtiğinide efendimizden öğrenmişlerdi. O zamanlar tasavvuf şimdiki haliyle oturmamıştı tabi. Ama tasavvufun binası olan nefs terbiyesi, kanaatkarlık, edeb, zikir, Hak ile birliktelik zaten vardı. Tasavvuf dediğimizde budur zaten. Medine mescidinin suffa kısmı (hurma dallarıyla gölgelenmiş kısıma suffa, sofa denilir) kaldıkları için ashabı suffa denildi kendilerine. Durmaksızın Kur’anı kerim kıraat ettikleri için ashabı kurra’da denilirdi kendilerine. Sayıları 400-500 arasıydı. O kadarki evlenmeyi bile düşünmezler, evlenmeye karar verenler ise bu gruptan ayrılırdı. Sahabeden Ebu Hureyre (r.a.)’ta bu gruptandı. Hatta peygamberin vefatından 2 sene önce Müslüman olmasına ve bu kadar kısa sürede bu kadar hadis rivayet etmesine şaşıranlara şöyle derdi ‘’ Benim fazla hadis etmeme şaşırmayın. Çünkü siz çarşıda pazarda ticaretle uğraşırken veya tarla sürerken ben mescitten ayrılmadan peygamberin dizi dibinde hadis, nasihat ezberlerdim. Efendimizde ashabı suffaya önem verir ve kendilerine şöyle derdi’’ Eğer sizin için Allah katında neyin hazırlandığını bilseydiniz yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın dahada çoğalmasını isterdiniz.’’ Hatta bir gün ev işlerinden yorulan kızı Fatima (r.anha) babasından kendisine bir hizmetçi almasını istediğinde efendimiz bu isteği ret etmiş ve ‘’ kızım sen neler diyorsun? Ben henüz ashabı suffanın geçimini yoluna koyamadım’’ demişti. Peygamberin bu gruba verdiği önem ve hatta hassasiyet (kendisine gelen eşyaları sadakaysa suffaya hediyeyse kendine ayırırdı) onların fena fillah için, nefsi terbiye için yaptıkları bu kadar uğraş neticesindedir. İşte tasavvuf insanı kâmil yani olgun insanı hazırlama programıdır. Bir nevi ümmeti ahirette Hz. Muhammed’in karşısına çıkarmaya hazırlama yoludur. Allah (c.c.) bizleri sıratı müstakimden ayırmasın. Amin
Hz.Muhammed ve Tasavvuf
Paylaş