İlk müslüman nesillerin zihinlerinde sonraki nesillerde görülen dünya ve ahiret arasındaki kesin ayrım yoktu. Onların duygularında ahiretten tamamen kopmuş yalmz dünya için olan ve dünyadan kopmuş yalnız ahiret için olan ameller yoktu.
Evet, bazı ameller vardır ki, onlarda doğası gereği ruhî yön ağırdır: Namaz, dua, zikir ve genelde ibadetler. Bir de fikrî yönün ağır bastığı ameller vardır: İlim tahsili ve ilimde ilerleme, siyasî, ekonomik ve savaş-barış gibi hayata ait işlerin yönetimi... Ve his yönünün ağır olduğu ameller de vardır: Yeme-içme, giyme, mesken edinme ve cinsel tatmin gibi. Fakat bu, birtakımıyla öbürünün arasını ayırmaz. Çünkü, bağlantılı ve tekleşmiş bir İnsanî yapıdan çıkmaktadır hepsi... Başka bir açıdan da bazısı sadece dünya için ahiretle ilgisiz bazısı da sadece ahiret için dünya ile ilgisiz duruma getirilemez.
Onların hayatlarına egemen olan, düşüncelerini yönlendiren ibadet kavrammm doğru şekliydi:
“Deki; 'Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rab- bi olan Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur.(En’am, 162-163)
“Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yarattım. ”
(Zariyât, 56)
Bu kavramda ibadetlerin amelden veya dünyanın ahiretten kopması mümkün değildir. Bunun için de onların anlayışında hayat, biri öbüründen ayrılmayan birleşik halkalardı. Onda namaz, hac, yeme-içme, cinsel ilişki, Allah Tealâ yolunda cihat, rızık peşinde koşma, ilim tahsili, dünyanm imarı... Hepsi ibadettir. Hepsi aynı anda dünya ve ahiret içindir. Gündüz veya gece insanın geçirdiği bilinçli her an ve O’na yönelerek O’nun indirdiğine uyarak yaptığı her amel, ibadet çeşitlerinden biridir, birbirine de bağlıdır. O sürekli bir ibadetten öbürüne geçer; bütün varlığım ve O’na yönelişini kapsayan insan olarak bulunuşundaki amacın yerine gelmesi için...
Namaz, zekât, omç ve hac gibi ibadetler ruhî yönü ağır olanlarsa, bunun anlamı yalnız onların ibadet olması veya onlarm dünya için değil de yalnız ahiret için oldukları değildir. Her birinin dünya hayatında gerçekleşmesi zorunlu olan gerekleri vardır. Namaz kötülükten ve münkerden alıkor, zekât nefsi ve malı aklar, oruç takvaya alıştırır, hac iyiliğe çağırır... Her biri dünya ve ahiret için olur aynı anda...
însanm hayatında yaptığı diğer akıl veya hissin ağırlıkta olduğu ameller de, geniş anlamıyla ibadet sınırının dışmda değildirler; tabiî onlarla Yaradan’a yöneliş amaçlandığı ve O’nun emirlerine uyulduğu sürece. Böylece onlar da ahiretten kopmuş ve yalnız dünya için değillerdir.
însanm hayatının tamamı ve dünyadaki faaliyetlerinin tamamı bütünleşerek, varlık amacını gerçekleştirir ve duygularmda dünya ile ahiret birleşir.
İlk müslüman nesillerin mantığında meseleler böyleydi. Bütün hayatlarını toplayan, aralarım birleştiren, görüşlerini birleştiren, derin ve köklü anlamıyla “Lâ ilâhe illallah”tı. O zaman da “Lâ ilâhe illallah” Allah Tealâ’mn birliğine kesin ve yakınî itikat ve O’nda insanın dünya hayatını düzeltip ahirette güvene ulaştırması için indirilen kapsamlı bir din olur, O zaman da bu dinde bir meseleyle öbürünün, arası ayrılamaz. Bu yöntemde bölümlerden birinin öbürüyle arası bölünemez.
Cahiliye Arapları çok ilâhlara tapındığı zaman, hayatları da parça parça ve birleşemez haldeydi. (Gerçi onlar kendi dilleriyle Yaradan’ı rablerin rabbi olarak görüyor ve diğer ilâhlara ancak O’na yaklaştmcı olsunlar diye tapmıyorlardı.) Ahirete inanmıyorlardı; hislerinde dünya ile ahiret arasında bir bağ da yoktu. Tapınılan rabler çoktu; ibadet de dağınık ve bölünmüştü.
Biraz putlar, biraz kabile, biraz da baba-dede göreneği veya arzu ve şehvetlere tapınılıyordu. Ya da hepsi, hislerinde bir bağlantı ve iletişim olmadan aym anda tapınılıyordu. Hayat, gerçek bir hedef ve amacı olmadan yaşanıyordu:
"Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sülükler, derler ” (Casiye, 24)
Madem böyledir, sonrasını düşünmeden içinde yaşanılan şu an yaşanır:
Bunun için de parçalanma tarihteki bütün cahiliyeler gibi o cahili- yenin de niteliğiydi; tarih sürecinde cahiliyetten cahiliyete parçalanma oram farklı olsa bile.[1]
Sonra o cahiliye “Lâ ilâhe illallah”a iman etti. Başka bir halk oluverdiler. Dağılıp parçalananlar, geniş bir birlik için toplandılar. Savaşan kabileler, tarihlerinde ilk defa, “ümmet” oluşturmak için birleşti. Onlar halbuki uzun süre bu birliği başaramamışlardı. Çünkü, birleştirme unsurundan mahrumdular.
Cinsler, renkler, diller ve ayrı ayn kültürler birleşti. Hepsi, tarihte örneği olmayan bir yapıda bir ümmetin içinde içli dışlı oldular. Akıl bir tarafa, ceset bir tarafa, ruh da başka bir tarafa yönelmiyordu. İnsan Yaradan’in koyduğu fıtrat üzere olgunlaşıyordu. Bir yönü öbüründen ayrılmıyor, hayat parçalanmıyordu. Fıtrî bağlantısı ilâhları ve ibadetleri çoğaldığı zamanlar bozulmuştu. Mabudu ve ibadeti birleşince, parçalanmış, dağınıklar da birleşmişti. “İnsanın” hoşlandığı O’nun yarattığı şekle dönmüştü.
İnsanın tavrı da tek bir yöntemde birleşti.
Artık, bir defasından bir şey çıkmaz, diyen insan yoktu. Bugünle yarının farkı ne? Bugün bir ilâhın yarın da başka bir ilâhın mı? Yoksa O tek bir ilâh mı; bugün de yarın da ve bütün hayat onun mu?
...Ye tek olan Yaradan’a dayanmış, O’na yönelmiş bir metodun düzenlemesi için çeşitli faaliyet alanları birleşti. Müslümanın hayatı, hepsi: Yemesi-içmesi, tartısı-ölçüsü, alış-verişi, namazı, işi, savaşı-ba- rışı... Tek bir dinin yönetimine girdi: Allah Tealâ’mn dini, müslümanın haramı O’nun haram ettiği, helâli O’nun helâl ettiği, mubahı O’nun mubah ettiği, müstahabı O’nun hoş gördüp ve mekruhu da Yüce Allah’ın sevmediğidir. Böylece meseleler ne kadar değişirse değişsin yön hep aynıdır. Gündemlerin değişmesine rağmen tavırların şekli hep aynıdır: Allah Tealâ’dan gelene uyma özelliği “ve bu da o insanın” genel niteliği oluverdi.
Bu, dünya ile ahiret yollarmı birleştirdi.
Niçin iki ayrı yol olsunlar?
Bu bir ilâhın öbürü de başka bir ilâhın mı? Dünyaya egemen olan ilâh, kıyamet günü insanları hesaba çekip ödüllendirilecek ilâh değil midir? Onları, neye göre hesaba çekecek ve ödüllendirecektir?
Ahiret hayatının ölçüsü, dünya hayatının ölçüsünden değişik midir? Bir iş dünya ölçüleriyle güzel, ahiret ölçüleriyle çirkin olabilir mi? Veya tersi?
İkisi de aynı ölçü vermiyor değil mi ikisi de: Dünyada güzel olanın ahiretteki karşılığı da daha güzel, dünyada şer olanın da ahirette karşılığı ceza değil mi?
“İyi davrananlara; daima daha iyisi ve üstünü verilir. Onların yüzlerine ne bir karalık, ne de hakirdik bulaşır. İşte onlar cennetliklerdir: Orada temelli kalırlar. ”
“Kötülük işleyenlere kötülükleri kadar ceza verilir; onların yüzlerini hakirdik burur, Allah’a karşı onları savunacak yoktur; yüzleri, geceden kara bir parçayla örtülmüş gibidir. Bunlar cehennemliklerdir. ” (Yunus, 26-27)
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür. ’’ (Zilzâi, 7-8)
“Bunlar Allah’ın yasalarıdır. Allah’a ve peygamberine kim itaat ederse onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budur: ’’
“Kim Allah ’a ve peygamberine baş kaldırır ye yasalarını aşarsa, onu temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçallıcı azap onadın ” (Nisa, 13-14) (vebkz. Ra’d, 19-25)
O halde dünya ahiretten ayrılıp, nasıl iki ayrı yol olabilir? Asla! Yol tektir. Başı dünyada, sonu ahirette... İki şeritlidir bu yol. Yönlerden birini iyi amel sahipleri tutuyor ve onları cennete götürüyor... Diğerini de kötüler tutuyor ve onları azaba götürüyor... Ama o bir yoldur, dünya ve ahiret arasında bölünmüş değildir:
“Sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz. Allah insanlardan birtakımım doğru yola eriştirdit fakat birtakımı da sapıklığı hak etti, çünldi bunlar Allah’ı bırakıp, şeytanları dost.edinmiş ve kendilerini doğru yolda sanmışlardı. ” (A’raf, 29-30)
İlk müslümanlarda dünya-ahiret birliği öyle bir noktaya gelmişti ki, gerçekte dünya hayatında yaşarlarken düşünce fikirleri âhirete bağlıydı, önlerinde duruyormuş gibi yaşıyorlardı onu.
Kur’ân-ı Kerim’in öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza üzerindeki yoğun tekrarı, kıyamet sahnelerini canlı ve çekici bir üslûpla sunuşu, müslümanlara his ve hayalleri ile, önlerinde o an görüyor ve olaylarım yaşıyormuşçasına âhireti yaşatıyordu. Hatta, bütün gerçekleriyle dünya geçmiş, ahiret de olaylarıyla hazır, şu anda yaşanıyor gibi!
“Birbirlerine dönüp soruşurlar: ‘Doğrusu bundan önce ailemizin yanında bile korku içindeydik; Allah lütfedip bizi kavurucu azaptan korudu; doğrusu bundan önce de O ’ııa yalvarıyorduk; şüphesiz O iyilik yapandır, acıyandır. ’ derler. ” (Tür, 25-28)
Ahiret gününe, yakın derecesindeki bu köklü iman ve vicdanı şiddetle sarsan bu canlı takdimle onlardan biri mevcut durumu yaşıyor, sonra da ahiretteki karşılığım yaşıyordu! İşte şu, dünya hayatmda bir amel yapıyor ve ardından da amelinin Allah Tealâ’ya itaat olması durumunda cennetteki yerini hayal ediyor... Şu da, dünya hayatmda yaptığı veya yapmaya niyetlendiği bir amelin ardmdan, korku ve endişeyle, amelinin O’na günah olması halinde cehennemdeki yerini düşünüyor!
Böylece -büyük bir çoğunlukla- dünyadaki amelleri düzgün oldu. Hatta, mucizelere benzeyen yüksek ufuklara yükseldi.
Melek değillerdi. İnsanlıklarından çıkmaları da istenmiyordu onlardan. Masum olan, peygamberler dışında insanlar hataya maruzdur. Ama onlar hataya düştüklerinde hemen tevbe ediyorlardı:
“Ve onlar bir kötülük yaptıkları ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah ’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah 'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, bile bile yaptıklarında ısrar etmezler. ” “îşte onların mükâfatı Rableri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların karşılığı ne güzeldir ” (AI-i îmran, 135-136)
“Bütün Ademoğıdlan hata eder, hata edenlerin hayırlıları da tevbe edenlerdir ” (Hadis-î Şerif)
Evet, onların duygularında dünya ve ahiret, birleşik tek bir hesaptı, iki ayrı hesap değildi.
Doğrusu dünya Kur’ân-ı Kerim’de yerilmiş, Resûlullah’ın (s.a.) diliyle lanetlenmiştir, insanlara onun sevgisini ve ona bağlanmayı terki önermiştir. Ama bu öneriler Kur’ân-ı Kerim ve hadiste hangi alanda gelmiştir?
İki durumda geldiğini görüyoruz: Dünyanın -sevgisi ve ona bağlanmanın- insanlarla Yaradan’a ve ahiret gününe iman arasında bir engel oluşturduğu ya da onlarla O’nun yolunda cihadın araşma girdiği zaman:
“Dünya hayatıyla sevindiler Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, bir geçimden ibarettin "(Ra’d, 26)
“Bize kavuşmayı ummayan, dünya hayatına razı olup onunla rahat edenler ve bizim ayetlerimizden gaflet edenler... ”
“işte kazandıkları işlerden ötürü onların varacakları yer, ateştir! ” (Yunus, 7-8)
Bunlar ve benzeri insanları Yaradan’a ve ahiret gününe imandan alıkoyan dünya sevgisi için gelmiştir.
Canlarla ve mallarla Osnun yolunda cihattan alıkoyan dünya sevgisi için de şu ayetler ve benzerleri gelmiştir:
“De ki: 'Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah 'tan, peygamberinden ve Allah yolanda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğa gelene kadar bekleyin. Allah f asık kimseleri doğra yola eriştirmez. ” (Tevbe, 24)
‘Allah'a inanın ve peygamberin yanında savaşın, ‘diye bir süre inmiş olsa, onların giicü yetenleri sizden izin isterler ve ‘Bizi bırak oturanlarla beraber kalalım.' derler. ”
“Geri kalan kadınlarla beraber bulunmaya razı oldular. Kalpleri kapanmıştır, bu yüzden anlamazlar. ” (Tevbe, 86-87)
Bu ayetlerde sözü edilenlerin hepsi ya açık kâfirlerden ya da nifak ve ikiyüzlülük için İslâm olduklarını açıklan halde içlerinden mümin olmayan münafıklardandır. Onlar ateşin en alt katmanlarındadırlar, O’nun hükmünde de kâfirdirler:
“Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlara yardımcı bulamayacaksın. ” (Nisa, i 45)
“Verdiklerinin kabul olunmasına engel plan, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmeleri, namaza tembel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir. ”
“Artık onların mallan ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azap etmek ve canlarının inkârcı olarak çıkmasını ister. ” (Tevbe, 54-55)
Bu iki alanda, ayetlerde açıklanan sebeplerle dünya yerilmiştir.
Fakat bu iki alandaki gerçek durum nedir?
Gerçek durum burada, dünya ve insanın hissinde ahiretten kopuktur. Ya hiç inanmadığı için ya da inancı zayıf, karmakarışık ve hissinde açık bir tablo sergileyemediği böylece de düşünce, duygu ve tavırlarına etki edemediği için...
Onun hissinde problem şudur: İnanmadığı (ya da varlığıyla yokluğu eşit olan bir iman) bir cennet, can ve maldan fedakârlıklarla vaat e- dilmiş, o halde bu, varlıktan mahrum olmaktır. Çünkü, Allah Tealâ’nm mubah kıldığıyla yetinmek istemiyor, tersine, şehvetlerinin paralelinde yürümek arzusundadır.
Problem böyle olunca dünya hayatını tercih etmektedir:
‘İşte, azıp da dünya hayatını tercih edenin varacağı yer şüphesiz cehennemdir. ” (Naziât, 37-39)
“Ama sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha iyi ve daha bakidir. ” (A’Iâ, 16-17)
“Durakları ateş olduğu halde kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler: ” (Muhamraed, 12)
Arzularının sınırsız tatminini yeğlemiştir; çünkü ondan mahrum olmak onun yanında Yaradan’m onu uyardığı azaptan daha şiddetlidir. Ya, âhirete aslmdan inanmadığı için ki, onun hissinde korkutulduğu azap bir kuruntudur, gerçekliği yoktur: Ya da âhirete imanı zayıftır, o azap hayalinde, elindeki nimetten mahrum olmanın acısından daha hafif gelmektedir.
İki durum da anormaldir, sahibinde denge bozukluğu getirir. Çünkü ancak duyuların algıladığına inanmaktadır.[2] Duyularının algıladığına işaret edecek olan manevi işaretten de giderek uzaklaşmaktadır.
“Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar. ” (A’raf, 179)
Ya da o, gözünde ancak net olanı yakından görebildiği görme kusuru olan gibidir. Algılama organı ancak yakında olanı varsayıyor, uzak- takini ise kanşık, müphem, birbirine karışmış görüyor.
"Rahman olan Allah ’ın anmayı görmezlikten gelene yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz. Şüphesiz onlar bunları yoldan akkorlar, bunlar da doğru yola eriştiklerini sanırlar. ” (Zuhruf, 36-37)
Normal bir insanın hissinde ise, olay tamamen değişiktir...
Normal bir insan ilk anda ruhunu gayp dünyasına kapatmaz, nefsini sadece organlarının algıladığı alana hapsetmez. Yaratıcısı ona (yaratılış amacı olan halifelik misyonuna yardımcı olsun diye) iki karşılıklı güç belirlemiştir. Her biriyle misyonunun bir bölümünü gerçekleştirir, ikisiyle aynı anda dengede kalır. Oradan veya buradan dengesini bozmaz.
Birincisi organların algıladığına iman, İkincisi de gayba imandır. Birinci güçle, yakındaki algılanan eşyaya, çevresindeki maddî varlıklara muamele eder. Maddenin özelliklerini öğrenir. Yeryüzündeki durumunu güzelleştirmek için Yaradan’m hizmetine verdiği göklerde ve yerdeki enerjinin kullanılması için bilgisini geliştirir. îkinci güçle de (varlıklarının izlerini kavrasa bile) hissinin kavrayamadığı, onlara iman ve onlarla muamele ve bağlantı halinde olma özelliğinin fıtratına konduğu doğrularla muamelesini sürdürür. İlâhlık, peygamberlik, vahy- i İlâhî, öldükten sonra dirilme ve ceza hakikatları gibi... Diğer bir taraftan da (gerçekte en önemlisi) dünyanın maddî imarını İlâhî yönteme uygun olarak gerçekleştirmesidir. Somut bir maddi imar veya cesedin istek ve lezzetlerine cevap veren bir imar olmamalı. Tersine gerçek anlamıyla bir “uygarlık” olarak. Yani, yüksek değerlerin kuşattığı, Yaradan’m dünyadan bir avuç toprak ve O’nun ruhundan bir nefesle yarattığı “insana” lâyık bir gerçeğin belirlediği bir imar. İnsandaki ruhî nefesin gereklerinin yerine gelmesi de ancak bu İlâhî vahiyden kaynaklanarak mümkündür. Onsuz insan, çamura boğulmuş kain, ondan çıkamaz. Çünkü, kendisindeki kurtuluş gücünü iptal etmektedir.
Hayat düzenini İlâhî yöntemden alan insanın bilincinde konu değişik bir şekil aln.
Dünya hayatında birtakım şeyleri Âdem ve hanımı dünyaya indiğinden beri, Allah Tealâ insanlara mubah kılmıştır . .
“Onlara; ‘Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz. 'dedik. ” (Bakara, 36)
Allah Tealâ’mn ilmi ve hikmetiyle belirlediği bu dengenin insan yapısı için en uygun olan ve yeryüzündeki halifelik görevini yerine getirmesinde ona yardım edecek bir kusur olduğunu Allah Tealâ biliyordu. Diğer bir yandan da insanın yaratılış sebebi olan sınav ondadır. Yüce Allah İnsanî yapıyı şehvetlere eğilimli yaratmıştır:
“Kadınlara, oğıdlara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştin Bunlar dünya hayatının nimetleridir.. ” (Al-i îmrân, 14)
Aynı zamanda da Allah Tealâ sınırlar belirlemiştir:
“Bunlar Allah’ın sınırlarıdır, onlara yaklaşmayın. ” (Bakara, 187)
“Bunlar Allah *ın sınırlandır, onları aşmayın ” (Bakara, 229)
Rahmeti gereği, insanın yapısını bozmadan yaşamda makul dengenin gerçekleşmesi için o sınırları belirlemiştir. Fakat smav noktası; artmasını isteyeceği şehvetlerin ona güzel görünmesi, öbür taraftan da, mubah sınırının getirilip, nefsi daha fazla istese de onu aşmaya izin verilmemesidir.
Fakat Allah Tealâ’nın insan için böyle bir sınır koyması onun kendi yararı içindir. Yüce Allah’ın zenginliği sonsuzdur, insanı önünde süslenmiş yasak şehvetlerle kendi yararına da olsa üzerine konmuş kayıtlar arasında yasağın acısmı çekmesi için terk etmemiştir. Ona, yararı ve etkisi büyük, yasak baskısı hissetmeden şehvet duygusunu kontrol edebileceği, hatta onunla bir üstünlük ve iktidar hissedeceği (şehvet çöplüğünden yükselme ve kontrole gücü yetme) bir araç lütfetmiştir. Bu büyük bilinç onun, ilk anda hissedebileceği yokluğu doldurur ve nihayet ona alışır.
O büyük araç, “kalp”, “akıl” ve “fuad”dır.[3]
"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir. ” (Nuh, 78)
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek hılaklan olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir." (Hacc, 46)
Meselede sınama noktası şudur: İnsan Allah Tealâ’mn ona lütfettiği bu büyük aracı kullanıp, şehvet hislerini kontrol ederek bu kontrolle ona lâyık olan yere yükselip, gerçek anlamıyla bir uygarlık kurup, yeryüzün- deki gerçek fonksiyonunu icra edecek mi? Daha da ötesinde ahirette:
"Hiçbir gücün görmediği, hiçbir kılağın işitmediği, hiçbir beşerin kalbinden geçmeyen. ” (Buhari-Müslim)
Cennetin ödüllerine, en iyiye ulaşabilecek mi? Yoksa bu büyük aracı bir kenara atıp, şehvetinin kucağına düşecek, şahıs ve cemaat olarak nefsini helâk ederek, ona lâyık olan uygarlığı oluşturamayacak mı? Daha da ötesinde, nefislerin kaldıramadığı ve cesetlerin dayanamadığı korkunç cezaya mı düşecek?
"O ayetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe sokacağız, (öyle k) derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz! Şüphesiz Allah daima üstün ve hikmet sahibidir. ’’
"İnanıp iyi işler yapanları da altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Orada kendilerine tertemiz eşler de vardır ve onları (hiç güneş sızmayan) eşsiz bir gölgeye sokacağız. ” (Nisa, 56-57)
Bu normal bir insanın hissindeki bir olaydır. Hikmete yakın, Allah Tealâ’mn ona lütfettiği “kalbe” uygun olan kendisine mubah kılmanla yetinip, nimetlerde O’nun haram ettiğine kaçmamak, dünyada hayatım istikamet üzere sürdürüp, Yaradan’m korkunç azabından kurtularak, ahirette Cennet ve Rıdvan’dan faydalanmaktadır.
Bu dinin saf kaynakları, Allah Tealâ’nın kitabı ve Resûlü’nün (s.a.) sünnetiyle yetişen ilk nesillerin hissinde konu böyleydi. Buna bağlı olarak da dünya ve ahiret, düşüncelerindeki tek yol ve tek hesaptı:
“Allah'ın sana verdiği içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. ” (Kasas, 77)
“O yeri sizin için uygun hâle getirdi. Haydi onun omuzlarında yürüyün ve Allah’ın rızkından yeyin. Dönüş O'nadir. ” (Mülk, 15)
İslâm’ın insanlığın benliğinde geliştirdiği ve müslümanlardan ilk nesillerin de -tarihin de kaydettiği gibi- meydana getirdikleri ve insanlığa başka bir etkiyle ölçülemeyecek şekilde etki eden şu güzel denge... Bu güzel denge, ilk nesillerden sonra bozulmaya başladı.
Arap cahiliyesinde bozulma, insanların hissinde dünyanın ahiretten kopması şeklindeydi; ahiret, öldükten sonra dirilme ve cezaya imanları olmadığından dünya hayatı tercih ediliyordu. Şimdi ise, insanların hissinde dünyanın ahiretten kopması şeklindedir ama dünya hayatının kolaya alınıp, egemen görülmesinden dolayı; ahiret hayatı da rağbettedir.
îlk anda, iman da budur zaten, mümin bir insanın elde etmeye çalışması gereken aşama budur, denilebilir.
Evet, uzun yüzyıllar boyunca İslâm topraklarında gelişen ve hâlâ orada ve burada izleri mevcut olan tasavvufun sunduğu âhiretin dünyaya tercihini benimseyenlerin de zihinlerini meşgul eden buydu.
“Allah Tealâ, şöyle demiyor mu? Ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur. Dünya hayatı, zaten, sadece aldatıcı bir geçimden ibarettir. (Al-i îmrân, 185)
Aldatıcı varlıktan uzaklaşıp, “asıl hayat”50 olan ahiret yurduna bağlanan, gerçek kazanç sahibi, dinin özünü meydana getiren, en güzel örneği ortaya koyan değil midir?
Ancak, dikkat edildiği zaman bu akımın ilk anda gizli kalabilecek yönleri ortaya çıkıyor...
Onlar bununla Yaradan’ın rızasını amaç edinmemişler miydi? Evet.
Peki, bu amaç için O’nun emrettiği yolu izlemiş oldular mı? Hayır.
Şimdi tasavvufun aşırılıklarından, vahdet-i vücuddan, hulul... vb. inanç sapmalarmdan söz etmeyeceğiz. Türbelere tapınma ve etraflarında oluşan bidat, sapıklık ve masallardan, Allah Tealâ ile kullar arasında aracılar konmasından da söz etmeyeceğiz. Bu din, bütün aracılıkları kaldırıp, insanın kalbini onlardan arındırması, kalbini aracısız ve ortaksız direkt O’na bağlaması için gelmiştir-[4] [5]
‘‘Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. ” (Bakara, 186)
Sapmalardan ve onlardaki şirklerden söz etmeyeceğiz. Şu anda konumuz, “dünya ve ahiret kavramı”dır. Sözümüz de bizzat bu alanda tasavvufun bozduğu konular etrafında olacaktır.
Bazı düşünceler genelde dünyayı yeren ayetlere ve lânetleyen hadislere dayanmıştır.[6]
Dünya varlığını terk edip, ona bağlanmayan Resûlullah’ın (s.a.) ashabından zahidlerin[7] durumunu örnek aldılar...
Dünyaya bağlanmanın müminin hayatında Rabbin gazabım üzerine çekip, onu ahirette azapla yüzleştiren isyana götüreceğini söylediler çoğunlukla. Dediler ki: günahları terk etmenin tek yolu, dünyanm hakir görülüp, atılması, süs ve güzelliklerinden kaçınılması ve imkân dâhilinde ondan uzaklaşılmasıdır...
Ayetlerse, kâfirler ve münafıklar hakkındadır...
Evet mümin, kâfirlerin düştüğü bazı hallere düşerse ondan bir pay alır, doğrudur (gerçi imanının asimi koruduğu sürece bununla kâfir olmaz). Müminlere seslenen şu ayette olduğu gibi:
“Ey inananlar! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın dendiği zaman yere çöküp kaldınız? Ahireti bırakıp dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimi âhireie göre pek az bir şeydir. ”
“Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azapla azap eder ve yerinize başka bir millet getirir. O ’na bir şey de yapamazsınız. Allah her şeye kadirdir ” (Tevbe, 38-39)
Nitekim Hz. Ömer de (r.a.) Allah Tealâ’nın şu ayetlerine muhatap olmaktan sürekli korkuyordu, ikisinin de kâfirler hakkında indiğini biliyordu: inkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara;
“‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız... ’denir. ” (Ahkâf, 20) “Sonra, o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çeldleceksi- niz. ” (Tekâsur, 8)
Doğrudur bu. Ahireti unutturacak şekilde dünyaya bağlanma, ceza onunla bunun arasında değişik de olsa, Allah Tealâ’nın müminden de kâfirden de kabul etmediği bir şeydir.
Bunlarm hepsi bir tarafa, dünya ve âhireti karşılıklı iki olgu, öyle ki insan birini seçerse mecburen öbüründen kopmaktadır, bu yüzden de birini seçip diğerini atmak gerekiyor şeklindeki bir düşüncenin aslı yoktur. Allah Tealâ’nm dininde bir dayanağı yoktur.
Allah Tealâ’nm sözünü dinleyelim şimdi:
"...Allah'ın sana verdiği şeylerde, ahiretyurdunu da gözet, dünyadaki payını da unutma. ” (Kasas, 77)[8]
"Yeryüzünü, size boyun eğdiren O'dur; öyleyse yerin sırtlarında dolaşın, Allah’ın verdiği rızıktan yiyin; sonunda dönüş O’nadır.” (Mülk, 15)
“De ki: 1Allah ’ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir? Bunlar, dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir’de. ” (A’raf, 32)
Ve Resûlullah’ın (s.a.) sözü:
“...Ben Allah ’a en çok ibadet edeniniz ve O’ndan en çok korku du- yanınızım; oruç tutuyor ve iftar ediyorum, gece kalkıyor ve uyuyorum, kadınlarla evleniyorum. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir. ” (Buharı, Müslim)
Allah Tealâ’nm şu sözünde özellikle duralım:
“De ki: Allah ’ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir. ”
Burada ziynetin anılmasında özel bir anlam vardır. Ziynet güzelliktir. Güzellik ise, zaruretten fazla bir şeydir. Yani, Allah Tealâ’nm kullarında mubah kıldığı, nasıl olursa olsun hayatı koruyacak somut bir zaruret değil, zaruretin de ötesinde güzellik noktasına varan bir şeydir. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda çokça işaretler vardır:
“Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile bitirmeye gücümüzün yetmediği güzel güzel bahçeler meydana getiren mi? ” (Nemi, 60)
“O gökten su indirendir. Her bitkiyi onunla bitirdik, ondan bitirdiğimiz yeşilden -birbirine benzeyen ve benzemeyen- yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar çıkardık. Ürün verdiklerinde ürünlerine, olgunlaşmalarına bir bakın.[9] Burada, inananlar için, şüphesiz deliller vardır. ” (En’am, 99)
“Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerini de yersiniz. Onları getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız. ” (Nahl, 5-6)
Hadis-i şerif ise, Yaradan’ın kulları için razı olduğu ibadette, dünya geçiminden el etek çekme ve ondan tamamen kopmanın bulunmadığını vurguluyor. Çünkü bu el etek çekme ibadet ve O’ndan korkunun doğruluğunun bir göstergesi değildir. Halkın hepsinden daha çok ibadet eden (s.a.) ve O’ndan en çok korku duyan onu yapmamış ve emret- memiştir. Tersine onu yapar, onları yapmayanları sünnetinden kopmuş kabul ediyor ve yoldan ayrılmakla uyarıyor: “Sünnetimden yüz çeviren benden değildir
Mistiklerin örnek aldıkları “zahid”ler ise, tasavvufun dışında bir yoldaydılar. İlk anda, zahidle mistik arasında kimi yönlerin benzeştiği zannı uyanabilir: İkisi de varlıktan uzaklaşmış, zamanının çoğunda ondan kopmuştur. İkisi de mubah varlıkla uğraşacak fırsat bırakmayan bir ibadete vermiştir kendisini.
Ama, bundan sonrasında ayrılıyorlar. O kadar ki, aralarındaki fark neredeyse iki uç noktadır. Her birinin yöneldiği ibadet çeşidinde ayrılıyorlar. Yani, gerçekte onlar “ibadet kavramında” ayrılıyorlar. Buna paralel olarak da hayat yöntemi ve tavırlarında da ayrılıyorlar.
Bazı şehvetlerden el etek çekmek ilk başta, o şehvetlerin önünde duracak şeddin oluşması için güçlü bir azme muhtaçtır. Sonra bu el etek çekmenin kendisi, şiddetli şehvet akımının önünde durduğunda nefiste yükseğe yönelen, o yüksekte hareket eden üstün ve güçlü bir birikim oluşturur. Barajın suyun önünde durduğu gibi, bir yandan suyun akışını durdururken seviyesi de yükselir, asıl yatağmda çıkamayacağı bir seviyeye çıkar.
Buraya kadar, zahidden ve mistikten çıkan psikolojik tavır aynıdır. Zahidin de mistiğin de nefsinde yüksek seviyede, sahibinin şehvetlerle beraberken yükselemeyeceği noktaya yükselmeye uygun bir birikim oluşur.
Sonra ufuklar değişir...
Başlarında zahidlerin efendisi (s.a.) olmak üzere ilk neslin zahidle- rini zühdlerinin[10] dünya varlığına karşı kendilerini hangi tavra ilettiğini gördük: Yüce Allah yolunda cihat. Allah Tealâ’nın sözü en yüce olsun diye cihat. Yeryüzünde İlâhî adaletin uygulanması için cihat. İnsanların ideal dünyasında hayal ettikleri ideal bir toplumun oluşması için cihat. Sapıtmış bir ortamı düzeltip, yerine normalini getirmek için çalışma.
İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma; ki bu iki şey Allah Tealâ’nm hayırlı olması için çıkardığı ümmetin mesajıdır:
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, kötülükten
alıkoyan, Allah ’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. ” (Al-i İmrân, 110)
Zühdün yükselttiği birikimin hareket edeceği yüksek ufuklar, gerçek dünyasında gözleri kamaştıran yüce yapılar kuruyor, nurunu dünyaya yayarak, Allah Tealâ’nm aydınlanmasını takdir ettiği insanlığın karanlıklarını aydınlatıyordu... Yarım yüzyılda nurunu yayarak batıda okyanusa, doğuda da Hindistan’a ulaşıyordu... Önünde engeller duramıyor, karanlıklar yerini aydınlıklara bırakıyordu.
Başlarında Resûlullah (s.a.) olmak üzere zahidler varlığı yasaklamıyor, onun üstüne tırmanıyorlardı. Mücadele ettikleri o yüksek ufuklar da onları cihattan alıkoymuyor, gerçekler dünyasında ortaya koymak için çalıştıkları hedefler için çalışmalarını engellemiyordu.
Sevgili ailesi Hz. Aişe (r.anhâ) Resûlullah’ı (s.a.) kum toprağm üzerine serilmiş yeleğin üzerinde uyuyor bulunca ona acıyor ve bedeni için daha yumuşak olsun diye ikiye katlıyor. O ise (s.a.) kızarak, eskisi gibi yapmasını emrediyor, bu nisbî yumuşaklığın, bütün gücünü Yüce Allah yolunda cihatta sarf etmesine engel olmasını istiyor. Yine de şu söz O’na aittir:
"...Fakat ben oruç tutuyor ve iftar ediyorum, gece kalkıyor ve uyuyorum, kadınlarla evleniyorum. Sünnetimden yüz çeviren benden
değildir. ”
Ya mistikler, “eşya”dan yükselmek için nefislerinde oluşturdukları o yüksek birikimi ne yaptılar?
Onu cihadm başka bir çeşidine harcadılar. Nefislerin içindeki şeytanla cihada. Fakat bu uğurda Allah Tealâ’nm kitabındaki bütün cihatla ilgili ayetleri, hatta açık bir ifadeyle kâfir ve münafıklarla savaştan ve onlara ağır davranıştan söz eden ayetleri bile yorumladılar.
Şeytanla cihat emredilmiştir; bunda şüphe yoktur. Sözün anlaşılması için biz de diyoruz ki: O eşsiz neslin ortaya koyduğu yüksek örnekler arasında, şeytanla cihat da vardır. Tarihin bildiği en büyük zaferi de kazanmıştır şeytana karşı. Ama onlar şeytanla olan savaşlarım turun sonu yapmadılar... Hatta, Allah Tealâ’nın şehadetiyle onlara baskısı bittikten sonra bile:
“Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. ” (Nah!, 99)
Bu bütün müminler için geçerli bir niteliktir fakat Allah Teali’nm imanlarına şehadet ettiklerine özellikle geçerlidir:
“Peygamber ve müminler, ona Rabbinden indirilene inandı. ” (Bakara, 285)
“İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah ’tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar Allah ’ın hizbinden olanlardır. İyi bilin ki, saadete erecek olanlar, Allah ’uı hizbinden olanlardır. ” (Mücadele, 22)
Onların şeytanla savaşlan ve ona karşı zaferleri esas hedeflerine yönelik hareketlerinde bir başlangıç noktasıydı, cihada... İyiliği emredip kötülükten alıkoymaya... Dünyada Rabbinin adaletini gerçekleştirmeye... Şirk kalesinin yıkılıp iman kalesinin kurulmasına... Tağutlann kaldırılıp, İlâhî doğruların getirilmesine... Allah Tealâ düşmanlarının korkacağı gücün oluşturulmasına...
Nefislerindeki şeytanla cihatla bağlamasalar veya şeytanla olan savaşlarında kesin bir sonuç olmadan savaşı bıraksalardı bunlardan hiçbirini gerçekleştiremezlerdi. Ama onlar, bu kadar yeter, hedefte buydu zaten, diyerek durmadılar hiç...
Şeytanla yapılan savaşta dikkat çeken başka bir konu var:
Tasavvufun şeytanla savaşındaki yolu, şeytanın sığmak bulduğu “nefsi” öldürerek, onun sığmak olanağını kaldırıp ondan kurtulmaktı. Onun barınağı, insana süslenmiş şehvetlerdir, tutuşturuncaya kadar onları üfler durur, sahibi de söndürmekten âciz kalır ve ateşi artar gider. Ama şehvetler ölürse, şeytan nefiste sığmak bulamaz, zulmettiği fonksiyonunu işleyemez:
"...Elbette onları saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım, onlara emredeceğim... ” (Nisa, 119)
Sen gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaatlerde bulun.
“Ama şeytan sadece onları aldatmak için vardır. ” (îsra, 64)
İşte bunun için mistik, “çabalar, gayret eder.” Sonunda şeytanın ondan uzaklaşması için şehvetlerini öldürebilmeyi başarmak uğruna sıkıntılara katlanır.
Fakat şeytanla savaşta zahidin yolu şehvetleri öldürme yoluyla “nefsin öldürülmesi” değildir.
Onun İlâhî yöntemden aldığı yolu, şeytanın saptırmalarına karşı gücü oranında “nefsin kuşatma” altında tutulmasıdır. Allah Tealâ’mn insan nefsinde yarattığı bu güdüleri boşuna yaratmamıştır, tersine, bir amaç için yaratmıştır. İnsan, yeryüzünde halife olsun diye yaratılmış ve onun imarı ile sorumlu tutulmuştur:
“Rabbin meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim.' demişti. ” (Bakara, 30)
“Sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O 'dur” (Hûd, 61)
Bir hikmetten dolayı da onu dünyanın bir kabza çamurundan yarattı ve ona ruhundan üfledi. Melekleri yarattığı gibi onu saf nurdan yaratmadı:
“Rabbin meleklere şöyle demişti: 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın. ” (Sad, 21-22)
Bir kabza çamurla da insanlığın nefsinde, insan için süslü olan o şehvetler bulundu.
“Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere, karşı aşırı sevg: beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir. ” (Al-i îmrân, 14)
Fakat kutsal nefesle de karanlık bir çamur olmaktan ve kaba hayvanlar gibi bir yaşamdan kurtuldu. Onunla, toprak olduğu halde, onu toprağın katılığından koruyan onda “Allah Tealâ’nın üstün tuttuğu “insana55 lâyık değerler, ilkeler, hedef ve ufuklar yayan bir ruhî şeffaflığı oldu.
“And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık. " (İsrâ, 70)
Lütfü bol olan ve her şeyi bilen yaratıcı bu şehvetlerin (güdüler de diyebilirsiniz) insanlığın varlığı ve onu yeıyüzü halifeliğinin gereği olan çalışma, ürün, üretim, faaliyet, hareket, yapı ve imara yöneltmesi için gerekli olduğunu biliyor. Ta ki, pek çok olan engeller ve maniler insandan istenen fonksiyonunu icrada ona engel olmasınlar.
Yine o, normal görevinden sapıp, insanm yıkımı olmaması için bazı kayıtların da zorunlu olduğunu biliyordu.
İlâhî yöntem, bu dengeyi oluşturur: Öldürmeden şehvetlerin zapte- dilmesi ve aynı anda da setleri yıkacak şekilde salıverilmemesiL.
Evet bu şehvetlerin (veya güdülerin) insanm hayatmdaki imtihan noktası olduğu doğrudur:
“İnsanların hangisinin daha iyi iş işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzünde olan şeyleri onun süsü yaptık. “ (Kehf, 7)
Tasavvufun dikkatini yoğunlaştırdığı yön de budur. Görüyorlardı ki: İnsan sınavı şehvetler yüzünden kaybetmektedir. Onları söndürmeyi ve öldürmeyi başardığı zaman smavı kazanacaktır.
Fakat onların var edilmelerindeki ve insan nefsinde canlı olarak bırakılmalarındaki hikmeti anlayamadılar. Halbuki O’nun indirdiği ve Resûlullah’ın (s.a.) açıkladığı gibi İlâhî yöntem böyle istiyor: “Ben sizin Allah Tealâ’ya en çok ibadet edeniniz ve O’ndan en çok korku du- yanınızım. Fakat oruç tutuyor ve iftar ediyorum. Gece kalkıyor ve uyuyorum, kadınlarla evleniyorum.”
Bu hikmet unutulunca sonuç ne oldu?
Tasavvufun şehvetlerle yaptığı cihatta azmettiği gibi, insan saf nur olamaz! Bir başka açıdan da insan cesedi ve şehvetleri öldürmekle şeffaf nûranîliğe ve ruhîliğe ulaşsa, kendisinden istenen ibadetleri bütün tafsilatıyla yerine getirmiş olur mu?
Hakikî bir mutasavvıfın, ruhunu kendisinin maddî arzularından uzak tutmakla parlak ufuklara, ulaşacağmı kimse inkâr etmez. O noktada ruhunu cesedin ağırlığından kurtarır, şehvetlerin çekiciliğinden sıyrılır, şehvetlere boğulmuş olanm erişemeyeceği dünyalarda dolaşır...
Fakat mutasavvıf, bir yandan da öyle bir yere gelir ki, artık ulaştığı hayaline kapılır ve çalışmaz! Çünkü çalışma (amel) “normal” insanın bu ulaşımı için sebepse, o, bilfiil kavuşmuştur. Sebebe ihtiyacı yoktur! Sebeplere koşanlar, “vuslaf’a emmeyenlerdir. Kavuşanlara olanlara ise “vuslatları” yeter!
Böylece nefsinde onu, dünya gerçeğinde amelden alıkoyan pek çok etkenler oluşur... Ve bu etkenler onu, Yaradan’m sözünün en üstün olmasını, dinin tamamının O’nun olmasını, batılın kaldırılmasını, hakkın getirilip, yüceltilmesini, yapı ve imar, artma ve gelişme, O’nun düşmanlarım ürkütmek için yığmak uğruna; yaptığı cihattan geri bırakır.
Birinci etken dünyaya bakışıdır: Onun hissinde âhirete ilgisi yoktur. Kurtulmaya çalıştığı bir zindandır...
Dünya bir zindan olunca, mahkûm zindanı imar eder, onun sıkıntısıyla ilgilenir mi hiç? Tersine, düşüncesiyle ondan uzaklaşır, onda telef olanla, yıkılanla ilgilenmez. Ondaki bir şeyin ıslahına çalışmaz. Ondan kurtulacağı günü gözetler o!
İkinci etken de: İstekleri hareketlendiren güdülerin yok edilmesiyle isteklerin de yok olmasıdır...
İnsan, yeme-içme, giyme, barınma ve cinsel ilişkiye rağbet eder. Güce, sahip olmaya, bilgiye, üstünlüğe, mevkiye, önde olmaya, hissi veya manevî bir yapıya rağbet eder. Hareket halinde olur hep... Nefsindeki rağbetleri gerçekleştirmek için hareket eder. Yüksek veya alçak, normal veya anormal, kanunî veya tersi olmasına dikkat etmez.
Fakat, ruhunu, kendi kendine maddî arzulardan uzak tutmanın amacı nefsi onlardan arındırmak için o istekleri öldürmek olunca ne için hareket edecek, ne için çalışacak? O bu dünya hayatından hiçbir şey istemiyor ki. İstese de somut bir hayat ve onu koruyacak en basit bir külfet ister...
Üçüncü etken de “ruh”a manaların doğmasıdır. Buna, sahibine kavuştuğu hayalini veren yer de diyebilirsin veya “fena” lezzeti...
İsim ne olursa olsun, sonuçta o, nefse rıza ve kanaat veren bir bilinçtir; olanla yetinme, başkasına rağbet etmeme. Veya rağbet etse de daha yüksek makamlara rağbet eder ve ruhunu maddî arzulardan uzak tutmasını artırır. Nefsi öldürmeyi ve fenayı artırır.
Bu üç etken, yanlış kaza-kader anlayışıyla da (çünkü onu değiştirmeye çalışma, O’nun kaderine müdahaledir) birleşince, mistiği, hayatın akışında harekete geçirecek ne kalmıştır?
Tasavvuf son olarak da günahlara götüren ve ancak tuzaklarından uzaklaşmak için nefsin şehvetlerini öldürmekle korunabilecek dünya fitnesini gündeme getirdi.
Bu alanda da Kur’ân-ı Kerim ve sünnetin yönlendirmelerinden bolca yararlanmaktadırlar.
“Ey insanlar! Allah ’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir; diinya hayatı sizi aldatmasın. Allah ’ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartma- sın. ” (Fâtır, 5)
“Onlara, dünya hayatı misalinin tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gök- ten indirdiğimiz su ile yeıyüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda riizgârın savuracağı çer çöpe döner. Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır. “ (Kehf, 45)[11]
"... Vallahi sizin için fakirlikten korkmuyorum. Ama sizin için sizden öncekilere açıldığı gibi dünyanın size açılmasından korkuyorum. Onlar yarıştığı gibi siz de yarışırsınız, onları meşgul ettiği gibi sizi de meşgul eder. ” (Bahan)
Ashab (r.anhüm), Yüce Allah’ın kitabı ve Resülü’nün (s.a.) hadisinde bu uyarıları işitip, kalpleri haşyetle doldu. İyice anladılar ki, dünya varlığı geçici, ahiret nimetleri de üzerinde durulması gereken gerçek nimetlerdir. Böylece dünya varlığına karşı zühdü tercih ettiler. Ama bu ziihd sahiplerini cihat, mücadele ve muvaceheye iten öncü ve yapıcı bİTzühddii, içine kapanık bir mh hali değildi. Nefsi fitneye karşı koruyan bir zühddü, fitneden korunmak için öldüren bir ziihd değil!
Bu uyarılar hatırlatma için gelmiştir. Ta ki insanlar dünyaya aldanıp âhireti unutmasınlar. Dünya hayatındaki eylemleri, hareket ve faaliyetleri yasaklamak için gelmemiştir. Yol kenarındaki, insanları heyelan bölgelerine karşı uyaran trafik işaretlerine benzer, trafiği engellemek için değildir onlar! Bir grup çıkıp da; ‘biz bu yolda yürümeyiz, yolda, heyelana karşı uyaran işaretler var’ deseler, tedbirde aşırı olduklarında şüphe yoktur. O kadar ki tedbir onları gidecekleri yere ulaşmalarım engelleyebilir de. Nefsine güvenen yola girer ama heyelandan da korunmaya çalışır. Korkak ise, yoldan kalır!
ResûlulIahın (s.a.) şu hadisine bakıver:
“Nefsim elinde olana yemin olsan, eğer günah işleyip tevbe ediyor olmasaydınız, Allah sizi kaldırıp, günah işleyen ve Allah 'tan istiğfar edip, Allah'ın da onları mağfiret edeceği bir kavim getirirdi. ” (Müslim’in rivayeti)
Bu hadis günah işlemeye mi teşvik ediyor?
Asla! Kesinlikle!
Allah Tealâ’dan gelen elçilerden birinin (O’nun salât ve selâmı hepsine olsun) insanları günah işlemeye teşvik etmesi olacak şey değildir. O insanları Yaradan’a boyun eğmeye ve takati nispetinde günahlardan kaçınmaya çağırıyor!
Tersine bu, amele teşviktir!
İnsan, hayat gerçeğinde çahştığı zaman, ondan günahların sâdır olması kaçınılmazdır: “Âdemoğulları hata etmektedirO zaman, hayat gerçeğinde çalışıp, günaha düşen müminin yapacağı iş istiğfar olacaktır:
“Onlar fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah ’ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah 'tan başka bağışlayan kim vardır? Onlar yaptıklarında bile bile direnmezler. Onların hareketlerinin karşılığı Rablerinden bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlerdir, iyi davrananların ne güzel mükâfatı vardır. ” (Ai-i îmrân, 135-136)
Fakat hiç günah işlemeyene (eğer böyle bir insan varsa) hiç çalışmayandır! Ve onun dikkat etmediği en büyük hatası da çalışmıyor olmasıdır! Tartıda ağır bir hatadır bu; çünkü insanın üzerine farz kılman görevleri aksatmadır!
İnsanın, başında eşyayla dolu bir sepeti taşıyıp, sepetten bir şey düşmesin diye hareket etmeden durakalması bir maharet değildir! Çünkü o, bu duraklamada ne kadar sıkıntı çekse, meşakkate katlansa da ondan istenen hareketi terk etmemelidir!
“Hayır; Allah ’ın kendisine buyurduğunu hâlâ yerine getirmemiştir. ” (Abese, 23)
Asıl maharet kendisinden istenenleri yaptığı halde, sepetin yere düşmemesi ve içindeki eşyanın dağılmamasıdır. Gayret ve çabasına rağmen ondan bir şey düşerse işte o zaman, Allah Tealâ affı ve mağfireti ile lütufta bulunur işi basite almayan ve düşeni küçük görmeyen yaptığına devam etmeyip, tevbeye ve zikre koşan için...
Burada Yüce Allah’ın rahmeti insana günahkâr olduğu halde ortaya çıkmaktadır; istenene devam ettiği, hatta ondan, görevini yaptığı sırada meydana geldiği sürece... Otururken veya yüz çevirmişken değil!
Aym şekilde İlâhî yöntemin “insana” olan muamelesindeki azamet de ortaya çıkmaktadır.
Îlâhî yöntemde insandan istenen, günah işlemekten kurtulması için arzularını öldürmesi değildir. Gerçekte ise ebediyyen kurtulamaz onlardan. Çünkü bu, Yaradan’m insanı yarattığı halifelik misyonundan pek çok yönleri işlemez duruma getirir.
Tersine ondan istenen, dünyayı İlâhî yönteme göre imar edip, gücü oranında Allah Tealâ’dan korkarak mubah olan bütün alanlarda çalışıp hareket etmesidir:
“Gücünüz kadar Allah ’tan korkun, dinleyin, itaat edin. ” (Teğabûn, 16)
Yeryüzü, insanlığın takati kadar temiz olmasıyla beraber faaliyet, hareket, güç ve gelişmeyle dolar, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesinde yerini bulan “dünyanın ıslahı” da budur.
“Düzeltilmişken, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. ” (A’raf, 56)
Ardından, bozguncuların bozmasından sonra yeryüzünde savunma ve püskürtme hareketi çıkar ortaya... Yeniden ıslahı sağlamak için:
“Allah ’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah âlemlere lütufkârdır ” (Bakara, 251)
“Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah ’ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O dayardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür: ” (Hacc, 40)
Müslüman fert ve müslüman ümmet dünyadaki görevini böyle uygular. Ve bu görev, insanlar dünyada oldukça bitmez.
Böylece müslüman fert ve müslüman ümmet geniş ve kapsamlı anlamıyla istenen “ibadeti” yerine getirir ve insanın varlık amacım Allah Tealâ’nın istediği gibi yerine getirir.
“Zahidler” bu işi ihsan derecesinde yaptılar:
" İhsan nedir? ’ dedi. Buyurdu ki: İhsan, O ’nu görüyor gibi Allah ’a ibadet etmendir; sen O'nu görmesen de O seni görüyor (Cibril hadisinden, Buhari, Müslim)
Ama mistikler namaz, oruç ve zikre çekildiler. Dediler ki: Ahiret için istenen ameller bunlardır. Dünya işlerine ise bizim gereksinimimiz yoktur. Şeytanın ağma düşüren fitnedir onlar.
Sonra...
Yeryüzünde yürümekten, rızık peşinde koşmaktan tamamen koptular. Tıp, astronomi, matematik, mühendislik, fizik ve kimya bilimlerini, fani dünya ile ilgilidir diye terk ettiler. Tehlikeye götüren dünya hayatının süsleridir diye maddî kalkınmayı terk ettiler. Batılla savaşı ve onu yıkmaya çalışmayı bıraktılar. Çünkü Allah Tealâ kullan dilediği konuma yerleştirdi. Başka türlü isteseydi öyle yapardı. İstediği zaman da O kendiliğinden değiştirir ve sebepler yaratır...
Sonuç İslâm dünyasımn başma gelen fakirlik, cahillik, hastalıklar, güçsüzlük-ve bütün maddî alanlardaki geri kalmışlık oldu!
Din bu şekilde yürümez, ümmetin hali de böyle kalamaz. Kaldığı takdirde Yaradan’m ona yüklediği mesajı yerine getiremez; bütün insanlığa önder ve yol gösterici olamaz:
“B öylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık Peygamber de size şahit ve örnektir ” (Bakara, 143)
Hepsi oturan, hepsi fakir, hepsi cahil, hepsi hasta bir ümmetin hali ne olur? Her insan sadece geçineceği asgari rızkı temin için çalışırsa, devlet Yüce Allah yolunda harcayacağı fazlalığı nereden bulacak? Ki şu İlâhî emir buna bağlıdır:
“Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah ’ın düşmanları ve sizin düşmanlarınızı yıldırırsınız onunla. " (Enfal, 60)
Dünya bilimleri ve maddî ilerleme olmadan düşmanlara yıldırıla- cağı güç nasıl hazırlanacak?
Hastalık yayılmış, bir taraftan tıptaki cehalet, diğer bir taraftan da Allah Tealâ’nm kaderine teslimiyet ve rıza admda ilgisizlik yüzünden tedavi yapılmazsa, düşmana karşı silâh kullanacak kuvvetli vücutlar nereden bulunacak?
Asla! Diğerleri şöyle dursun, şu İlâhî emir bile tek başma hayat için tamamen ayrı bir yöntem gerektirmektedir.
İnsanların dünyevî bilimlerle ilgilenip kavramaları ve düşmanlardan üstün olmalarını, maddî gelişme için çalışıp düşmanlan aşmalarını, ellerinde düşmana galibiyet için gerekli güçte harcayacakları bol mal bulunmasını zorunlu kılıyor.
Her konuda ve her alanda bol üretimleri olmalı.
Gerçekten dünya hayatının varlığında zühd, imanî tavrın zirvesidir, müminin ulaşabileceği makamların en yükseğidir.
Fakat varlıkta zühd, üretimi durdurmaz.
Hakikî mümin çalıştığı alanda en üstün gücüyle üretim yapar. Sonra da kendisi için hoş şeylerden en az oram harcar ve gerisini O’nun yolunda harcar. Bununla da toplumda üstlenme ve bağlantı sağlanır. Güçlüler güçsüzlere katlanırlar. İnsanların yaşam seviyesi birbirine yakın olur. Aşırı zengin veya helâk noktasında fakir bulunmaz. Devlet de artırdıklarım Islâm mesaj mm yayılmasında kullanır. Bu mesaj ise bütünüyle düşmanlan ürküten bir güçte olmadıkça yerine ulaşmaz.
Tasavvufun zulmederek ümmetin içine düştüğü zaaf ve geri kalmışlığı (ki, düşmanlar her fırsatta hücum için kullanıyorlar onu) bütünüyle ona yüklemek istemiyoruz. Onunla beraber Mürcie akımı, despotizm, tekliflerden kaçınma ve dine yamanan diğer şeyler, günahlar, sapmalar da vardı.
Nitekim tasavvuf ehli arasında davetin neşri için kılıcı ile cihat eden, düşmanlara karşı savaşta ordular yöneten, zalim sultanın önünde dikilip zulmüne tepki gösterenler de vardı... Onlar sufı adıyla da anıtsalar zahiddirler.
Aynı şekilde tasavvuf ve fırkalarına mensupların, âlimlerin azaldığı zamanda halkın O’nun dinine bağlı kalmasında amil kişileri de vardı. Tasavvuf kapısı dışında halkın dine gireceği bir kapı kalmıyordu.
Ümmetin siyaset ve savaşlarla bölündüğü devletlere ayrıldığı zamanlarda da birliğin sağlanmasında onlar vardı. Fakat gösterdikleri bu çabaların tamamı onlarm yöntem hatalarmı -ki kavram bozgununa sebep olmuştur- örtmez: Dünyanın ahiretten koparılması ve ikisinin karşılıklı zıt köşelere konması... Öyle ki birine yönelmek öbüründen kopmayı gerektiriyor. İbadetin dar kalıplara sıkıştırılıp, üzerine yoğunluk verilmesi ve ibadetin insanın bütün faaliyetlerini kapsayan kapsamlı anlamını aksatma.
Ne bu İslâm’dandır, ne de o!
Resûlullah (s.a.) Medine’ye girdiğinde mescit yapılmasını emretti. Sonra da ashabı (r.anhüm) çarşıya yöneltti. O gün çarşıda faize ve insanların malım haksız yere yemeye dayanan insanların ekonomik egemenlikleri vardı.
Büyük zahid (s.a.) ashabım ekonomik konularda zühd edip (son nesillerin hissinde dünya işlerindendir bu) âhireti kazanmalarını, dünyayı bozmakta güçlerini artırması için ekonomik egemenliği o tür kişilere terk etmelerini mi emretti?
Resûlullah’ı (s.a.) ashabım, o insanların elinden ekonomik egemenliği almak için gayretle çağırmasında bir anlam vardır:
Yapımına başlanan mescide gelince: Dünyaya egemen “Lâ ilâhe illallah” ümmetinin varlığını duyuran namaz orada kılınıyordu... Ümmet Resûlullah’m (s.a.) irşadıyla orada eğitildi. Müslümanlar arasındaki hüküm orada işliyor, savaş ve barışları orada belirleniyordu. Müslüman ümmetin hayatının direği olan çarşıda da ekonomik hayat yürütülüyordu:
"Allah ’ın sizi başına diktiği mallarınız... ’’ (Nisa, 5)
O da bu da zorunludur, hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyan felâha (rahata, huzura) eren bir ümmet yapışırım oluşması için:
“Sizden, iyiye çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir cemaat olsun, işte başarıya erişenler yalnız anlardır. ” (Al-i İmrân, 104)
Ama ahirette başarıya götüren sadece odur gerekçesiyle, Yaradan’ın insana farz kıldığı ibadetlerden bir bölümünü alıp, dünyevîdir, dünya hayatıyla ilgilidir, terk edilmesinde O’na yakınlık vardır, diye başka bir bölümü aksatmak yoktur. Terk edilenlerin en önemlisi, ümmetin hayatında en ağır izler bırakan da Lâ ilâhe illallah’m uygulanması gereğidir. Başka bir ifadeyle; “Lâ ilâhe iüallah”m toplumsal gerekleri...
Muhammed kutup
Çeviri: Nurettin Yıldız
-----------------------------------
[1] Çağdaş cahiliye, cahiliyeler arasında insan birliğini ve hayat yönünü en fazla parçalayan cahiliyedir. Bunun için de intiharlar, çıldırmalar, bunalımlar, psikolojik ve sinirsel olaylar onda daha çok oluyor ve yokluk bilinci de fazlalaşıyor.
[2] Her ne kadar bu yaratılıştaki parçalanma “bilim” ve gereklerine bağlanıyorsa da çağdaş cahiliyenin özellikle belirgin niteliğidir. Sanki bilimden insanın özünü silmesi istenmiştir.
[3] Bu üç kelime Arapça’da müteradif olarak kullanılır. Kalp ve fuad kelimeleri de Kur’ân-ı Kerim’de akıl anlamına kullanılır.
Ankebût sûresinin 64. ayeti şu anlamdadır: “Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. ”
[5] Yazarın bu bölümde işlediği ve eleştirdiği bazı çevrelere, tasavvufun kendisi gibi gösterilmeye çalışılan mistik hareketler, doğup büyüdüğü Mısır toplumun-' da, her insanı tiksindirecek boyutlardaki sapmalardır. Belli törenler için kadm- erkek camilerde “raks”, Beytullah’a kıyasla belli türbelerin etrafında yedi defa tavaf etmeleri... vb. maalesef yaygındır o toplumda. Yazar da bu körükörüne sürdürülen geleneği eleştirmektedir. Konunun devamından da anlaşılacağı gibi, Hindistan’dan Avrupa kapılarına kadar İslâm ordularıyla gidip, hem cihat edip hem de dini tebliğ eden, Afrika’da Batı emperyalizmine karşı silahlı mücadele veren ve hatta bu mücadeleleri başlatan Allah Tealâ’nm veli kullarının sahip olduğu zühd anlayışının egemen olduğu saf tasavvuf anlaşılmaz bu cümlelerden. (Mütercim)
[6] Resûlullah’m (s.a.) şu sözü gibi: “Dünya melundur, içindeki de melundur; Allah ’ı zikir, alim ve müteallim hariç?' (İbni Mace ve Tirmizi’nin rivayeti)
[7] Zahid: Şüpheli şeyleri bile terk ederek günahtan kaçan, Aliah korkusuyla dünya nimetlerinden el çeken kimse. (Mütercim)
^ Bu söz Karun’un kavminden naklediliyorsa da, sözün gelişinden Allah katında makbul bir söz olduğu anlaşılıyor.
[9] Aynı sûrenin 114. ayetindeki “ürünlerinden yeyin” ifadesini kullanmıyor burada. Çünkü burada istenen insan için yararlı olan Allah Tealâ’nın nimetlerini hatırlatmaktır. Vicdanı Yaratan’ın yaratmasındaki üstün ve harika güzelliğe yöneltmek... Bu güzellik de, lekesiz fıtratları imana götüren O’nun ayetlerinden bir ayettir.
[10] Zühd: Dünyaya rağbet etmemek. Nefsanî zevk ve arzudan kendini çekerek
ibadete verme. (Mütercim)
[11] Ayrıca bkz. Lokman, 30; Hadid, 20.