Haberin Kapısı

"Lâ İlâhe İllallah” Kavramı

İSLAM VE KÜLTÜR

“Lâ ilâhe illallah”, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Namaz, oruç, zekât ve hacdan önce gelir. Bu, dinde her şeyden öncedir. “Dinin amaçları kalkmıştır, bugünün ha­yatında yeri yoktur” derken, başkaları da: “Din, gericilik ve gerileme­dir; ilerici olabilmemiz için ondan sıyrılmamız ve onun atılması gere­kir” derler. Bir diğeri de; “Din kulla rab arasındaki ilişkidir, yeri de kalp­tir ve ondan dışarı çıkmamalıdır, hayat gerçeğinde yeri yoktur” der.

Kur’ân-ı Kerim’i okuyanlar, Allah Teâlâ’nın kitabının en fazla önem verdiği konunun açıkça tevhit (Lâ ilâhe illallah) konusu olduğu­nu görürler. Kur’ân-ı Kerim’in toplamı içinde -Mekke’de nazil olan sûrelerde biraz daha yoğun olmakla beraber- en büyük yeri kaplayan da budur.

İlk anda zihne şu konu takılabilir: Yüce Allah’ın kitabmda “Lâ ilâ­he illallah”a bu derece ağırlık verilmesinin nedeni, Kur’ân-ı Kerim’e ilk muhatap olanların Allah’a ortak koşanlar (müşrikler) oluşudur. Ba­tıl inançlarının ve ilâhlık konusundaki yanlış düşüncelerinin düzeltil­mesi için tevhit konusunun onlara fazlaca işlenmesi uygundu.

Fakat, inanç sistemi istikrar bulup, İslâm toplumu ve İslâm Devleti kurulduktan, toplumda başta Yüce Allah yolunda cihat olmak üzere İslâmî görev ve gerekler uygulandıktan sonra Medine’de nazil olan sûrelerde de aynı konu işlenmeye devam edildi. Bunlar açık bir üslûpla konunun önemine işaret etmektedir. Tevhit konusu bir zaman konuşulup başka bir söze geçilecek bir konu değildir. Tersine, o konu­şulur, onunla başka bir söze geçilir; hiçbir zaman o bitmez.'[1] Nisa sû­resindeki şu ayet düşüncemize kesin bir delil olsa gerek:

“Ey inananlar! Allah’a, Peygamberine, peygamberine indirdiği Ki- tab ’a ve daha önce indirdiği kitaplarına inanın. Kim Allah ’ı, me­leklerini, kitaplarını ve ahiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır. ” (Nisa, 136) îmana çağırılanlar fiilen müminlerdir:

“Ey iman edenler!” îman etmeye çağırıldıklarına da bilfiil iman et­mişlerdir. Onlar Allah’a, Resûlüne, Resûlüne indirdiği Kitab’a ve on­dan önce indirilen kitaplara imana çağırılıyorlardı. Halbuki Allah Tealâ Bakara sûresinde onlar için şöyle buyurmuştur:

“Peygamber ve ona inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı.” (Bakara, 285)

O halde “Lâ ilâhe illallah” gerçeği insan hayatında süreklidir. Sade­ce kâfirler inanması, müşrikler inançlarını düzeltmesi için ona çağırıl- mazlar. Müminler de ona çağrılır: “Ey iman edenler! îman ediniz!... ”

İlk kanunun “Lâ ilâhe illallah” olması tuhaf karşılanmamak.

Kur’ân-ı Kerim, sadece bir din kitabı olduğu için değil, insanın ha­yat programım çizen bir kitap olduğu için tevhide bu özeni gösteriyor.

însan hayatı göklerin ve yerin kendisiyle yaratıldığı Hakk’ı bilme­dikçe düzelmez. Yaşayışı o Hakk’a uymalı, ondan sapmamak, O’nun gereklerine de yan çizmemek.

Hakk, “Lâ ilâhe illallah”tır. Yaratıcı yalnız O, rızık veren yalnız O, Hâkim yalnız O, yöneten yalnız O, Kayyüm (Kendiliğinden var olan ve daima işte güçte olan) yalnız O’dur; O’ndan başka yaratan, rızık veren yoktur.

Bunların gereği de yalnız O’na ibadet edilmesi, O’na başkasının ortak koşulmaması ve ibadette O’ndan başkasına yönelinmemesidir.

Zaten bu, Yüce Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. Yaratıcı, Râzık (nzık veren), Mün’im (nimet sahibi) ve iyilik sahibinin hakkı, ibadette O’nun dışmda, yaratamayan, rızık ve nimet veremeyen ve iyiliği dokuna- mayana yönelmemektir. Bu aynı zamanda insanın kendi sorunudur da.

Hâlık (Yaratan), Râzık, Mün’im ve iyilik sahibi olan Yüce Allah gerçekten kulluğun yapılacağı tek ilâhtır. îlâhlık ve terbiye edicilikte tektir çünkü O. Fakat Allah Tealâ kullara ve ibadetlerine muhtaç değil­dir. Kullarının O’na ibadet etmesi veya O’nu inkâr etmesi mülküne et­ki etmez. Kutsi bir hadiste Allah Tealâ şöyle buyuruyor:

“Kullarım! Mü’mininiz-kâjiriniz, iyiniz-kötünüz sizden en takvalı birinin kalbi üzere olsalar, bu benim mülküme bir şey eklemez. Mü'mininiz-kâfiriniz, iyiniz-kötünüz sizden en kötü birinin kalbi üzere olsanız, bu da benim mülkümden bir şey eksiltmez. ” (Müslim)

Allah Tealâ yüce kitabında Hz. Musa’nın (a.s.) dilinden şöyle bu­yurur:

“Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi bilin ki Allah zengindir, övülmüştür. ” (İbrahim, 8)

Ya insan? Onun durumu başkadır!

O bir taraftan hayatnın her ânında Rabbinin lütfuna muhtaçtır.

“Ey insanlar! Allah ’ın size olan nimetini hatırlayın: Sizi gökten ve yerden rızıklandıran Allah'tan başka bir yaratan'var mıdır? O'ndan başka ilâh yoktur. Nasıl aldatılıp da döndürülürsünüz?” (Fâtır, 3)

Bir taraftan da yaratılış olarak ibadet edicidir. Ömrünün bilerek ve­ya bilmeyerek herhangi bir şeye ibadet etmeden geçen hiçbir ânı yok­tur.[2] O hayatının herhangi bir bölümünde üçüncüsü olmayan iki du­rumdan birini yaşamaktadır. Ya hiçbir şirk karışmadan yalnız Yara­dan’a kuldur ya da O’nun dışmda bir şeye kuldur. îster onunla beraber olsun isterse ondan ayrı bir şey, ikisi de aynıdır. Yüce Allah bunu “şey­tana kulluk” olarak adlandırıyor. Zira bu, şeytanın çağrışma kabul et­mektedir:

“Ey Âdemoğulları! Ben size söylemedim mi? Şeytana tapmayın, o si­zin düşmanmızdır. Bana tapınız, doğru yol bııduı; diye?” (Yasin, 60-61)

Yüce Allah’ın insanı yarattığı yapıda da şehvetlere karşı aşırı bir sevgi vardır. Bu sevgiyi Kur’ân-ı Kerim şu şekilde betimliyor:

“Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır. ” (Al-İ tmrân, 14)

Bu şehvetler her ne kadar Yaradan’m dilediği bir hikmetten dolayı insanın yaratılışında bulunuyorsa da[3] şeytanın insanı O’na kulluktan -günahlarda olduğu gibi- geçici olarak uzaklaştırmak için girdiği kapı­lardır.

“Zânî (zina eden kimse) zina ederken mümin olarak zina etmez, hırsız çalarken mümin olarak çalmaz. ” (Buhari-Müslira)

Ya da şirk, küfür veya inkârla O’nun arasını tamamen açar:

“Beni azdırdığın için, and olsun ki, senin doğru yolun üzerinde on­lara karşı duracağım; sonra önlerinden, artlarından, sağ ve solla­rından onlara sokulacağım; çoğunu sana şükreder bulamayacak­sın, dedi. ” (A’raf, 16-17)

İnsan hem Yaradan’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz:

“Yüzüstü sürünen mi, yoksa doğru yolda düpedüz yürüyen mi daha doğru yoldadır? ” (Mülk, 22)

“De ki: Kör ile gören bir olur mu? Veya karanlıkla aydınlık bir mi­dir? " (Rad, 16)

Kullar Yüce Allah’ın fazlı ve keremiyle, tevhidi ve ibadeti ihlâsla O’nun için yapma haklarını yerine getirdiler mi, Allah Tealâ’nın yarat­mış olduğu “ahsen-i takvim” yani en güzel şekil üzerinde kalırlar. Dünyadaki hayatları da en iyi, en temiz ve en güzel hayat olurken, ahirette de Yaradan’m onlara vaat ettiği karşılığı bulurlar. Halbuki inkâr etmeleri halinde dünyada hayvan gibi yaşarlarken, ahirette de Yüce Allah'ın uygun gördüğü cezayı bulurlar.

“Doğrusu Allah, inanıp yararlı işler işleyenleri içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Durakları ateş olduğu halde kâfirler, zevkle­nirler ve hayvanlar gibi yerler. " (Muhammed, 12)

“Tâğuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah ’a yönelenlere müjdeler var. Müjdele kullarımı. ” (Zümer, 17)

İşte bunun için insan her zaman “Lâ ilâhe illallah”a muhtaçtır.

Kâfir veya müşrik de itikadını düzeltmek için “Lâ ilâhe illallah”a muhtaçtır. Müminse dikkat edip, kendisindeki şeytanın giriş noktalarını, Yaradan’a olan hak ibadetinden onu alıkoymaması için ona muhtaçtır.

Her durumda “Lâ ilâhe illallah” insan hayatında belli bir görev üst­lenir. Gereği olmayan veya hayat gerçeğinde boşa çıkan söylenmiş sı­radan bir söz değildir.

Şimdi “Lâ ilâhe illallah”m ilk müslümanlarm hayatlarındaki etkisi­ni görelim. Ondan önce de müşrik Arapların bunu reddedip, ona dave­te karşı tarihin aktardığı sürtüşmeye niçin girdiklerini öğrenelim...

“Lâ ilâhe illallah” Hz. Âdem ve Hz. Nuh’dan Muhammed’e (s.a.) kadar bütün peygamberlerin ortak davetidir. Cahiliyenin karşı tutumu da hep aynıdır; tarih boyunca değişmemiştir: Reddetme, engel olma, yüz çevirme ve zarar verme...

Özellikle cahiliyenin ileri gelen azgmlar grubu olmak üzere, cahili- ye mensuplarım tarih süreci içinde ortak tavra iten nedir?

“And olsun ki biz Nuh 3u kendi milletine gönderdik: *Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım; Allah 'tan başkasına kulluk etmeyin; doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.'dedi. ”

“Milletinin inkârcı ileri gelenleri: ‘Senin ancak kendimiz gibi bir in­san olduğunu görüyoruz? Daha başlangıçta sana, bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğü­nüz de yoktur; biz sizi yalancı sanıyoruz, ‘dediler. ” (Hûd, 25-27)

“Ad milletine kardeşleri Hûd ’u gönderdik Şöyle dedi: ‘Ey mille­tim! Allah ’a kulluk edin, O ’ndan başka ilahınız yoktur; yoksa sade­ce yalan uyduran kimseler olursunuz. ” (Hûd, 50)

“Ey Hûd! Sen bize bir belge getirmeden senin sözünden ötürü ilâh­larımızı terketmeyiz ve sana inanmayız. ” (Hûd, 53)

“Semûd milletine kardeşleri Salih ’i gönderdik: ‘Ey milletim! Al­lah'a kulluk edin; O ’ndan başka ilahınız yoktur; sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O ’dur. Öyleyse O ’ndan mağfi­ret dileyin, sonra da O’na tevbe edin. Doğrusu Rabbim size yakın olan ve duaları kabul edendin ’ dedi. "

ct‘Ey Salih! Sen bundan önce, aramızda kendisinden iyilik beklenir bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişede­yiz. ' dediler. ” (Hûd, 61-62)

“Medyen halkına kardeşleri Şuayb 'ı gönderdik. Şöyle dedi: Ey mil­letim! Allah'a kulluk edin; O’ndan başka ilahınız yoktun Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyonım ve hakkınızda kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum, ” (Hûd, 84).

“Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mal­larımızı istediğimiz gibi kullanmamızı men eden senin namazın mı­dır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak birisin.'dediler. ” (Hûd, 87)

Arap cahiliyesi, daha önce bütün Resüllerle gelen bu davetin ilk kez karşısında değildir. O halde Arap cahiliyesi niçin bu düşmanca tavra bürünüp, önceki cahiliyelerin yaptığı gibi, onu kesin bir tavırla reddetti?

Sadece bir cümle için mi? Yoksa o cümlenin anlamı ve gerekleri için mi? Onların hissinde bu cümlenin kesin anlamı neydi acaba? - Cümlenin anlamına göre- onların hayat şekliyle, çağrıldıkları ya da “Lâ ilâhe illallah” dairesine girmeleri halinde olmaları umulan hayat şeklinin belirgin farkı neydi?

Gereği ve anlamı olması halinde özellikle Kureyş’in bu sebeple ta­vır alması, konumunu kaybetmesine ve önde gelen yiğitlerinin öldü­rülmesine neden olan sürtüşmelere girmesi düşünülemez ne sonraki ne de önceki hayatlarında bir şey değiştirmeyecekse! Diğer Arapların da bir cümleden dolayı ağır savaşlara girmeleri makul değildir.

Kureyş, içinden çıkardığı bir şairiyle diğer kabilelere karşı övünen bir kabileydi... Ya içlerinden bir peygamber çıkmca? Kureyş’e aym anda siyasî ve ekonomik bir merkez olma ayrıcalığı veren bir “dinî” liderliği vardı. İçlerinden bir peygamberin çıkması, dinî liderliklerini daha da güçlendirecekti. Buna bağlı olarak siyasî ve ekonomik yönlerini de güçlendirecekti.

O halde Kureyş’i -sadece söylenecek bir sözden ibaretse- bu cüm­leyi ağzına almaktan alıkoyan nedir?

Resûlullah (s.a.) müslüman olmasını istediği amcası Ebu Talib’e; “Onu söyle! O; Allah ’ın yanında sana şefaatçi olacağım bir cümle... " diyordu. Bu yalın, gereği olmayan veya onunla bazı değişiklikler ge­rekmeyen bir cümle olsaydı, Ebu Talib onu geri çevirir miydi? Yoksa, söylemekle beraber hayat programının tamamının, bölümlerden her bir bölümünün tamamen değişmesi gerekeceği için mi onu söylemedi?

Çok açık bir şey, tartışmaya gerek yoktur zannederim.

Çağırıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Davete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve sebepleri vardı:

Vahiy olayını yalanlıyorlardı... Öldükten sonra dirilmeyi, hesaba çekilme ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhların tek bir ilâh olmasını kabul etmiyorlardı. Babalarının yaptığım bırakıp Yaradan’m indirdiğine uy­mayı, helâl ve haramlarının O’nun helâl ve haram olarak belirledikleri olmasmı da kabul etmiyorlardı.

Bir de “ahlâkî” çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina (fuhuş), öldür­me, soygun, vurgun, kızların gömülmesi, yetimlerin malını yeme, ara­larında yaygın olan zulüm ve haksız yere tecavüz...

Özetle; inanç, helâl-haram, ahlâk ve düşünceyi içeren kapsamlı an­lamıyla, Yüce Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi, O’ndan inen bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.

Kur’ân-ı Kerim’in önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki temel konu vardı: İbadetin tek olan Yaradan’a yapılması ve helâl-ha- ramda O’nun indirdiğine uyulması.

“Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşırmışlardı. İnkârcılar; ‘Bupek yalancı bir sihirbazdır; ilâhları bir ilâh mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir, 'demişlerdi. ” (Sâd, 4-5)

‘‘Onlara 'Allah ’ın indirdiğine uyun.' denince; ‘Babalarımızı üze­rinde bulduğumuz yola uyarız. ’ derler. Ya şeytan, babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa? ” (Lokman, 21)

Kur’ân-ı Kerim, En’am ve Nahl sûrelerinde Allah Teâlâ’ya ortak koşanlarm bu tutumunu çok ince bir deyişle özetliyor:

‘‘Puta tapanlar, ‘Allah dileseydi babalarımız ve biz putlara tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık. ’ diyecekler. Onlardan öncekiler de bizim şiddetli azabımızı tadana kadar böyle demişlerdi. ” (En’am, 148)

“Allah 'a eş koşanlar; ‘Allah dileseydi O’ndan başka hiçbir şeye ne biz ve ne de babalarımız tapardı. O ’ııun buyruğu olmaksızın hiçbir şeyi haram kılmazdık.' dediler. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere apaçık tebliğden başka ne görev düşer? ” (Nahl, 35)

Şirk, inançta Yaradan’dan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibadette de O’ndan başkasına yönelme ve O’ndan başkasının ha- ram-helâl belirlemesidir.

İşte bunun için müşrik Araplar, “Lâ ilâhe illallah”ı söylemeyi kabul etmediler.

Red ve engel olma tavrının yalnız Arap cahiliyesine ait olmadığına değinmiştik. Önceki bütün cahiliyelerin ortak tavrıdır bu. Az önce ilet­tiğimiz En’am ve Nahl sûrelerinin ayetleri de buna değinmişti:

“Onlardan öncekiler de bizim şiddetli azabımızı tadana kadar böy­le demişlerdi. ”

“Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. ”

Peygamber kıssaları da bu tarihî gerçeği vurgular. Bir peygamberin gönderildiği her cahiliye toplumunda peygambere engel olmaya, onu yalanlamaya, onun çağrışma set olmaya koşuşan bir “mele (toplumun ileri gelenleri)” ve liderlerine (küçük bir azınlık dışmda) uyan “yığınlar” görürüz.

Yığınlar, alıştığı ilâhlarını bırakmayı kabul etmezler. Çünkü yığın­lar, -cahiliyelerinde- algılanan eşyaya biraz daha bağlıdırlar. Eliyle tu­tabileceği, yakınındaki ilâhlar onun cahili sapıklıklarını benimsiyor, kurban veya ibadet ilkeleriyle ona yaklaştığı veya dokunduğu zaman onu maddî bir yakınlık ve elle tutulur bir halde buluyor!

Fakat “mele (ileri gelenler)”, yığınlara göre daha aydın ve daha güçlüdürler. Gönderilen peygamberle onları savaşa iten de, “egemen­lik” sorunu ölçüsünde bir “ilâhlar” sorunu değildir.

Onların ilâhlara bağlılığı, gerçekçi olmaktan çok şeklîdir. Ne kadar öyle görünseler de onları savunmaları, onların adıyla yığınları sömür­meleri ve yığınların göğsünde onlarm kutsiyetinden kaynaklanan kut­sal bir egemenliği kendilerine tanımalarından kaynaklandığı kadar, ilâhlarına inandıklarından kaynaklanmıyor!

Onlara göre gerçek sorun egemenlik sorunudur: Onlar mı? Yoksa, koyduğu kuralların uygulanması yoluyla Allah mı?

Bütün cahiliyelerdeki azgmlar ve zorbaları “Lâ ilâhe illallah” çağrı­sıyla savaşa iten gerçek sebep budur.

Ellerindeki egemenlik, yığınları yönetip ezdikleri otorite gerçekte onlarm hakkı değildir. Yaratıp nzıklandıran Yüce Allah'ın hakkıdır. Yal­nız O, helâl ve haram belirleyebilir, serbest bırakıp yasaklayabilir. Allah Teâlâ gibi iyilik ve nimet sahibinden başkasının din koyma hakkı yoktur. Ve Yüce Allah; “Zâtına benzer hiçbir şey olmayan"dır. (Şûra, 11)

“Yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (Nahl, 17)

“Allah tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var ım? O’ndan başka ilâh yoktur. Nasıl oluyor da (tevhitten) çev­riliyorsunuz? ” (Fâtır, 3)

Ne var ki toplumun üst kademesi, ister açık bir diktatörlük, isterse perde gerisinden bir diktatörlükle[4] yığınlar üzerinde otorite kurmuş, onların da arzu ve şehvetlerini gideriyor veya sadece kendi arzu ve şehvetlerine hizmet ediyor olsalar, bu gerçeği bilmezlikten gelirler. Onlar otoritelerini kanunlar veya -yazılı ya da örfî- yasalarla heiâl-ha- ram, mubah-yasak koyma yetkisini sürdürürler.

Onlara, “Lâ ilâhe illallah”, “Allah’a kulluk edin. O’ndan başka ilâ­hınız yoktur” diyen bir peygamber geldi mi her şey alt üst olur.

Yönetim tabakası da, aralarında aslan payı için sürtüşebilirler. Kimi zaman da bu sürtüşme halkla onlarm arasında olur; otoritenin ne oranda onlarda olacağı, yığınlara avunmaları için ne kadarım lütfedileceği kav­gasıdır bu genelde. Ama peygamberler gelip, “Lâ ilâhe illallah”, “Al­ah’a kulluk edin; O’ndan başka bir ilâhımız yoktur” dediler mi, iş deği­şir. O zaman konu otoritenin onlardan alınıp güç ve kuvvet sahibi olan Yaradan’a, haram-helâl koyma hakkının sahibine verilmesi olayıdır.

İşte bunun için, yönetimi elinde bulunduranlar, “Lâ ilâhe illallah” çağrısından koltuklarına aday olanlardan daha fazla çekinirler. Bütün güçlerini bu çağınya savaş için hazırlarlar. Savaşta kullandıkları araç­lardan biri de, kimi zaman olayı ters yüz ederek kandırdıkları, kimi za­man da korkutarak kullandıkları yığınlardır.

“Firavun; ‘Bırakın beni,’dedi. ‘Musa'yı öldüreyim deRabbineyal­vacın (bakalım O, Musa'yı kurtaracak mı?) Çünkü ben onun, dini­nizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bozgunluk çıkaracağından kor'kuyorum." (Mümin, 26) "Sonra onların ardından Musa ve Harun ’u ayetlerimizle birlikte Firavun ’a ve adamlarına gönderdik; böbürlendiler ve suç işleyen bir topluluk oldular. ”

“Onlara katımızdan gerçek (mucize) gelince; ‘Bu, apaçık bir büyü­dür. 'dediler."

"Musa: ‘Size gelen gerçek için (böyle) mi diyorsunuz? Büyü müdür bu? Halbuki büyücüler, iflâh olmazlar, 'dedi. ”

"Dediler ki: ‘Sen bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden çeviresin de yeryüzünde büyüklük yalnız ikinize kalsın diye mi bize geldin? Biz size inanacak değiliz!”’ (Yûnus, 75-78)

“Kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yol­dan çıkmış bir kavim idiler. ” (Zuhruf, 54)

Mekke’deki olay da aynı olaydı. “Mele (ileri gelen tabaka)” Kureyş’ti orada. Davetle savaşı ve ona set olmayı o üstlenmişti. Gerçekte Kureyş’le Hz. Muhammed (s.a.) arasında bir savaş değildi bu; onlarla Resûlullah’m (s.a.) yüklendiği “davet” arasındaki bir savaştı:

"Onlar seni yalanlamıyorlarl Fakat zalimler Allah ’ın ayetlerini bi­le bile inkâr ediyorlar. ” (En’am, 33)

İşler tam karışık olduğu bir zamanda Kureyş, Resûlullah’a (s.a.) el­çisini gönderdi. Davetten vazgeçmesi halinde mal, mülk ve dünya var­lığım sunuyordu! Düşmanlık onlarla Resûlullah’m (s.a.) şahsı arasmda değildi. Düşmanlık onun davete yapışıp bırakmamasından kaynaklanı­yordu. Onlar da buna dayanıp sabredemiyorlardı. Sonra da onlarla da­vetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşmesi kaçınılmaz olmuştu.

Ardından Allah Tealâ kimilerinin “Lâ ilâhe illallah”a iman etmesini diledi. Bu insanlar tarihin ünlü örnek nesliydi. “Lâ ilâhe illallah” nasıl­dı onlarm hayatmda? Ondan ne anlıyorlardı?

Sadece Allah’ın bir olduğunu, bu büyük evrende O’ndan başka bir ilâh olmadığım onaylamaktan ibaret miydi? Yoksa kalpte tasdik, dilde ikrar mı?

Ya da nefislerinde ve günlük hayatlarında bundan daha büyük, da­ha derin ve kapsamlı bir şey mi?

Olayın aslına bakalım:

Araplar toprak, çevre, dil, inançlar, kültür, tarih gibi birleştirici un­surların varlığına rağmen birlik değillerdi; parça parça yaşıyorlardı. İslâm onları bu durumdan, “insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet” du­rumuna getirdi.

“Lâ ilâhe illallah” gerçeğini şirkin (yani Allah’a ortak koşmanın) kaba çeşidi olan putçuluğun ortadan kaldırılmasına has kılan bazı tarih kitaplarının belirttiği gibi sadece putlar Arap yarımadasmda tapınılan rabler değildi. Fesat (bozgunculuk) da, yine bazı tarih kitaplarının be­lirttiği gibi ahlâkî bozukluklardan olan içki, kumar, zina, kızların gö­mülmesi, baskınlar, hırsızlık ve sosyal zulümlerden ibaret değildi.

“Lâ ilâhe illallah” insanları şirkten tamamen arındırıyordu. Şirk de tek bir çeşit değildi, çok renkli bir şeydi. Sonunda da şu iki başlık al­tında toplanıyorlardı: İlâhların çokluğu ve Yaradan’m indirdiğinden başkasına uyma.

Kabile tapınılan bir rab idi. Baba ve dedelerin örfü tapınılan bir rab idi:

“Onlara, ‘Allah ’ın indirdiğine uyun. ’ denince; ‘Babalarımızı üze­rinde bulduğumuz yola uyarız. ’ derler. Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa... " (Lokman, 21)

Arzu ve şehvetler de tapınılan rablerdi. Kureyş ve diğer büyük ka­bileler, Araplara dilediğini haram yapan rablerdi:

"Saptırmak için hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek, küfürde, gerçekten ileri gitmektir. İnkâr edenler Allah ’ııı haram kıl­dığı ayların sayısına uydurmak için, onu bir yıl haram, bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah ’ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. Kötü işle­ri kendilerine güzel göründü. Allah inkâr eden toplumu doğru yola eriştirmez. ” (Tevbe, 37)[5]

Kendi arzularına göre, ‘Bu Allah’ındır, bu da putlarımızındır’di­yerek, Allah ’ın yarattığı hayvan ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıkları Allah için verilmez ama Allah için ayırdıkları putla­rına verilirdi; ne kötü hüküm veriyorlardı!”

"Böylece putlara hizmet edenler, puta tapanların çoğunu helâke sürüklemek, dinlerini karma karışık etmek için çocuklarını öldür­melerini onlara iyi göstermişlerdir. Allah dileşeydi bunu yapamaz­lardı. Sen onları ve iftiralarını bir tarafa bırak. ”

“ ‘Bu hayvanları ve ekinleri dilediğimizden başkasının yemesi ya­saktır. Bir kısım hayvanların sırtına yük vurmak da haramdır ’ iddi­asında bulunarak ve bir kısım hayvanları keserken de Allah ’ın adı­nı anmamak suretiyle O ’na iftira ederler. Allah yaptıkları iftiralara karşı onları cezalandıracaktır. ”

“ ‘Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır! Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar. ’ dediler. Allah bu türlü sözlerin cezasını verecektir, çünkü O egemendir, bilendir. ”

"Beyinsizlikleri yüzünden, körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah ’ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah ’a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır; onlar sapılmışlardır, zaten doğru yolda da değillerdi. ” (En’am, 136-140)

Putlara ibadetin yanında şirkin bütün bu çeşitlerinden aynı önem derecesiyle Kur’ân-ı Kerim nefisleri, kalpleri, düşünce ve tavırları arındırmak için “Lâ ilâhe illallah”a davet ediyordu. Resülullah’ın (s.a.) Mekke’deki cihadı da Yaradan’m yönlendirmesi ile bunun içindi.

Yeniden diriliş ve hesaba çekilmenin Kur’ân-ı Kerim’in Mekke müşriklerine hitabında önemli bir yer tutması da Allah Tealâ’nm kalp­lerinde şirkin her çeşidini ve etkilerini atmada ahiret gününe imanın ne derece önemli olduğunu bilmesinden dolayıdır. Onlar, öldükten sonra dirileceklerine ve şirklerinden dolayı hesaba çekileceklerine kesinlikle inanmasalar şirklerini bırakıp ondan sıyrılamazlar. Bu ister ibadet şirki olsun, ister ittiba (bir başkasına yanlışta uyma) şirki...

Müminlerin nefisleri “Lâ ilâhe illallah”la şirkin renklerinden aklanın­ca onlarda büyük bir değişme oldu. Sanki onlar, yeniden doğmuşlardı.

Yalın bir tasdik ve yalın bir ikrar değildi bu olay.[6]

Demir parçasında atomların yeniden dizilip elektrikli mıknatısa dö­nüşmesi gibi, âdeta onların da yapıları yeniden dizilmişti.

Hakk’a yöneliş hayatın her kesiminde büyük bir değişme getirmiş­ti. Kalplerini, ruhlarını ve tavırlarını yağmalamış olan uydurma rable- rin bağlılığı kalkmıştı. Kalplerini ve ruhlarım tek bir kulluk meşgul ediyordu: Ortağı olmayan Bir Allah’a kulluk..

O örflerle beraber, onlara bağlı olan diğer yanlış düşünceler de ortadan kalktı. Artık kabile, baba ve dedelerin örfü,[7] âdetler, gelenekler zihinlerin­de bir sinek kanadı kadar kıymet taşımıyor, tavır ve düşüncelerinde onları kamçılamıyordu. Artık kan bağı veya “çıkarlar” onları birleştirip da­ğıtmıyordu.

Hatta bütün problemleri ve çekiciliği ile dünya bile, “Lâ ilâhe illallah”a imanlarından önce olduğu gibi onların tek uğraşı değildi. De­ğerleri de ahiretten kopmuş bir dünya belirlemiyordu.

Birleşmenin de dağılmanın da anahtarı “Lâ ilâhe illallah”tı. Bu tevhit kelimesi ona inanan kalpleri birbirine bağlıyor ve diğerleri ile aralarım ayırıyordu. Önceki birlikleri nefislerinden atan yeni birlik de “Lâ ilâhe illallah”tan kaynaklanıyor, onun etrafında dönüyordu. Yeni varlığı olduğu gibi “Lâ ilâhe illallah”tandı.

Onları “Lâ ilâhe illallah”a davet eden ve Yaradan’ın onlara mesajı­nı kendisinde temsil eden Resûlullah (s.a.) da Erkam’ın (r.a.) evinde onlarla buluşuyor ve yalnız bir insanın bütün insanlık tarihindeki başa­rabildiği en büyük işi onlarla organize ediyordu: Örnek neslin “Lâ ilâhe illallah”m gereklerine göre, onun ahlâkına göre eğitilmesi

Resûlullah’in (s.a.) elinde “Lâ ilâhe illallah”ın gerekleri ve ahlâkı­na göre yapılan üstün eğitimle de tarihteki en hayırlı ümmet yetişti.

Kimi insanlar “Lâ ilâhe illallah”m bütün gerekleriyle onlardan is­tendiği ve örnek nesle her etkiyi gösterdiği kuruntusuna kapılıyorlar. Zira onlar -daha önce- müşriktiler! Eğer başka bir durumda olsalarmış kendilerinden sadece tasdik ve ikrar istenecekmiş!

Bu, Mürcie[8] düşüncesinin ümmetin üzerinde işlediği bir cinayettir. Diğer etkileriyle de adım adım, “Lâ ilâhe illallah”m içeriğini çıkarıp, sonunda da ruhtan mahrum bir cümle haline getirdi.

Bu vehmi tartışmadan önce Medine’de müminlerin “Lâ ilâhe illallah”la olan bağlantılarım ele almak istiyorum.

Daha önce söylediğimiz gibi, Medine’de de “Lâ ilâhe illallah” ayetleri kesilmedi. Çünkü o, yolun başında hatırlanıp sonra, başka yere gidilen bir şey değildir. Tersine, yolun başında hatırlanır ve her yere de onunla gidilir. Medine’de nazil olup bu konuyu açıklayan sürelerden örnekler görelim.

Bakara sûresi, devlet kurulduktan sonra, müminlerin hayatlarını or­ganize etmeye başladıkları çeşitli konulan ele alır. Önce inançları dü­zeltip, sağlıklı bir yapıda kökleşen ve ardından farz ibadetleri yerine getirilen müminlerin niteliğiyle başlar:

“Elif lam mîm. İşte o kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur, müttaldler (günahtan sakınanlar ve arınmak isteyenler) için yol göstericidir Onlar id, gayba inanıp namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiği­miz rızıktan (Allah rızası için) harcarlar Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, âhirete de kesinlikle iman ederler İşte on­lar Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve umduklarına erenler, işte onlarda: ” (Bakara, 1-5)

Sadece tasdik ve ikrarla yetinmeyip, o zamanlar farz kılman namaz kılmayı ve zekât venneyi de ekleyen bu, “inanan”, “takvalı” ve “um­duklarına erenler” ibarelerine ne demeli acaba?

Yeter size, denebilir mi? İstenenin hepsini yaptmız ve cenneti garan­tilediniz... Yoksa onlara; “Allah size farz kıldı... farz kıldı... farz kıldı... Seçenekli de değil üstelik, mecburi” mi demeli?

İman gerçeğinin sadece tasdik ve ikrarla değil de, imana işaret eden belirli amellerle olduğunu bildikleri için onlara şöyle denir:

“Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir Fakat iyi olan, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle yakınlarına, ye­timlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğurunda mal veren, namaz lalan, zekât veren ve sözleştiklerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir İşte onlar doğru olanlardır ve salananlar ancak onlardır ” (Bakara, 177)

İnançla ilgili ayetlerle başlayan Al-i İmrân sûresi de baştan sona “Lâ ilâhe illallah” gerçeğiyle doludur:

"Elif lâm mim. Allah, Ondan başka ilâh olmayan, diri, her an ya­ratıklarını gözetip durandır. Kendisinden önceki kitapları tasdik eden Hak Kitab ’ı sana indirdi. Önceden ihsanlara yol gösterici olarak Tevrat ve Incil'i de indirmişti. O, doğruyu yanlıştan ayıran Kitab ’ı indirdi... ” (Al-i İmrân, 1-4)

Bu sûre inancın asıllanm açık ve kesin bir üslûpla belirtiyor; bera­berinde de gereklerine değiniyor. Gerekler arasında en belirgini, yer­yüzünde bu hakkın kabul ettirilmesi için harp konusu vardır. Şu büyük eğitici ders de bu sûrede geçer:

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır. ”

"Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah ’ı anarlar, gökle­rin ve yerin yaratılışını düşünürler: ‘Rabbimiz! Sen bunu boşuna ya­ratmadın? Seni teşbih ederiz. Bizi ateşin azabından koru, 'derler. "

"Rabbimiz! Sen ateşe kimi sokarsan, onu şüphesiz rezil etmiş olur­sun, zulmedenlerin hiç yardımcıları yoktur. ’’

"Rabbimiz! Doğrusu biz ‘Rabbinize inanın. ’ diye inanmaya çağı­ran bir daveti işittik de, iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bize bağışla, kötülüklerimizi ört, canımızı iyilerle beraber al. "

"Rabbimiz! Peygamberlerinle vaat ettiklerini bize ver, kıyamet gü­nü bizi rezil etme. Sen şüphesiz sözünden caymazsım "

"Rableri onlara karşılık verdi: Birbirinizden meydana gelen sîzler­den, erkek olsun kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam. Hic­ret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, savaşanların ve öl­dürülenlerin günahlarım elbette örteceğim. And olsun ki, Allah ka­tından bir nimet olarak, onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Nimetin güzeli Allah katindadır. ” (Al-i İmrân, 190-195)

Allah’ı ayakta, oturarak ve yanlan üzereyken zikreden şu sadık mü­minler, göklerin ve yerin yaratılmasını düşünüyorlar, batıl yere değil de Hakk’la yaratıldığını anlıyorlar. Hakk, insanların dünya hayatında yap­tıklarının hesabını vermelerini gerektirir. O halde öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme zorunludur. Allah Tealâ’ya onları ateşten ko­ruyup cennete koyması için dua ederken, isteğin bağlı olduğu şeyleri de yapıyorlar; Onlar imana çağıran Hz. Peygamber’i (s.a.) duyar duymaz, iman ettiler. Halleri ve sıfatları bu olan müminlere Yaradan’m arzuları­nı kabul ettiği haber veriliyor. Niçin kabul etti arzularım Allah Tealâ? Tasdik ve ikrar, düşünüp gereğini yaptığından dolayı mı? Veya aralıksız süren zikirden dolayı mı? Ya da ateşten korunma ve cennete girmede hararetli yakarıştan dolayı mı?

Yoksa, bunlardan başka, bunların hepsinin gereği olan bir şey için mi?

“Rableri onlara karşılık verdi... İş yapanın işini boşa çıkarmam. ”

Verihnek istenen yön açıktır. îstenen ve Allah Tealâ’nın karşılık ver­diği şey; düşüncelerin, zikrin çalışmaya dönüşmesidir. Süre Hakk’m yeryüzünde ikrarı için cihat konusunu işlediğine göre ayet de çeşidi, sözün gelişine uygun olarak getirdi: Allah Tealâ yolunda hicret eden­ler... Allah Tealâ yolunda yurtlarından çıkarılanlar... Allah Tealâ yolun­da eziyet görenler... Allah Tealâ yolunda öldürülenler... Sadece bunlar, istenen ameller olduğu için değil de, üslûp bunu gerektirdiği için...[9]

“îman edenler”e seslenen ayetlerin bulunduğu Nisa süresi, onlar­dan iman etmelerini, bilfiil iman etmiş oldukları şeylere iman etmele­rini istiyor. îman edenlere: Siz istenen şekliyle iman ettiniz, kuvvetlen­dirip korudunuz ve üzerine titrediniz de, kalplerinizi ve vicdanlarınızı onunla doldurdunuz, tasdik ve ikrar da ettiniz; bundan sonra günlük hayatımz ve tavırlarınız arzularınıza uygun olabilir ya da örfünüzdeki gibi olabilir demiyor. Tersine, sonu şu ayetlerle bağlanan miras hü­kümlerini bildiriyor:

“Bunlar Allah ’ın yasalarıdır. Allah'a ve peygamberine kim itaat ederse, ona içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budun ”

“Kim Allah'a ve peygamberine baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, Allah onu, temelli kalacağı cehenneme sokan Onun için alçaltıcı bir azap vardır. '' (Nisa, 13-14)

Onlara ailevî ve sosyal ilişkilerini belirleyecek belirli bir yön çizi­yor ve dayanacakları dayanaklarım da öğretiyor:

“Ey inananlar! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ulü'l-emre (yöneticilere) itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah ’a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun halini Al­lah 'a ve peygambere bırakın. ” (Nisa, 59)

İşlerin Yüce Allah’a ve Resûlüne havale edilmesini, hayata ait işle­rin Yüce Allah ve Resûlünün hükmüne göre düzenlemeyi Allah’a ve ahiret gününe imana bağladıktan sonra, onu şart, kabul ediyor: “Al­lah’a ve ahiret gününe inanmışsanız.”

Ardından da Resûllerini sadece bir tebliğ ve duyuru için gönderme­diğini haber veriyor. Biri çıkıp da: Bana tebliğ etti, öğrendim, tasdik ve ikrar ettim, demesin. Tersine onları boyun eğsinler diye gönderdi:

“Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle itaat olunması için gönderdik." (Nisa, 64)

Hükümler, emir ve yasaklar ve “iman edenlere” yapılan yönlendir­melerden sonra da, imanın dilek olmadığını, hissedilebilen amel şek­linde imanın, gerçek bir tasdiki gerektirdiğini vurguluyor:

“Bu sizin kuruntularınıza ve Kitab ehlinin kuruntularına göre de­ğildir. Kim fenalık yaparsa cezasını görür, kendisine Allah 'tan baş­ka ne dost ne de yardımcı bulur. ” "Erkek veya kadın, mümin olarak kim yararlı işler işlerse, işte on­lar cennete girerler Kendilerine zerre kadar zulmedilmez. ” (Nisa, 123-124)

“Dinin” olgunluğu ve nimetin tamamladığı duyurusu geçen[10] Ma- ide sûresinin tamamı, yiyecek-içecek, muamelât ve ahkâmda Allah Teâlâ’ın helâl ve haram kıldıklarım açıklar. Sûrenin başındaki ilk ayet; “Ey iman edenler! Akitleri yerine getirin...”le başlayarak müminlere yönelik mesajlar verir.

Bu sûre açık bir üslûpla diğer Yüce Allah’ın dinini uygulamayı vur­gulamıştır. Hükmün bir üçüncüsü olmayan iki çeşidi bulunduğunu açık­lar; ortası da yoktur. Ya Allah Tealâ’mn hükmü ya da cahiliyenin...

“Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah 'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir? ” (Maide, 50)

“Kim Allah ’ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler onlardır. "

"Kim Allah ’ın indirdiği ile hükmetmezse işte zalimler onlardır. ”

"Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte fâsıklar onlardır. ” (Maide Sûresi, 47)

Medine’de nazil olan diğer sûreler de böyledir: Hepsi iman edenle­re (ikrar ve tasdik edenlere) hitaptır. Onlar için diyordu ki: Mekke’den muhacir olarak getirdikleri ya da (ensardan olanlar) Medine’de üzerin­de oldukları -ki Hicret emredilip uyguladıkları bir “amel”dir- tasdik ve ikrar, Medine’de yeni gelen hükümler, teklif, emir ve yasaklara uyma­larım gerektirir. Şimdi imanlarının doğruluğuna ölçü olacaktır. Yoksa o, Allah Tealâ’nm kabul etmediği ve ateşin en alt katmanlarında ceza­landırdığı bir münafıklıktır.

"Sana indirilen Kur’ân-ı Kerim'e ve senden indirilenlere inandık­larını iddia edenleri görmüyor musun? Tağutların önünde yargılanmalarım isterler! Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlar- dı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister... ” (Nisa, 60)

“Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar. ” (Nisa, 65)

"Münafıklar; ‘Allah’a ve peygambere inandık, itaat ettik/ derler, sonra da içlerinden bir zümre bunun ardından yine yüz çevirirler. İşte bunlar inanmış değillerdir. ”

"Aralarında hüküm vermek üzere Allah 'a ve peygamberine çağırıl­dıkları zaman, birtakımı hemen yüz çevirirler Ama hak kendilerin­den tarafa ise, itaatla koşa koşa gelirler. ”

“Kalplerinde hastalık mı var, yoksa şüphelenmişler midir, yahut Al­lah ’ın ve peygamberinin onlara haksızlık yapacağından mı kork­maktadırlar? Hayır, onlar sadece zalimdirler. ”

“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah ’a ve peygambere çağırıl­dıkları vakit; İşittik, itaat ettik. ’ demek ancak müminlerin sözüdür. İşte saadete erenler onlardır. ”

“Allah'a ve peygambere itaat eden, Allah'tan korkan ve O'ndan sakınan kimseler, işte onlar kurtulanlardır. ” (Nur, 47-52)

“Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasuıdadırlar. Onlara yardımcı bulamayacaksın. ” (Nisa, 145)

Medine’de nazil olan sürelerin getirdiği “Lâ ilâhe illallah”m gerek­leriyle beraber, Maide sûresinin “Bugün size dininizi tamamladım...” ayeti bize “Lâ ilâhe illallah”ın tam bir hayat programı olduğunu da açıklamıştı: İnanç, ibadet, amel ve tavırları da içermekteydi. Yüce Al­lah’ın birliğine itikadı (zâtı, isimleri, sıfat ve fiillerinde tevhidi) ve or­taksız, yalnız O’nun kulluk ilkelerini sadece O’nun dinini uygulama­yı, “Lâ ilâhe illallah” ahlâkım yaşamayı ve diğer çok ünlü emirleri içermişti.

Mekke’de nazil olan sûrelerde inanç yönünün ağır bastığını görü­yoruz: Allah Tealâ’ya, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamber­lere, hayır ve şerriyle kadere ve ahlâk bahislerine, ibadete ait hususlar Mekke’de farz kılındı. Medine’de nazil olan sürelerse yoğun bir şekil­de hakimiyet konusuna, O’nun dinini uygulamaya ve bunun imanın te­meli kabul edildiğine, diğer ahlâk bahisleri ve Medine’de farz kılman ibadetlerle beraber değinmemiştir.

Ama helâl-haram koyma hakkının hiçbir ortak olmadan sadece Ya- radan’m hakkı olduğunu, O’nun indirdiği dışında bir şeyi mutlak hüküm kabul etmenin ve buna rızanm şirk olduğu konusunun ayrıntı­sıyla, müslümanlara Medine’de kararlaştırıldığı zannı büyük bir yan­lıştır. Tersine pek çok Mekkî sûrede, ahlâkî bir nitelik olarak değil de, “Lâ ilâhe illallah”a imanın bir aslı olarak kesin bir tavırla belirtilmiştir. Örnek olarak Mekke’de inen A’râf sûresinin şu ayetine bakınız:

“Rabbinizden size indirilen Kitab ’a uyun, O ’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz. ” (A’râf, 3)

Bu ayet neyi ifade ediyor?

İnsanlar iki durumdadırlar. Birincisi emredilen İkincisi de yasakla­nan bir şeydir: İman ve şirk.

İman, “Rabbinizden size indirilen Kitab'a uyun” ayetinde özetlenmiş.

Aksi -Allah’ın indirmediğine uyma- dostlara (ortaklara) uymadır. O da açık bir şirktir.

Yine A’râf süresindeki şu ayete bakınız:

“Bilin ki yaratma da emir de O’nun hakkıdır. ” (A’râf, 54)

Aym anda iki şeyi vurguluyor: Emir yalnız O’nundur. Emir burada mutlaktır; herhangi bir alan veya konuyla sınırlı değildir. Göklerde, yer­de ve insan hayatında emir... Göklerde ve yerde olan ayetin öncesinden anlaşılıyor:

“Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa hükme­den, gündüzü -durmadan kovalayan- geceyle bürüyen, ayı, yıldızla­rı, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah ’tır. "

İnsan hayatındaki de ayetin devamından anlaşılmaktadır: “Rabbi- nize gönülden ve gizlice yalvarın. Doğrusu O, aşın gidenleri sev­mez. Düzeltilmişken, yeıyüzünde bozgunculuk yapmayın. ”

Yani O’nun emrinden çıkarak azmayın. Yüce Allah’ın katından inenle düzeldikten sonra, O’nun dini dışında bir şeye uyarak yeryü­zünde bozgun çıkarmayın!

Ayetin üzerinde durduğu, göklerde, yerde ve insan hayatında hü­kümranlık hakkı Hâlık yani yaratma gücünden kaynaklanmaktadır. Ya­ratmaya gücü olan, tek başına emrin sahibi olur. Madem ki sadece Al­lah Tealâ yaratma gücüne sahiptir, göklerde, yerde ve insan hayatında hükümranlık da O’na aittir.

Yine Mekke’de nazil olan, Şûra sûresindeki şu ayete bakınız:

“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah ’a aittir, işte bu Allah benim Rabbimdin Oha güvenirim ve O’na yö­nelirim. ”

Önemli bir ilkeyi vurguluyor: İnsanlara yaşamlarında yüzleştikleri şeylerde çözüm Yaradan’a bırakılmak. Ayetteki “herhangi bir şey” ge­neldir, mutlak olarak her şey demektir. Yani herhangi bir şeyin helâl-ha- ram, mubah, mekruh, güzel amel vb. oluşu mutlak olarak O’nun hükmü­ne bağlıdır. Bir önceki ayette, A’râf süresindeki ayetin ifade ettiği anlamı tekrarlıyor:

"Demek onlar Allah’tan başka dostlar edindiler? Oysa dost, ancak Allah ’tır. O, ölüleri diriltir Her şeye kadirdir. ” (Şûra, 9)

Her şeyde Yüce Allah’a teslim olmak imandır. Bunun tersi ise O’ndan başka dostlar edinmek, yani şirktir. O da batıl bir iştir. Çünkü tek dost O’dur: Ölüleri dirilten O’dur. Herşeye kadir olan da O’dur.

Bir de Şûra sûresinin şu ayetine bakınız:

“Yolcsa, Allah ’uı dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kdacak ortaklan mı vardır? Eğer kesin yargı bulunmayacak olsaydı arala­rında hemen hükmedilirdi. Doğrusu zalimlere can yakıcı azap var­dır” (Şûra, 21)

Fakat En’am sûresinin şu ayetleri konuyu daha ayrıntılı ifade edi­yor olsa gerek:

“Allah size Kitab’ı açık olarak indirmişken O’ndan başka bir ha­kem mi isteyeyim? Kendilerine kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler Öyleyse sen şüpheye düşenlerden olma!”

“Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur O işitir ve bilin ”

“Yetyüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar, sadece tahminde bulunurlar. ”

“Doğrusu Rabbin, yolundan kimin saptığını daha iyi bilir. Doğru yolda olanları da en iyi O bilin ”

“Allah ’ın ayetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah ’ın adı anılmış olan şeyden yeyin. ”

“Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe açıklamışken adının üzerine anıldığı şeyden yemi­yorsunuz? Doğrusu çoğunluk, heva ve heveslerine uyarak, bilme­den sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir. ”

“Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Günah kazananlar, ka­zandıklarına karşılık şüphesiz ceza göreceklerdir. ”

“Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah ’ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tar­tışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz. ” (En’am, 114-121)

Ayetler şaşkınlık ifade eden bir soruyla başlıyor: “Ondan başka bir hakem mi isteyeyim?" Helâl-haram belirlemenin yalnız Yaradan’a ait olduğunu, herhangi bir işte O’ndan başkasına hakem olması için başvu­rulmasını ve O’nun geniş bir kitap indirdiğini, artık kimsenin O’ndan başkasma müracaat etmek için delili kalmadığım belirtmektedir.

Dikkat edilirse ayet, Mekkî bir sûrenin ayetidir. Mekke’de de in­sanların hayatlarında gereksinim duyacakları hükümler inmemişti he­nüz. Yasama ayetleri Medine de tamamlandı. Ayetin değindiği, ayrıntı­ya ait hükümler değildir. Sadece büyük bir konuyu -hükümranlık ko­nusunu- inancın bir aslı olarak dile getirmiştir. İtikat, anlamı ve uygu­laması -prensip olarak- Yaradan’dan inene uymak olmadıkça ne tamdır ne de doğru. İnen ister az olsun ister çok, ister inançla alâkalı, isterse ahlâk veya hükümlerle ilgili olsun!

Ayetler, Yüce Allah’ın sözünün son söz olduğunu, doğru ve adil ol­duğunu, ona uymayanların da, zanna uyan ve böylece hidayete eremeyen dalâlet ehli olduğunu belirterek devam ediyor.

Ardmdan da bütün bu anlatılanların tekidi ve temelini kuvvetlen­dirmek için anlatılan konu geliyor: Helâl ve haram koyma meselesi. Son söz kimin olacak? Müminlerin ve müşriklerin tutumları nedir? Bu konuda insanı mümin veya müşrik yapan nedir? Konu şu meselenin etrafında dönüyor: Müşrikler Mekke’de ölmüş bir hayvan için O’nun ismini anmıyor, sonra da yenmesini helâl sayıyorlardı. Bu işe de O’nun bir izni ve bir delil olmadan şer’î bir iş niteliği veriyorlardı. Al­lah Tealâ müminlere Yüce Allah’ın ismi anılmayanı (O’nun haram et­tiği ölüyü) yemelerini yasakladı ve onları uyararak, müşriklere itaat [11] ederlerse onların da müşrik olacaklarını bildirdi. Çünkü Allah Tealâ’dân bir delili olmayan cahili bir kamına uyuyorlardı.

Bundan anlaşılmıştır ki, bu konu Medine’de başlamamıştır. Mek­ke’de, İslâmiyet kök salarken ve “Lâ ilahe illallah”m gerekleri açıkla­nırken başlamıştır. Ardından da Medine’de Maide sûresindeki kesin hü­kümler geldi. Mekke’de inanç kuvvetlendirilirken, Allah Tealâ’yı ve Resûlünü hakem yapmadıkça kimsenin mümin kabul edilmeyeceği bil­dirildi.

Bu, İlâhî teklif yönüydü. Medine’de müminlerin hayatına bakalım; Allah’tan gelen bu emri nasıl karşıladılar ve nasıl uyguladılar...

O örnek neslin içinde, hiç kimse duraklayıp; “Bu emirler (Allah m kitabı veya peygamberinin sünnetiyle gelenler) bağlayıcı mıdır? Bun­lar imana dahil midir, yoksa fazladan mıdır? Allah’tan olduklarını tas­dik yeter mi, yoksa uygulaması da mı gerekiyor? İnsan, içlerinden bi­rini yapmasa yine mümin olur mu?” gibi sorular sormadı.

Yüce Allah ve Resûlünün imanlarına şehadet ettiği müminlerden veya içlerinde küfür taşıdıkları halde mümin görünen münafıklardan hiçbiri böyle bir şey sormadı.

Onlar da bunlar da biliyorlardı ki; “Lâ ilâhe illallah” söylenip de işi biten bir kelime değildir, bazı gerekleri vardır. Müminlerle münafıklar, aralarındaki köklü bir farka rağmen gereklerini uyguluyorlardı. Şu ka­dar ki, müminler inanarak ve onu indiren Yaradan a itaat için, cenneti­ne ve rızasına nail olmak için yaparken münafıklar da, inanmadan gizli veya açık, bıkkınlıkla ya da kurtulmak için hilelere başvurarak yapı­yorlardı.

“Münafıklar, Allah’ı (güya) aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onların aldatmalarını kendilerine çevirir. Namaza kalktıkları zaman da üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah ı pek az anarlar. ” (Nisa, 142)

"İçinizden bir kısmı var ki, pek ağır davranır. Eğer size bir felâket erişirse; 'Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım, 'der. ”

"Eğer Allah 'tan size bir nimet erişirse, sizinle kendisi arasında hiç sevgi yokmuş gibi; ‘Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da bü­yük bir başarı kazansaydım. 'der. ” (Nisa, 72-73)

Müminler bir tarafa, münafıklardan bile hiçbiri, dünya hayatında somut bir “Lâ ilâhe illallah” sözüyle, gereklerinden tek bir tanesini yapmadan İslâm unvanma kavuşabileceğini düşünmemişti. Zaten bu, İslâm toplumunda olabilecek bir şey de değildi.

Müslüman bir toplumda bir kişinin İslâm’m hiçbir amelini yapma­dan “müslüman” ismini taşıyor olabilmesi düşünülemez.

En azından bir namaz konusu var!

İslâm toplumunda hiç kimse, bütün uyarılara rağmen ardarda üç gün namazı terk edemez. Bu konuda ısrar ederse cezalandırılır.

Böylece anlaşılmıştır ki, müslüman bir toplumda İslâm’ın amelle­rinden hiçbirini yapmadığı halde, o toplumda yaşıyor olması bir kena­ra, bir insan “müslüman” ismini bile taşıyamaz bir insan. Bu tip iddi­alar ancak (Mürcie düşüncesinin desteğiyle) İslâm iddiasmda olan ca- hiliye toplumlarmda bulunabilir. O da bu dinin ruhundan tamamen uzaktır.

Şimdi “Lâ ilâhe illallah”ın gerekleri konusunu üç ayrı noktadan ele alalım. Üçü de sonuçta aynı yere varmaktadır:

Bütün istenenin tasdik ve ikrardan ibaret olması ya da tasdik ve ikrarın dünya ve ahirette İslâm sıfatının verilmesi için yeterli olması halinde dinin iniş sebepleri yerine gelir mi?

Resûlullah’ın (s.a.) ve yüce ashabınm “Lâ ilâhe illallah”m ge­reklerinden uyguladıkları, kendiliklerinden nafile ibadet olarak yaptıkları, emredilmemiş şeyler miydi?

İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhalifi olması nor­mal midir?

Birinci noktadan başlayalım: Allah Tealâ peygamberleri insanlığa niçin gönderiyor, onlarla beraber niçin kitaplar indiriyor?

Böylece önemli bir konuda kendi kendimize cevap veremeyiz, kim­senin de cevap vermesi uygun düşmez. Önünden ve ardından batılın girmediği Kitabı’nda Allah Tealâ bunun cevabını bizzat üstlemniştir:

“Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik. ” (Nisa, 64)

“And olsun ki biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab’ı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara bir- çok faydalar bulunan demiri indirdik. Bu, Allah'ın dinine ve pey­gamberlerine görmeksizin yardım edenleri meydana çıkarmak için­dir. Doğnısu Allah kuvvetlidir, güçlüdür. ” (Hadîd, 25)

Özel bir konumu ve belirli hedefleri olan son peygamberlikten söz et­meden, Hz. Âdem’den ve Hz. Nuh’tan (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.) ka­dar olan peygamberlerden genel olarak söz eden bu iki ayeti düşünelim.

Ayetlerden biri, O’nun katından peygamber gönderilen insanlardan birinin, “Emri bana ulaştırdı, bildim” diyebileceği tebliğ için gönderil­memiş olduğunu haber veriyor. “Emri bana ulaştırdı, bildim ve itaat ettim” demesi içindir bu. Bununla kendisine gönderilen elçiye icabet etmiş ve gönderiliş amacım yerine getirmiş olur.

Diğer ayet de, hedefi açıklayıp sınırlıyor. İnsanların adaletle yaşa­ması... Çok kapsamlı fakat öz bir ifadedir bu.

Diğer Kur’ân-ı Kerim ayetleri ve sünnet-i seniyye insanlığın arzu­suna terk etmeden en ince noktalara kadar adaleti açıklar. Zira “ada- Iet”in belirlemnesi insanlara kalacak olsa, her şey alt üst olurdu:

“Eğer Hak, onların arzularına uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur giderdi. ” (Mü’minûn, 71)

Az önceki ayetten anlaşılan şudur: Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi somut bir tebliğ ve bildiri için değil, insanların hayatında uygulamaya yönelik bir hedefin uygulanması içindir. O hedef ise; Allah'ın yolunun uygulanması, insanların bu dine ve yola baş eğ­meleridir. Zira insanlar arasında adaleti getirecek tek yol budur. Yani tasdik ve ikrardan sonra yeryüzü gerçeğinde yapılması gereken bir iş vardır. O olmadan peygamberlerin gönderilip, din indirilmesindeki he­defe varılmış olmaz. Din sadece gerçekte uygulanırlığı olmayan slo­ganlar, ileri veya geri götürmeyen, insanların hayatında bir şey değiştir­meyen, kalplerdeki kuruntular olarak kain. Ayette “demir”, “kuvvet”, “Allah'ın dinine ve peygamberine yardım” kelimelerinin geçmesinden de çok açık bir ifadeyle, “insanların adaletle yaşaması için” O’nun yo­lunda cihadın, istenen eylemler arasında olduğu anlaşılmaktadn.

Hz. Âdem ve Hz. Nuh’tan (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.) kadarki bütün peygamberlerle yerine getirilen bu hedefin, diğerlerinin dışında ve hepsine ek olarak son peygamberlikte özel bir konumu, özel emirle­ri vardır.

Allah Tealâ önceki peygamberler ve ehli için şöyle buyuruyor:

“Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah ’a has kılarak O ’na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur. " (Beyyine, 5)

Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliği dahil olmak üzere, bütün peygamberlikleri kuşatan bu emrin yanmda, Son Peygamber’in (s.a.) di­ğer peygamberlere göre ayrı bir yeri vardır, onların dışmda başka emir­leri vardır.

Allah Tealâ’nın kader ve dilemesinde Hz. Muhammed’den (s.a.) son­ra başka peygamber göndermemek vardı:

“Mıthammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o Al­lah ’in elçisi ve peygamberlerinin sonuncusudur. ” (Ahzâb, 40)

“Benden sonra nebi yoktur ” (Buhari-Müslim)

Yine Allah Tealâ’mn kader ve dilemesinde bu son peygamberlikte dinin tamamlanması ve bütün insanlık için olması vardı:

“Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamam­ladım, din olarak sizin için îslâmiyeti beğendim. ” (Maide, 3)

“Biz seni ancak bütün insanlara miijdeleyici ve uyarıcı olarak gön­derdik; fakat insanların çoğu bilmezlen ” (Sebe 28)

“De ki: ‘Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah *ın elçisiyim." (A’râf, 158)

“Bütün ulusların hepsine gönderildim. " (Buhari-Müslim)

Bunlarm toplamı son risaletin sahibi ümmetin, önceki mümin üm­metler gibi tek değil de iki ayrı teklifle[12] sorumlu tutulmalarını getir­miştir.

Önceki ümmetler “dini yalnız O’na has kılarak” ibadet etmek, sa­dece kendi sınırlarında din ve tekliflere göre yaşamakla yükümlüyken, müslüman ümmet, aynı teklifle yükümlü tutulmuştur. Aynca da bu di­ni Resûlullah’a (s.a.) halef ve onun bir devamı olarak bütün dünyaya yayma ve yalnız O’nun dini kalıncaya kadar cihat etmekle de yükümlü tutulmuşlardır:

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. ” (Ali İmran, 104)

“Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar on­larla savaşın. ” (Enfal, 39)

Bunun gereği bu ümmetin, tasdik ve ikrardan sonra istenen “amel”in tarihteki geçmiş bütün ümmetlerden istenenden çok daha büyük ve önemli olmasıdır.

Tasdik ve ikrar, amel olmadan önceki ümmetler için Allah’tan gelen tekliflerde yeterli olmuyordu. Herbirine, Yaradan, teklifler farz etmiş ve O’nun izniyle itaat edilmesi için -sadece tebliğ için değil- peygamberler göndermiştir. Özel niteliğiyle bu ümmetin de, tasdik ve ikrarla boynundaki İlâhî teklifleri (emirleri) geçiştirmesi mümkün de­ğildir. Aynı anda iki emirle yükümlüdür: Kendi içinde O’nun için doğru yolda olmak ve İslâmiyet’i bütün yeryüzüne yaymak.

İstenenin yetersiz tasdik ve ikrardan ibaret olması haİinde, Kâ- be’nin şirk ve putlardan arınması düşünülebilir miydi? Mekke veya Arap yarımadası demiyoruz. Mücahitlerin O’nun yolundaki cihatları­nın nuru yayılan diğer İslâm âlemi de değil...

Kuru bir tasdik ve ikrarla Medine’de İslâm’m bir devleti olur muy­du?[13] Bu devletin bütün Arap yarımadasını kuşatması, yarım yüzyılda batıda okyanusa, doğuda Hindistan’a ulaşması mümkün müydü?

İstenen sadece tasdik ve ikrar olsaydı ya da müslümanlar böyle an­lasalardı, içten Yahudilerin, dıştan da müşrik Kureyşlilerin tehdit ettiği Medine’deki devletin sağlam olarak ayakta kalması, Arap yarımadası­nın tamamını hâkimiyeti altında tutması, daha ilerisi, iki büyük şirk devletinden biri olan Sasanîler’i yok edecek, İkincisi olan Romalılar’ı da temelinden sarsıp gölgesini bile dünyadan kaldırması ve bu devletin daha sonra, ilim, uygarlık, güç ve kuvvette dünyanın merkezi ve mih­veri haline gelmesi olacak şey miydi?

Mevzuyu ikinci noktaya getirelim şimdi; söz de ona geldi zaten. Soruyoruz: Resûlullah’ın (s.a.) ve değerli ashabının “Lâ ilâhe illal­lah”ın gereklerindeki uygulamaları, üzerine vacip olmadan kendilikle­rinden ûafıle olarak yaptıkları bir şey miydi?

Burada karıştırılabilecek bir husus, var: Ashab nesline göre (r.anhüm) nafile ve teklif arasındaki fark.

Vakuma el-Muasır adlı kitabımda açıklamıştım: Örnek neslin özel­leştiği nokta, Allah’tan gelen emirleri yerine getirmek değildir. Teklifler bütün nesillere farz olan ve onlardan da istenen bir şeydir. O neslin özelleştiği nokta, bu teklifleri çok üstün bir dereceyle yerine getirmiş ol­masıdır.

Allah Tealâ harbi farz kıldı.

Ama yanmdaki azığı birkaç hurmayla evinden cihat için çıkan ve cennete giden yolda kendisini geri kalmış sayarak; “Bunları yiyecek kadar beklesem, çok uzun bir şey!” deyip, hurmalarını elinden attıktan sonra kendisini savaş alanına atıp şehit düşen insan!... îşte bu, İlâhî teklifin uygulanmasında üstün bir derecededir. O ve benzerleriyle ör­nek nesil ashab, özelleşmiştir bunda. Fakat harbin kendisi, İlâhî teklife icabettir, sadece o nesle de ait değildir, geneldir.

Allah Tealâ, İslâm toplumunun tamammdan, o topluma lütfettiği zenginliklerle genel hayra katılmalarını istemiştir. Zenginler, nisap faz­lası mallarından verirler ve devlet de ayetin açıkladığı muhtaçlara da­ğıtır onu (bkz. Tevbe, 60). Allah yolunda yapılacak harcamalar içinse, zekâttaki gibi ölçüler konmamıştır. Resûlullah (s.a.) buyuruyor ki:

“Malda zekâtın dışında bir hak vardır. ” (İbni Mace)

Allah yolunda yapılan bu harcama sadece ilk neslin yaptığı bir şey değildi. Zira, bu bütün nesillere emredilmiş bir tekliftir.

Ama bütün malını verenler...

Misafiri geldiğinde, çocuklarına yetecek kadarından başka yiyeceği olmayan ve hanımına; “Kandili söndür, çocukları da yataklarına yerleş­tir.” deyip, yalnızlık hissetmesin diye misafirin yanmda yiyor gibi ya­pan hakkında Allah Tealâ’mn şu ayeti indirdiği insan:

“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar ” (Haşr, 9)

O ve bu, Allah Tealâ’mn farz kılmadığı bir nafile ibadettir. Eşsiz nesil yapabilmiştir onu ve benzerlerini.

Resülullah (s.a.) buyuruyor ki:

“Helâl de bellidir haram da. Aralarında miiteşebihât[14] vardır. Kim şüphelerden kaçınırsa dinini korur. Bir tehlikenin etrafında dola­şan, ona düşebilir. ” (Buhari-Müslim)

Müminlerden dinlerini korumaları için şüphelerden sakınıp, açık helâllerde kalmaları ve bunun dışında kalanlardan da uzaklaşmalarını istemiştir. Bu, her yüzyılda bütün müslümanlar için bir tekliftir. Ama “Harama düşmek korkusundan helâllerin onda dokuzunu terk ediyor­duk.” diyenler... Bu Allah Tealâ’mn farz etmediği bir nafile ibadettir, bunu da o nesil yapmıştır.

Kimi insanların zihninde karışabilen iki şeyi tamamen ayırmış ol­duk böylece. Eşsiz neslin O’nun emriyle yaptığı şeyler; bu yalnız onla­ra ait değildir, bütün nesiller içindir, terk etmeleriyle günahkâr olurlar. Ve köklü, derin imanlarıyla O’nun emirlerine karşı pek hassas olan ki­şilikleriyle güzel amelleri farzları gibi yapmaları...

Şimdi de teklif olduğu için, (nafile oldukları halde farzlar gibi yap­tıkları şeyler değil) yaptıkları amellerine bakalım:

Yüce Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün (s.a.) sünnetinde olan şeylere uyma, herhangi bir işte O’na ve Resulüne başvurmayı ilk nesil, üzerle­rine farz olmadan nafile olarak mı yapıyordu?

Allah Tealâ yolunda gerçek bir cihat, teklifin dışında nafile bir iba­det midir?

Toplumun fertleri arasındaki dayanışma, müminler arasındaki ger­çek kardeşlik, iyilik ve takvada yardımlaşma, mal, kan ve ırzların ko­runması ve bunların bütünüyle gerçekleşen ümmet anlamının gerçek şekli, teklif edilmedikleri nafileler miydi? Yeryüzü gerçeğinde İlâhî adaletin sağlanması, “Lâ ilâhe illallah”ın ahlâkıyla ahlâklanma, ahitle­re vefa... Teklif olmadan yapılan nafileler miydi? Onların hissinde, imana ek olarak yapılan şeyler miydi bunların hepsi? Hiçbirini yapma­salar da, somut bir tasdik ve ikrarla iman, nefislerinde ve hayatlarında gerçekleşir miydi?

Yoksa bütün içtenlikleriyle -Kur’ân-ı Kerim ve Resûlullah’tan (s.a.) öğrendikleri gibi- bu tekliflerin yerine getirilmesinin, kelime-i tevhide imanın gereği olduğuna mı inanıyorlardı? Ardından da O’na yakınlaşma için o yüksek değerlere mi ulaşmışlardı?

İslâm için yapılacak bütün çalışmaların, asıldan fazla, o asla dâhil olmaması makul mü? O zaman dinin kıymeti nedir? İnsanların haya­tındaki fonksiyonu nedir?

Allah Tealâ, kalplerde örtülsün, göğüslerde yerleşsin ama insanla­ra hayatında bir değişiklik yapmasın, hakkı destekleyip batılı kaldır­masın, iyilikleri uygulamasın kötülüğe de tepki göstermesin diye mi kitaplar indirdi, Resüller gönderip onları sabır ve sürekli cihatla mü­kellef kıldı?

Şu ümmetin varlık amacı bu mu?

"Siz insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah ’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz. ” (Al-i İmrân, 110)

Bu ümmetin çıkarılmasındaki hedefin fazladan; varlığı veya yoklu­ğu aslı etkilemeyen anlamda olması makul mü?

Yoksa “Lâ ilâhe illallah”la gerekleri arasındaki bağlantı ile nesle, ashaba (r.anhüm) hastı, onlardan sonra gelenler için tasdik ve ikrarın dışında bir amel yoktur mu, diyecekler? Bu sözün kitap, sünnet veya sağlıklı bir mantıktan dayanağı var mıdır?

“Belirli bir nesil ya da belirli şahıslar “Lâ ilâhe illallah”m gerekle­riyle bağlıdırlar, onların dışındakiler, kalpleriyle tasdik edip dilleriyle de kelime-i tevhidi söylemekle yükümlüdürler. Sadece -tasdikle bera­ber- onu söylemeleri halinde onlardan istenen yerine gelmiştir, kimse başka bir şey isteyemez” diyen bir hüküm veya mantık var mıdır? Onlar kendilerinden lütfedip, “Lâ ilâhe illallah”ın gereklerinden birini yaparlarsa ne âlâ, yapmazlarsa bir sorumlulukları yoktur; iman sahibi­dirler zaten!

Gerçekten ilk nesil, “Lâ ilâhe illallah”ın gereklerini kendinde ve hayat gerçeğinde, tarihte tekrarı olmayan bir şekilde uygulamıştır. Sonraki kuşaklar da uzun yüzyıllar boyunca, adım adım gereklerden kopmuş, sonunda da neredeyse tamamen sıyrılacak duruma gelmiştir. Ama bunun nedeni ilk neslin, sonraki nesillerde olmayan özel emirler­le mükellef olması veya diğer nesillerin önceki nesillere emredilenler­den muaf tutulması değildir.

İlk neslin yetişmesinde etkisi olan şartlar, onlardan tarihin örnek neslini çıkarmıştır. Önce cahiliyeti sonra da İslâm’ı yaşadılar. İlâhî ni­meti algılayıp, onu hakkıyla takdir ettiler ve üzerine titrediler. Resûlul- lah (s.a.) da aralarında yaşıyordu. Ondan direkt alıyorlar, onun gözü önünde eğitim görüyorlar ve yükselebilecekleri en son noktaya kadar yükseliyorlardı. Buna ek olarak yeni olmanın, azimleri kamçılayan, güçleri son sınırına kadar kullandıran etkisi de vardır. Yapı oluştuktan sonra gelenler böyle değildir. Bir de, yapıyı kendi eliyle kurup yoru­lanlar, onun güzelliğini lekeleyebilecek bir ize karşı bile titiz olurlar.

Bu şartların tamamı o eşsiz nesli, “Lâ ilâhe illallah”m gereklerini uygulamakta, diğer kuşakların yetişemediği üstün noktaya getirmiştir.

Teklifler aynı tekliflerdir, O’nun Kitabı ve Resûlü’nün (s.a.) sünnetin­deki gibidir. Onları uygulamaya koymak ise, “Lâ ilâhe illallah”ın gere­ğidir. Hakikatte herhangi bir nesille ilgisi yoktur.

Şimdi son noktaya gelip soruyoruz: Beşerî kişilikte insanın bir şeye inanıp da, bütün tavırlarının inandığının gereklerine muhalif veya zıt olması mümkün müdür?

Psikolojik hastalıklarla ilgilenenlerin kişilik parçalanması (şizofreni) diye tarif ettikleri bir durum vardır. Hastanın, biri diğerinden tamamen ayn iki kişiliği olur. Adeta aralarında bir bağ yok gibidir. Örneğin, biri iyi diğeri de kötüdür. Hasta, kendi kontrolünde olmadan sinirsel krizleri ânında birinden öbürüne geçer. Bu, sahibinden teklifi kaldıran bir hasta­lıktır. Bu hastalık kendisiyle beraber gelen tasarruflardan ve ona işaret eden şeylerden anlaşılır. Yani ruhî durumuyla beraber olan fiilî tavırlar.

Varsayım olan duruma gelince o da; doğal halinde (düşünce ve ira­desi sağlam) bir insanın kendi içinde herhangi bir şeye inanıp da uygu­lamalarının bütününde içindeki inanca işaret eden hiçbir şeyin olma­masıdır. (Gözetleyen karşıtlarının gözlerinden tamamen korunmayı ge­rektiren baskı dışında) İnsanî yapının gereğinde, gerçekleşmesi imkânsız bir durumdur bu. Tarihte kimse bundan söz etmemiştir.

Fiilen var olan herhangi bir şeye imanla beraber o imana zıt bazı tasarrufların bulumnası mümkündür. Bu doğal bir haldir. Hatta insanın tasarruflarında çoğunluk da odur. Fakat bu da sebepsiz olmaz ve işaretlerden arınmış değildir.

Sebeplerine gelince: İnsan benliğinde mevcut olan, benlikte hare­ketli etkilere uyarak tekliflerden sıyrılma eğilimidir. Zira teklifler -gö­rünüşte olduğu gibi- gerek miktarı ve gerekse doğrultusu itibarıyla is­teklere konmuş bağdır. Bu nedenle nefisler, hiçbir frenleyici olmadan isteklere eğilimli olduğunda tekliflerden sıyrılmaya çalışır. Fakat psi­kolojik araştırmalar sonucunda “iman”ın da (o da yaratılıştır, insanm benliğinde bir şeye inanma vardır) isteklere bir bağ olduğu, miktar ve doğrultusunu belirlediği anlaşılmıştır. İstekler imanın varlığı halinde, onüri yokluğundaki güçle çıkış yapamazlar. İnsanın tasarrufları da iç- benliğinde faal olan güç ve zabıtların sonucudur. Aynı anda bu zabıt ve kuvvetlerin oranına göre, ya daha fazla imanm gereklerini yapar ya da daha fazla terk eder. Oranların değişmesiyle de tek bir insanın hali, za­mandan zamana değişir. Ama hiçbir durumda imanm etkisi sıfır olmaz.

İnsan benliğinin doğası budur. Bunun için de Yaradan’m nuruyla ba­kan âlimler, “İman artar ve eksilir.” demişlerdir: Günahlarla eksilir, iba­detlerle artar.

Gerek isteklerin serbest bırakılan oranında ve gerekse belirlenen doğrultuda, dinin bir kayıt olduğu şüphesizdir.

Allah Tealâ buyuruyor ki:

“işte bunlar Allah'ın sınırlarıdır, salan bunları aşmayın. ” (Bakara, 229)

"Bunlar Allah ’ın sınırlarıdır, bunlara yaklaşmayın. ” (Bakara, 187)

İnsanın yapısındaki isteklere sınırlar getiriyor. Bu istekleri de şu ayet özetliyor:

"Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevkle­re aşırı düşkünlük insanlara süslü (cazibeli) gösterildi. Bunlar sa­dece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır. ” (Al-i İmrân, 14)

Kur’ân-ı Kerim diyor ki:

"Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yeyin, şeytanın adımlarım izlemeyin, çünkü o, sizin apaçık düşmanmız­dır ” (Bakara, 168)

"Allah la ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenme­yin. (Allah ’a ortak koşan) hoşunuza gitse de, inanan bir cariye or­tak koşan (hür) bir kadından daha iyidir. ” (Bakara, 221)

İsteklerin yürütüleceği doğrultuyu da belirtiyor.

Helâl ve haramların hepsi dinin, miktarını ve şeklini belirlemek için şehvetlerin yoluna koyduğu bağlardır.

Bundan da ötede başka bir açıdan şehvetlerin önüne koyup, miktar ve şeklini belirleyen, kayıtlar getiren teklifler vardır: Namaz, oruç, hac, “Lâ ilâhe illallah”ın gerektirdiği ahlâklar ve hepsinin de zirvesin­de O’nun yolunda cihat gibi.

Şehvetleri ya da etkenleri Allah Tealâ, insan yapısına gereksiz ola­rak koymamıştır. Allah Tealâ gereksiz işten uzaktır. Yola konan kayıt­lar da amaçsız değildir.

Yüce Allah, insanın yaratılış sebebi olan yeryüzünün halifeliği mis­yonu ve insanın dünyanın imarı için, çalışma, hareket ve üretimini teş­vik edecek etkenlere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Bu, insandan istenen ve yeryüzündeki mevkiinde ona takdir edilen hedeflerden biridir.

“Rabbin meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim. ’ de­mişti. ” (Bakara, 30)

“Siziyeıyüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O ’dıır ” (Hûd, 61)

Nitekim O’nun dünyada insan için takdir ettiği yaşamın da sebeple­rindendir:

“Sizin yeıyüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır. ” (Bakara, 36)

Aynı anda da insanın yaratılış sebebi olan sınav noktasıdır:

“Biz yeıyüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, on­ların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim. ’’ (Kehf, 7)

Yaradan onların da, insandan istenen gerçek halifelik misyonunu uygulayabilmesi için, insan yapısında gerekli olduğunu bilmişti. İstek­lere güvenli sınırları aşma yoluyla verilen cevaplar, insanı helâk ve if­sat eder; en güzel şekilde yaratılmış bir insanı O’nun belirlediği üstün­lükten uzaklaştırır. Hayvandan onu kesin bir çizgiyle ayıran da odur.

Göklerin ve yerin, dağların taşımaktan kaçındığı (çünkü o statüde ya­ratılmamışlardı) emaneti taşıyabilmesi için insan o şekilde yaratıldı. Kayıtlar insan hayatında çift fonksiyon icra eder. İnsanın şehvet ve ar­zularını giderip, enerjisinden bir miktarını hapsederek hepsini his ala­nına dağıtma, sonra da bu enerjinin doğrultusunu belirleyip onu hisler seviyesinden, insanı varlığın en üst seviyesine -insanı hayvandan ayırt eden emanete- saf “değerler” noktasına çıkarır.

Böylece insanın yapısı etkilerle zabıtlar arasında dengede kalır. En güzel şekildeyken varlık amacını yerine getirir.

Fakat insan her durumda bu niteliği koruyamaz ve dengesini de­vam ettiremez.

“Andolsun biz önceden Âdem ’e tavsiye etmiştik, unuttu. Biz onda bir azim bulamadık. ”(Taha, 115)

“Âdemoğullannın hepsi hata etmektedir. Hata edenlerin en hayırlı­sı tevbe edenlerdir. ” (Ahmed, Ebu Davud, İbni Mace, Dâremî)

Burada günah meydan-: gelir. Bu, iki sebepten biri veya aynı anda ikisiyle olur. Ya etkilerin insana baskısını artırması veya bir an için in­sanda bağların zayıflaması. Ya da iki sebebin birleşmesi; etkilerin art­ması, miktar ve doğrultuyu belirleyen iradenin zayıflaması. Etken se­beplerin katılım oranına göre de sonuç ortaya çıkar. Etki zayıf olunca, zaptı da kolay olabilir, şiddetli obuası halinde de iş, iradenin ne oranda güçlü olduğuna bağlıdır. Eğer kuvvetli bir iradeyse etkileri tamamen kaldırır ve günah meydana gelmez. Kur’ân-ı Kerim’in “lemern” (kü­çük günah, günaha yaklaşma) dediği şekilde geçer. Ama zayıfsa, baskı önünde yıkılır gider.

Yüce Allah’a ve ahiret gününe iman, şehvetlerin baskısı önünde dayanma gücü veren en kuvvetli yardımcı öğelerdendir. îman ne kadar kuvvetli ve köklüyse, O’nun belirlediği sınırlar içinde insanın kontrolü de o oranda olur. (Yani O’nun emirlerine itaat ve farzlarını yerine ge­tirme.) Bunun anlamı, insanın insanilikten çıkıp, isyan etmeyen bir melek olması değildir. Gerçek anlamı ibadet ve kendini zaptetme, tek­lifleri yerine getirme onun hayatında asıl, diğerlerinde batmadığı gelip geçen şeyler olmasıdır. Ve şu İlâhî nitelik onu kapsar:

”Ve onlar bir kötülük yaptıkları ya da nefislerine zulmettikleri za­man, Allah ’z hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını diler­ler Günâhları da Allah tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar bile yaptıklarında ısrar etmezler îşte onların mükâfatı Rableri tarafın­dan bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir Çalışanların mükâfatı ne güzeldir. ” (Al-i İmrân, 135-136)

Fakat O’na ve ahiret gününe iman zayıflayınca, -zayıflama oranına göre- önceki durumun tersi, asıl olur. Yaradan’ın emirlerine göre isti­kamet de, ardında günah ve bozgun olan gelip geçici bir hal olur.

Bütün durumlarda imanın egemenliği sıfır değildir. İnsanın İslâm amellerinden hiçbirini yapmaması şeklinde varlığı ve yokluğu denk ol­maz. Günah âlimlerin icmaı ile insanı İslâm’dan çıkarmaz.[15] [16] [17]

Ancak -yapmamış olsa bile- günahı helâl sayma İslâm’dan çıkarır. Helâl sayma ve günaha düşme tamamen ayrı şeylerdir.[18]

Günaha düşme, insanı yapıya arız olup unutturan bir ândır. Daha önce Hz. Âdem’in (a.s.) unuttuğu gibi... Kararlılığı pasifleşir ve hâlâ kalbinde olsa bile imanı hissinde toplanmış olmaz. Resûlullah’m (s.a.) hadisinde de buna işaret ediliyor olsa gerek:

“Za/zz zina ederken mümin olarak zina etmez, hırsız çalarken mü­min olarak çalmaz. ” (Buhari-Müslim)

Ardından insan kendine gelir ve hatırlar; Allah Tealâ’dan affını dilemeye yönelir, Yaradan da onu bağışlar.

Ama haramı helâl kabul etme Yaradan’a kulluk ve O’na boyun eğme­de büyüklük iddiasıdır. Onu yapan adeta hal diliyle veya sözle diyor ki:

“Bu, Allah ’ın dediğidir. Benim ise bu konuda başka bir hükmüm vardır. " Şeytanın Adem 'e (a.s.) secde hususunda Q’na isyanını ilân ederken dediği gibi: “Ben ondan iyiyim. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, 'dedi. ” (Sâd, 76)

Veya:

“Ben salsâl'dan (pişmiş çamurdan), değişken bir balçıktan yarattı­ğın insana secde edemem. ” (Hîcr, 33) dedi.

İşte Allah Tealâ bunu bağışlamaz, zira bu bir şirktir:

“Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her- şeyi dilediğine bağışlar."11 (Nisa, 116)

Fakat müslüman bir toplumda sınır nedir? Küfrün bütün toplumu ve bütün İslâmî fiilleri kuşatması mümkün mü? Ondan sonra da sade­ce bir tasdik ve ikrarla toplum nasıl müslüman kalacak?

"Tasdik ve ikrar” ilkesini “iman” olarak görür ve insan İslâmî amellerden hiçbirini yapmasa bile, -amel imanın içinde değildir gerek­çesiyle- imam onlarla var kabul edip, buna binaen de bu kadarım İslâm sıfatmı almak, ahirette de cennete girmek için yeterli görürsek, fertlerden birine bu fırsatı tanımamız halinde başka bir fertten veya is­temeleri durumunda fertlerin toplamından onu nasıl alıkoyan? Tama­mı bu şekilde “müslüman ve mümin” olan bir toplumun varlığı halin­de doğacak sonuç nedir? O toplumda Yaradan’m peygamberler gönde­rip, kitaplar indirmesindeki isteğinden bir şeyler gerçekleşir mi?

Hatırlama bakımından peygamberi göndermedeki hedefi belirleyen ayete dönelim:

‘'And olsun, biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla be­raber Kitab’ı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti ye­rine getirsinler. ” (Hadis, 25)

Bu yapıyla insanlar adalete uyarlar mı?

Yine hatırlama açısından, bizzat bu ümmetin çıkarılmasındaki he­defi gösteren ayetleri görelim tekrar:

“Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet oldunuz, iyiliği emre­der, kötülükten men edersiniz ve Allah ’a inanırsınız. ” (AI-i İmrân, 110)

“Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız. Peygamber de size şahit olsun. ” (Bakara, 143)

“Allah uğurunda O’na yaraşır şekilde cihat edin. O sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi. (Sizin dininizi de) babanız İbra­him ’in dini (gibi geniş kapsamlı yaptı, daraltmadı). O (Allah) bu Kur'ân-ı Kerim’den önce(ki kitaplarda) de, bu(Kur’a)nda da size “müslümanlar” adını verdi ki peygamber size şahit olsun, siz de insanlara şahit olasınız. Haydi, namazı kılın, zekâtı verin ve Al­lah ’a sarılın; sahibiniz O ’dur. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcı­dır (O).” (Hac, 78)

Bu tarzda, söz konusu hedeflerden bir şey gerçekleşir mi? Bu ve benzeri yanlış düşüncelerden (ya da yanlış tavırlardan) O, îsrailoğulla- rı’m hatırlatarak bizi uyarmamış mıydı:

“Onların ardından, yerlerine birtakım kötü insanlar geldi ki, Ki- tab ’a varis oldular, şu alçak (dünya)nın menfaatini alıyorlar: 'Biz nasıl olsa bağışlanacağız’ diyorlar. Kendilerine ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki Kitap ’ta Allah hakkında, gerçekten başka birşey, söylemeyeceklerine dair onlardan söz alın­mamış mıydı? (Kitapta bu hususta kendilerinden söz alınmamış mıydı?) Ve onun içindekini okuyup öğrenmediler mi? Ahiret yurdu (günahlardan) korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musu­nuz?” (A’raf, 169)

Yoksa bu sadece İsrailoğulları’nın boynunda olup da “müslüman ümmetin” muaf tutulduğu bir teklif midir? Huzeyfe (r.a.) bu yanlış düşüncenin giderilmesi için şöyle demişti:

“Her iyi sizin, her kötü de onlarm olsa îsrailoğullan ne güzel kar­deş olurdu size?” (Taberî bu sözü Huzeyfe’den bir kaç yolla rivayet et­miştir. Bkz. Tefsir-i Taberi, 6/253, üçüncü baskı, 1388 h.)

Bu, “iman” ve “Lâ ilahe illallah”ın gerekleri hakkında yanlış dü­şünceleri barındıran bir “toplum”un, Resûlullah’ın (s.a.) bir uyarıcı olarak haber verdiği çer çöp ohnası da normaldir. Milletler, bilfiil bu çer çöpe üşüşmüşlerdir de. O ise, iman için yeterlidir kuruntusuyla tas­dik ve imanla yetinmektedir.

Müslüman bir toplumda Yaradan’m hoşgörebileceği başkaldırılar olur. Ama en azından iki amel her durumda kalır, hiçbir insan o top­lumda müslüman muamelesi görebilmesi için onlardan el çekemez. İç durumu hakkında hesabı O’ndadır, dünyada acıklı bir azaptan kurtar­mıştır kendisini: Namaz ve Yaradan’ın emirlerinin uygulanışı. Bu iki hüküm İslâm toplumunda on üç yüzyıl müslümamn doğal amellerin- dendi (iç yapısında kâfir ve münafıklar bulunsa da). Kuşaklar boyunca müslümanlann düştüğü bütün sapıklıklara rağmen... İslâm’ın teklifle­rinden kurtulmak için yapılan bütün kaçamaklara rağmen... İnsanlar bu iki ameli açık seçik sadece son yüzyılda terk ettiler.

İnsanın “Lâ ilâhe illallah’ın bütün gereklerinden sıyrıldıktan sonra da mümin olarak kalması mümkün değildir. Allah Tealâ’nm elçiler gönderip, onlarla kitaplar indirmesindeki hedefler açısından imkânsız­dır. Şu sözün sahipleri neye dayanıyorlar acaba? “Tasdik ve ikrar imanda istenenin tamamıdır. İnsan amelleri de yaparsa derecesi yükse­lir, yapmaması halinde de tasdik ve ikrarla tamamen gerçekleşen ima­nına zararı yoktur!”

Bu sözün Mürcie ve onları benimseyenlerin görüşü olduğunda şüp­he yoktur. Mezhepler tarihine kısa bir göz gezdirme bize, İslâm’ın ru­huna bu yabancı fikirleri sokan kaynağı gösterecektir. Gerçi eski Mür- cieler, İslâm’ı kavramadaki bütün saplantılarına rağmen, modem Mür- cie’nin yaptığı gibi namazı ve O’nun dininden hükümranlık unsurunu kaldırmaya hiç yeltemnediler. Çünkü ilk on üç yüzyıl boyunca kimse­nin akimdan, üç gün art arda namazı terkettiği veya O’nun dininden başka bir dine egemenlik hakkı tanıdığı halde yine de müslümanım diyerek toplum içinde yaşantısını sürdürebileceğini düşünmemişti.

Yine modem Mürcie, onun için Yaradan’ın bir kitap göndermediği, bir Resûl indirmediği yeni bir İslâm’ı, eski Mürcie’nin attığı tohumlar­dan ürettiler. Yükümlülükleri olmayan İslâm! Ya da İslâmsız (teslimi- yetsiz) İslâm!

Eski ve yeni Mürcie, iman hususunda, dünya hayatı için dille ikrar, ahiret hayatı için de tasdik ve ikrar yeterlidir derken neye dayanmıştır?

İlk dayanakları “iman” kelimesinin sözlük anlamıdır. İman tasdiktir derken Kur’ân-ı Kerim’deki “amel-i Salih’le ilgili ayetlerde imana atfe­dildiklerini söylemişlerdir: (“îman edenler ve salih işler yapanlar” -El- lezine âmenû ve amilûssalihât...-) İki eylem arasındaki “vav” değişikli­ği gerektirir. O halde “iman” ve “salih işler” başka başka şeylerdir. Ne aynıdır, ne de ona dâhildir, iddiasındadırlar.

Dil açısından dayandıkları şey açık bir hatadır.

Kur’ân-ı Kerim’deki iman, salât (namaz) ve zekât gibi terimler, sözlük anlamındaki genel anlama dâhildir. Fakat İslâm’daki kullanılan manasıyla artık, bunların özel bir nitelik ve anlamı oluşmuştur. Sözlük anlamıyla delil alınamazlar.

Salât (namaz), sözlükte dua anlamındadır. Ama namaz için, “İslâmî terminolojideki özel manasıyla, somut bir duadır” diyebilir miyiz? Öyle ki, herhangi bir şekliyle dua bizi, rükûsu, secdesi, kıraati, öncesinde temizlik şartı, vaktinde eda gibi detaylarıyla namazdan muaf tutabilir mi?

îman da öyle. Sözlükte “tasdik” demektir ama İslâmî terminoloji­deki manası, tasdikin belli bir şeklidir.

Bu şekilde imanın amelleri vardır:

“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğu zaman (o ayetler onların) imanlarını artırır ve (onlar) Rablerine tevekkül ederler ’’

“Namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah rı­zası için yoksullara) verirler? ”

“İşte gerçek müminler onlarda: Onlara Rablcrinin katında derece­ler, bağışlanma ve tükenmez rızık vardır. ” (Enfal, 2-4)

“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin, verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar. ” (Nisa, 65)

“Ey inananlar, Allah’a itaat edin, Resûle ve sizden olan ulü’l-emre (yöneticiye) itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşer­seniz; Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız, onu Allah’a ve Resulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzel­dir. ’’ (Nisa, 59)

Bunlar hep, Kur’ân-ı Kerim’in imanla ifade ettiği “fasdik”in, özel terim olarak anlamıyla gerekleri arasındadır. Sözlük anlamı alınarak delil yapılamazlar. Nitekim, salât (namaz), zekât ve diğer İslâmî terim­lerin sözlükteki kullanılışı ve sözlük anlamının delil olarak kullanıla­mayacağı gibi.

İslâm âlimlerinin ittifakına göre, organlarla yapılan günah imandan çıkarmaz. O halde, iman amelle bağlantılı olmayıp, kendi başına ayak­ta duran bir şey olmalı. Aksi takdirde, günah işleyen iman sıfatını boşa verir ve mümin sayılmaz!

Günahın bu şekilde bir delil olarak kullanılması diğer delillerinde olduğu gibi açık bir yanlıştır. Evet, günah imandan çıkarmaz ama ke­sinlikle ona etki eder. Günahın insanın durumuna etkisi araştırmaya gereksinim olmayan bir hakikattir, görülen ve bilinen bir şeydir bu. Fakat bize, imanın insanı kalbin hakikati ve günahın kalpteki etkisi hu­susunda insanların en bilgini olan Resûlullah’m (s.a.) sözü yeterlidir:

“Kul bir hata etti mi kalbine bir nokta konur." Terk edip tevbe ve is­tiğfar edince de kalbi cilâlanır. Tekrar dönerse artırılır, ta ki kalbi­ni istilâ eder. Allah ’ın (şu ayette) zikrettiği pastır işte o: “Hayır on­ların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır doğrusu o gün onlar Rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir ” -Mutaffifin, 14-16- (Müslim ve Malik’in rivayeti)

Kalp imanın yeridir; imanda, siyah kalple beyaz kalp nasıl aynı olur? îman ibadet ve günahtan etkilenir, artar ve azalır. Hiçbir durum­da artma halinin azalma hali gibi olması düşünülemez.

Yine de sahası ne kadar genişlerse genişlesin günah için sınırlar koymalıyız. Onları da biz kendimiz koyamayız; O’nun kitabı ve Resûlünün sünnetinden çıkarılmıştırlar.

Günahı helâl görme değildir. İnsan yasak olan şeyi yapmasa bile, haramı helâl sayması imandan çıkarır. Günahta imanın aslını bozan bir şey yoktur. Yüce Allah’a rağmen helâl ve haram koyma, imam kaldı­ran şeylerdir. Günahın aynı anda veya tek bir şahısta “Lâ ilâhe illallah”ın bütün gereklerini kapsaması da mümkün değildir. Hayatı boyunca Islâm’ın amellerinden hiçbirini yapmayan birinin kalbinde imandan bir zerre ohnası muhaldir.

İnsanlardan İslâm’a girmeleri için sadece kelime-i şehadetin isteni­yor olmasını da delil göstermişlerdir. Kelime-i şehadeti söyleyen he­men müslüman kabul edilir ve dünya hayatmda görünen hükümler ona uygulanır, ahirette hesabı O’nadir.

Bu konu “Lâ ilâhe illallah”ın anlaşılmasında ayakların en çok kay­dığı yerlerden biridir. Zira aslında doğra olan bu sözlerin işareti zan­nettikleri gibi değildir. İşte delil:

Evet, Resûlullah’a (s.a.) gelip; “Eşlıedii en lâilaheillaUah ve eşhedii. enne Muhammeden ResCdullah” (ya da bu anlamda bir söz) diyen he­men müslüman kabul ediliyordu. Bunu kalbinde nifakla da söylemiş olsa, müslüman topluma katılıyordu. Fakat bunu, yalnız dille “Lâ ilâhe illallah” demenin dünya hayatında İslâm sıfatını verdiği ve insandan dünya hayatında müslüman kalabilmesi için başka bir şey istenmeye­ceği, ahirette hesabının O’na olacağına delil göstermek yanlıştır.

Dinden dönme olayı bu soruna kesin çözüm getiriyor: Diliyle hâlâ “Lâ ilâhe illallah” dediği halde, “Lâ ilâhe illallalah"'ın gereklerinden bir şeyi meselâ, namaz, oruç, zekât veya haccı inkâr etse ya da isteyerek ve razı olarak O’nun kanunlarından başka bir şeyin hükmünü istese, dünya hayatındaki cezası ölümdür. Ahiretteki cezası da (tevbe etme­dikçe) ateşte sonsuz kalmaktır.

Allah Tealâ’nın adlinden, kendisinden istemediği, mecbur tutup bil­dirmediği bir şeyden dolayı bir insanın dünya hayatında öldürülmesini ahirette de ateşte kalmasını emretmesi düşünülebilir mi?

Mürcie ve onlara kananların delil göstererek belirttikleri dış yapıyı almamız halinde, o insandan diliyle kelime-i tevhidi söylemesinden başka bir şey istenmemiştir. Fakat dinden çıkanın (kelime-i tevhidi söylemeye devam ettiği bir durumda) dünya ve ahiretteki adaleti anla­şılamamıştır. Ancak dille söylenen bu söz, söyleyenin bildiği ve onun­la yükümlü olduğunu kabul ettiği belirli gerekleri içerirse... Tereddüt etmesi halinde, -diliyle sözleri tekrar etmesine rağmen- dünya hayatın­da ölümüne, ahirette de ateşte sonsuza kadar kalacağına hükmedilir.

Başka türlü olması mümkün mü? Yani sözün hiçbir zorunluluğu içermemesi, söyleyeni, bağlayıcılığı olmamasına rağmen, kendisinden istenen sadece kelime-i tevhidi söylemesi olacak. Sonra da isteneni yapmaya devam ediyor olduğu halde şu ağır cezaya çarptırılacak!

Hayır! Sorun ancak tek bir ilkede çözülebilir. Diliyle kelime-i tevhidi söylemesi istendiğinde, içinden de bu şehadetin gereklerini (O’ndan ge­lene uyma ve O’nun emirlerini uygulama) benimsemesi istenmiştir.

Denebilir ki: Bu, İslâm niteliğini alabilmesi için zorunlu olsaydı, Resûlullah (s.a.) “Lâ ilâhe illallah”! söyleme gerekliliğini belirttiği gi­bi onu da belirtirdi. Ama biz bunu doğrulayacak deliller göremiyoruz.

Deriz ki: Resûlullah’m (s.a.) bu konuyu belirtmediği doğrudur. Ke- lime-i tevhidi söylemek için gelen; namaz kılacağını, zekât vereceğini, Ramazan orucunu tutacağını, gücü yeterse hacca gideceğini de kabul ediyor. Yüce Allah’ın dinini uygulayıp, cahiliye kanunlarına uymaya­cağını da kabul ediyordu. Bundan dolayı Resûlullah (s.a.) bunların hepsi Lâ ilâhe illallah’m gerekleridir diye bir uyarıda bulunmamıştır.

Tersine Resûlullah’ın (s.a.) dediği şudur:

“ ‘Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emro- lım dum. Onu derlerse benden kanlarını, mallarını ve servetlerini korurlar. Ancak hakkı olanı... " (Buhari-Müslim)

Evet, Resûlullah (s.a.) bu sözden başkasını belirtmemiştir. Sözün içerdiği gereklilikleri de eğitim aşamasında belirtmiştir. Muaz’ı (r.a.) Yemen’e gönderirken şöyle buyurmuştu:

“Sen ehl-i kitap bir kavine gidiyorsun. Onları ilk çağırdığın şey, Al­lah Azze ve Celle 'ye ibadet olsun. Eğer bunu kabul ederlerse, onla­ra Allah ’ın giindiiz ve gecelerinde beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Eğer yaparlarsa onlara, Allah 'm zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen zekâtı farz kıldığını haber ver... “ (Müslim)

Din âlimlerinin ifadesine göre talim (eğitim) bitti mi konu, “zaru- ret-i diniye”den (dinin gereklerinden) olur. Yani kelime-i tevhidi söy­leyen, kendisinden namaz kılma, zekât verme, Ramazan orucu ve imkânı halinde haccın istendiğini bilir. Bilir ki Allah Tealâ hükümler indirmiş ve onları bu dini kabul edenlere farz kılmıştır. îslâm toplu- munda bunlar işler, gerisi batıldır. Bu bilgiye binaen; kim “Lâ ilâhe illallah”m gereklerini kabule yanaşmazsa, dünya ve ahirette şiddetli azapla cezalandırılır.

“Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır.O ’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. ” (En’am, 115)

Diğer bir taraftan da İslâmî toplum gerçeği vardır. “Lâ ilâhe illallah”m gereklerini benimsemede aynı kuvveti barındıran İslâmî toplumun buluşundan itibaren İslâm’ın bilfiil ayakta olan ve gerçekçi bilinen yaygın bir görünüşü olan yapısı vardır. O, ne teori ne de hayal­dir. “Lâ ilâhe illallah” diyen her müslümanm gündüz ve gecede belirli namazları kılacağı, senenin belirli bir zamanında oruç tutacağı, malı­nın zekâtım vereceği, gücü yeterse hacca gideceği, O’nun indirdiği ve müslümanlara helâl-haram belirttiği belirli hükümlerini uygulayacağı biliniyordu. Önceden müslümanm bunlarla bağlı olduğunu ve müslü- man olmasının gereği olduğunu, bunlardan birini inkârı halinde dinden dönme haddinin uygulanacağı, dinden çıkmış birisi olacağmı biliyordu o. Mantıkî ve makul olan, kelime-i şehadeti söylemeye geldiğinde di­nin gücünü kabulü ve ona karşı koymamayı da benimsemiş olmasıdır.

Elbette bu onun esasa ait olmayan (fer’î) hükümlerden çoğunu bil­miyor olmasını engellemez. Zaten bu meselelerin çoğunun, din ilimlerinde uzmanlaşmış olanların bileceği bir ağırlığı vardır. Fakat bi­linmemesi mümkün olmayan, Yaratan’dan gelene bağlanma ve bu bağlanmanın genelde “Lâ ilâhe ihallah”ın gereği olduğu ilkesidir.

İşte bunun için İslâm’a girmek üzere gelenden kelime-i şehadet is­teniyor, namaz, oruç, zekât, hac ve Yaradan’m emirlerine uyması ikrarı istenmiyordu. Çünkü bunlar eğitim döneminden sonra zarurat-ı diniye- den (dinin gereklerinden) olmuştur. Artık diliyle kelime-i tevhidi söyledikten sonra, gereklerinden birinde tereddüt eden, dünya hayatında dinden dönme cezasma, ahirette de ebedî ateşte kalmaya mahkûmdur.

Kimi insanların zannettiği gibi, müslüman toplumda “Lâ ilâhe illallah”ın gereklerine bağlanma sadece müslümana ait değildir. Kâfirlerden ve ateşin en alt katmanlarında olanlardan bir münafık da olsa, “Lâ ilâhe illallah” diyen her insanın durumu budur. Kâh sözün­den, kâh namazı kılışındaki tembellikten veya diğer işlemlerinden ta­nınan münafık, müslüman toplumda hayatının korunmasını, Îslâmî hükümlerin kendisine uygulanmasını ancak, “Lâ ilâhe illallah”ı söy­lemesi, O’nun hükümranlığını benimsemesi ve en azından namazı kılmasıyla sağlayabilir.

Müminle münafığın ayrıldığı nokta, O’nun hükümlerine uyma (en azından namazın edası) değildir. Müslüman bir toplumda insanlar müslüman niteliği alıp, bu niteliği koruyabilmeleri ve dinden dönme cezasından kurtulabilmeleri için bu açıdan aynı konumdadırlar. Açık fark ise şudur: Münafık bütün bunları ikiyüzlülüğü ve hayatını koru­ması için yaparken, mümin iman, tasdik, ibadet ve Yaradan’a yakınlık için yapar. Yani müslüman toplumda Îslâmî görünüm ancak kelime-i şehadetin söylenmesi ve gereklerine uymakla elde edilir. (En azından namaz kılmakla) İslâm tarihinin on üç yüzyıllık uzun döneminde mü­miniyle münafığıyla insanlar bunu bilmiş ve uygulayagelmişlerdir.

Delil getirdikleri şeylerden biri de, Üsame b. Zeyd olayıdır: Üsame kılıcıyla sıkıştırdıktan sonra “Lâ ilâhe illallah” diyen birini öldürmüş, Resûlullah (s.a.) da buna fena halde kızıp, sert bir şekilde onu kına­mıştı. Devamlı; “Lâ ilâhe illallah" dedikten sonra mı öldürdün onu?” diyordu. Adam onu kılıç korkusuna söylemişti, yani mümin değildi şeklindeki itirazını da kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Kalbini mi yar­dın ki, dediğini biliyorsun?”

Olaydan onların anladığı gibi, bir sonuç çıkmaz aslında.

“Lâ ilahe illallah”, kılıcı kesinlikle kaldırır. Yani söyleyenin öldü­rülmesini men eder. Ama ona İslâm sıfatı verir mi? Üsame olayında karıştırılan mesele budur.

Korunmak için de olsa “Lâ ilâhe illallah” diyen hakkında Yara- dan’ın hükmü, öldürülmesinin caiz olmadığıdır. Fakat İslâm hükümleri­ni uygulamazsa müslüman muamelesi görmeye devam eder mi? Mese­la; “Lâ ilâhe illallah” sözünden sonraki ilk namaz vaktinde namaza kalkmadı ve reddetti. Hükmü nedir? Hükmü dinden çıkmadır, ve ona dinden çıkmanın cezası uygulanır.

“Lâ ilâhe illallah” dedi ve kılıç ondan kalktı. Evet. Durum açıkla­maya muhtaçtır. Münafık olarak bile olsa, “Lâ ilâhe illallah”m gerekle­rine uyduğu anlaşılırsa dünyada müslüman işlemi görür, ahiretteki he­sabı da Yaradan’a kalmıştır. Aksi takdirde sözü aleyhine kullanılır; di­liyle söylediği “Lâ ilâhe illallah” gereklerinden uzak kalmasıyla ona dinden dönme cezası uygulanır.

Bütün durumlarda, herhangi bir insanın dünya hayatında İslâm sı­fatının sabitliği kelime-i şehadetten sonra -mümin veya münafık ola­rak- “Lâ ilâhe illallah”ın gereklerine uymasına bağlıdır.

Müslüman toplumda günahlar olur. Ne kadar çoğalırsa çoğalsın iki önemli noktada durur ve onları hiçbir durumda aşmaz. Allah Tealâ’nm dininin hükümranlığı ve namazm edası.

Başka bir dayanakları da Resûlullah’m (s.a.) “Allah nerededir?” di­ye sorduğu cariye olayıdır. Göğe işaret edince; “Ben kimin?” diye sor­muş, “Resûlullah!” demişti. Efendisine; “Onu azat et, o müminedir.” buyurmuştu. Diyorlar ki: “İmanın ispatı için kelime-i şehadeti söyle­mekten başka bir şey istenseydi, Resûlullah (s.a.) somut bir sözle (ve­ya ona işaret eden bir işaretle) iman sıfatını vermezdi.”

Eski ve yeni Mürcie’nin tartıştığı önemli konular bunlardır. Dünya hayatı için sadece kelime-i şehadetin söylenmesi, ahiret için de sadece ikrar ve tasdik gerektiğini söylüyorlardı sonuçta.

Âlimlerimiz onların delillerini cevaplandırıp çürütmüştür.

îmam Şatibî (r.a.) soyut olayların kesin dinî hükümleri (nassı) iptal edemeyeceğini, bu hükümlerin ondan işaret yönünden daha kuvvetli ve güvenli olduğunu, yani, zatında sahih olduğunu fakat ona kıyas ya­pılmayacağını söyler.[19]

İmam İbni Teymiye (r.a.) de kelime-i şehadetin dünya hayatında hükümlerin icrası için kâfi olduğunu, ama imana delil olmadığını söy­lemektedir.[20]

“Lâ ilâhe illallah” diyenin onun gereklerine bağlı olduğu kabul edilir, ilke olarak başka bir şey düşünülemez. Çünkü bu bağlılık dinin gereklerinden biridir. Bu var kabul ettiğimiz ilkeyle İslâm sıfatını alır, yani somut sözcüklerle değil de, sözcüklerin kapsadığı anlamlar ile... Gereklerden kaçınması halinde, kelime-i tevhidi hâlâ söylüyorsa, İslâm’dan dönmüştürler. Bilmiyordum sözü, müslüman bir toplumda, dinden dönme cezasının verilmesine engel olmaz. İslâm’ın, uygulandığı on üç yüzyıl boyunca bir defa dahi insanlardan birinin İslâm’ın: “Lâ ilâhe illallah diyen cennete girer.” ve “Kim Allah’dır."

Son olarak da dayandıkları şey, Resûlullah’ın (s.a.); “Lâ ilâhe illallah diyen cennete girer.” ve “Kim Allah’tan başka ilâh olmadığını bilerek ölürse cennete girer.” veya bu anlama gelen sözleridir.

Kimi âlimlerin dediği gibi bu hadisler, Mekke’de tekliflerin inişin" den önce söylenmişti, Medine’de hükümsüz kılındılar, dememiz şart değildir.

Hafız Münzifî diyor ki:

“îlim ehlinin ileri gelenlerinden bir gruba göre, “Lâ ilâhe illallah " diyen cennete girer veya ateşe haram edilir ya da benzeri mutlak, ifadeler davetin tevhidi somut ikrar saydığı İslâm ’uı ilk dönemlerin- deydi. Farzlar gelip, sınırlar belirtilince bunlar hükümsüz kılındı. Bu görüşün delilleri açıktır. Dahhak, Zühri, Süfyan-ı Sevrî ve diğer bir gntp bu görüştedir. Başka bir gj-ubun görüşü de şudur: Bu hu­susta hükümsüzlük iddiasına gerek yoktun Dinin rükünlerinden ve İslâm ’ın farzlarından olan ne varsa o, kelime-i şehadeti ikrarın ge­reği ve tamamlayıcısıdır. İkrar ettikten sonra inkâr veya dikkate al­mayarak farzlardan birini yapmazsa (çeşitli olanaklar itibara alın­dıktan sonra) küfrüne ve cennete girmeyeceğine hükmederiz. ” (£7- Tarğib ve’t-Terhib, 3/220, Muhammed Muhyiddin AbdüIhamİd tahkiki)

îbni Kayyım da diyor ki:

"Tevhit, kulun somut olarak Allah’tan başka yaratıcı olmadığını, Al­lah’ın her şeyin rabbi ve sahibi olduğunu ikrar etmesi değildir; puta ta­panlar da bunu ikrar ediyorlardı ama müşriktiler. Tersine tevhit, Allah Tealâ’mn sevgisini, O’nun için eğilmeyi, O’nun için zillete katlanmayı, itaatine tam bir boyun eğmeyi, ibadette O’nun için ihlâsı, sahibiyle günahlara götüren sebepler ve onlarda ısrarın araşma giren bütün söz ve amellerde verme-alma, sevgi-düşmanlık da O’nun yüce veçhini istemeyi kapsar. Bunu bilen Peygamber’in (s.a.) “Onunla Allah’ın cemalini uma­rak, “Lâ ilâhe illallah” diyene Allah ateşi haram eder.” ve “Lâ ilâhe illallah diyen ateşe girmez” veya insanlardan çoğunu meşgul eden ben­zer hadisleri de anlar.

Bazıları bunları hükümsüz zannederken, bazıları da emir ve yasaklarm gelip, dinin istikrar bulmasmdan önce olduğunu, bazıları da müşrik ve kâfirlerin ateşi olduğunu iddia etmişlerdir. Başka bir grup da girmeyi ebedîliğe yorumlayarak, anlamı oraya ebedî olarak girmez şeklindedir demişlerdir. Resûlullah (s.a.) bunu somut dilin sözü olarak koymamıştır. Bu îslâm dininin bilinen şekline zıttır. Münafıklar da, onu bilerek inkârlarından dolayı ateşin en alt katmanlarından oldukları halde dilleriyle söylüyorlardı. Bu muhakkak, kalbin ve dilin sözü ol­malı. Kalbin sözü bilinmesini, tasdikini red ve ispatta neyi içerdiğinin bilinmesini, Allah’tan başkasından nefyedilen O’na mahsus olup, baş­kasına verilmesi imkânsız olan ilâhlığın hakikatini bilmeyi ve bu ma­nanın kalpte ilim ve bilgi olarak, yakîn ve hâl olarak bulunması, söyle­yenine ateşi haram eder.” ÇMedâricus-Sâlikîn, 1/30-322. Daru’l-Kitâb el-Arabi baskısı, 1392 h.)

Şimdi diyoruz ki; Yüce Allah’ın cömertliğinde bir darlık yoktur. Di­lerse “Lâ ilâhe illallah” diyen ve kalbinde zerre miktarı hayır bulunanı ateşten çıkarır. Ya da lütfuyla hiçbir hayrı olmayan bir kavmi ateşten çı­karır. Bu O’nun işidir. O’nun fazlıdır. O’nun rahmetidir.

Fakat göz atılması gereken bir konu kalıyor:

Günahları için azabı tattıktan, Yaradan kullar hakkında hüküm ve­rip, “Lâ ilahe illallah”ın gereklerini yapanlardan müstahak olanları sınırsız cömertliğiyle cennete koyduktan, Resûlullah (s.a.) da O’nun kullarından lâyık olanlara şefaat ettikten sonra, insanlardan bir gru­bun varacağı şu son, -O’nun fazlı ve rahmetiyle- ateşte O’nun kalma­larım dilediği süreden sonra sonsuza kadar kalmaktan kurtulmuş ol­malarıdır.

Şu son mu, insanın koşuştuğu, ilk ânından beri enerjisini tükettiği hedefi olmalıydı. Daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim. En üstün örneği ise O, verir:

Sınavlarda “kurtarma komisyonu” adlı komisyonlar kurulur. Bunlar sınavlarda başarısız olanların durumuna bakıp, kurtarılması uygun olanları kalmaktan kurtarırlar. Başarısızlar listesinden çıkması için en ufak bir ipucu buluncaya kadar listeleri karıştırırlar.

Öğrenciler işin başmdayken kendi kendilerine, “Kurtarma komisyo­nu kolay bir çabayla bizi kurtarıp, hatta çalışmamış olanları bile kurtarı­yorlar” deseler, eğitim sisteminin bütünü için başan düşünülebilir mi? Hedeflerinden hangisi gerçekleşir, imtihanların bir fonksiyonu olur mu?

Bir kere daha diyoruz: O’nun cömertliğinde bir sınır yoktur. Rah­meti her şeyi kapsamıştır. Günahlarımızı mağfiret edip, hatalarımızı bağışlaması, zaafımıza bakarak ayak kaymalarımızı gidermesi ve hata­larımızı örtmesi için dua ederiz.

Fakat biz zannediyoruz ki, Resûlullah’ın (s.a.) hadisiyle kimsenin O’nun rahmetinden umut kesmemesi kastedilmiştir. Mürcie’nin ondan teklifleri olmayan bir İslâm çıkarıp, Yaradan’m bu dinle isteğinin bu ol­duğunu iddia etmeleri kastedilmemiştir. Delilimiz şudur: Resûlullah (s.a.) kendisine; “Ya Resûlullah! İnsanları müjdeleyeyim mi?” diye soran Mu- az’a (r.a.); “Müjdeleme, kayıtsız kalırlar." buyurur. (Buhari-Müslim)

Sonra Allah Tealâ ahirette günahkârlara tolerans gösterir ve işledikle­ri günahlara karşılık azabı tattıktan sonra onları ateşte sonsuza kadar bı­rakmaz, geniş rahmeti onları da kuşatır ve orada sonsuza kadar kalmak­tan kurtarıp cennete koyar. Dinin bütün üyeleri veya ekseriyetin ateşe yuvarlanan ve ardmdan Rablerinin rahmetiyle orada ebedî kalmaktan kurtulanlar olursa, bu dinin dünya hayatındaki durumu nasıl olur?

Bugün yaşadığımız gerçek bu konuda en iyi delildir. Düşkünlük, pa­siflik ve zaaf, müslümanlardan hiçbir korku ve endişesi olmayan düş­manlarının kazanması, değerlerine, kanlarına, servet ve mallarına de­vamlı süren saldırıları... İnsanlar seldeki çer çöp oldu mu sonuç budur. Onların böyle ohnası ancak müslümanlıklanmn gereklerine bakılmadan kuru bir tasdik ve ikrar müslümanlığının olmasındandır ancak. Allah Tealâ kullarından dinini boşa vermelerini, çıkarılış sebeplerine yan çiz­melerini ve bunun da dinin ölçüldüğü kalıp olmasını kabul eder mi?

Kuvvetli bir iman ve “Lâ ilâhe illallah”ın gereklerinde sabit ayaklı bir toplum, zayıf imanlıları, tembelleri ve ağırdan alanları da barındı- rabilir. Yoluna devam edip, hedeflerini gerçekleştirir. Fakat hepsi veya çoğunluğu zayıf imanlılar, tembeller ve ağırdan alanlardan oluşursa bir şey yapabilir ve bir sonuca gidebilir mi?

Kuvvetli bir ağaç sararmış, kurumuş yaprakları, hatta bazı kuru dalları bile barındırabilir. O dallar ve yapraklarından etkilenmeden de meyvesini verir. Fakat ağaçtaki her yaprak sararıp solma hakkını ve ağaçtan düşmediği halde o durumda kahna hakkım isterse, bu ağaç için yok olup gitmekten başka bir yol var mıdır?

Allah Tealâ kullarına olan rahmetinden, o zayıfları -O’nun dilediği kadar- cehennem ateşinde bekletip kirlerinden arındırdıktan sonra ka­bul ediyor diye bizim; “Müminlerden istenen bu kadardır, fazlası de­ğil, kim bundan fazlasını mükelleflerden isterse O’nun dinine ekleme yapmaktadır” dememiz doğru mudur?

Üçüncü defa diyoruz ki: Yüce Allah’ın cömertliğinde bir sınır yok­tur, dilediğini rahmetine dâhil eder. Ama O, bu teklifleri indirmiş ve müminlere farz kılmıştır. Cennete girmek oturup kuruntu kurmakla ol­maz diyen de O’dur:

"Bu sizin kuruntularınıza ve Kitab ehlinin kuruntularına göre de­ğildir. Kim fenalık yaparsa cezasını görür, kendisine Allah’tan baş­ka ne dost ve ne de yardımcı bulur.”

"Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte ön­lük-cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez. ” (Nisa 124-125)

Bundan sonra, Allah Tealâ kullarından dilediğine sınırsız bir lütufita da bulunabilir...

Bu hadislerde bizi en fazla meşgul eden taraf, yine Mürcie’nin ge­tirmiş olduğu yorumdur.

İlk Mürçie taraftarları, ‘ Lâ ilâhe illallah” kavramında yaptıkları bü- tün tahriflere rağmen iki noktada durmuş, onları imanın gereklerinden çıkardıkları “ameller”den saymamışlardır: Namaz ve O’nun dininin uygulanması. Her ne kadar teorik olarak “amelin hepsi imanın gerek­leri dışındadır” diyorduysalar da, fıkıhtan konuşurken -ki, çokları fıkıh âlimidir- müslüman toplumda insanın İslâm sıfatını koruyabilmesi için yapması gereken birtakım işler olduğum da iyi biliyorlardı. En önem-.: lileri, namaz ve O’nun dinini uygulamadır.

Fakat yeni Mürcie bu kadarla kalmadı.

Allah Tealâ nın helâl ve haramlarını tanımayan bir toplumda doğdu­lar. Namazın eda edilmediği bir toplumda Mürcie’nin zehirli fikrini alıp, “Lâ ilâhe illallah’Tn her gereğini kapsayacak şekilde geliştirdiler fikirle­rini. Dediler ki: Lâ ilâhe illallah diyen, İslâm amellerinden hiçbirini yapmasa da mümindir.” İlk Mürcie taraftarlarının durduğu son iki engeli de aştılar, böylece O’nun helâl ve haramlarını tanımayan toplumlara İslâm toplumları kisvesi giydirdiler. Ağızlarıyla “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” diyen herkese müslüman sıfatmı verdiler!

Delil olarak gösterdikleri; “Lâ ilâhe illallah diyen cennete girer, hadisine tekrar dönmüyoruz. Medine’de inen tekliflerle hükümsüz kılınmış olduğuna değinmeye gerek görmediğimizi söylemiştik. Bura­da da şunu söyleyeceğiz: O hadis, şirkten arınmayı şart koşan Resûlullah’ın (s.a.) diğer hadisleriyle tahsis[21] edilmiştir.

Resûlullah (s.a.) buyuruyor ki:

"Hangi kul ki, Lâ ilâhe illallah der, sonra da onunla ölür, muhak­kak cennete girer ” (Müslim)

"Allah ’a bir şeyi şirk koşmadan ölen cennete girer." (Müslim)

Hadisler arasında yapılan karşılaştırma ve birleştirme bize “Lâ ilâhe illallah” hakkında şu sonucu vermektedir: Şirkten arınma ahirette O’nun kabulü için şarttır. Allah Tealâ bunu kitabında net bir üslûpla belirtmiştir:

"Allah, kendisine ortak koşulmasını (şirk) bağışlamaz, bundan baş­ka herşeyi dilediğine "bağışlar. ” (Nisa, 116).

Şirkin çeşitleri vardır. Hatip ve vaizler ise bir kısmım anlatıp gerisi­ni aktarıyorlar!

İbadet çeşitlerinden biriyle (dua, yardım dileme, nezir, adak, hay­van boğazlama vb.) Yaradan’dan başkasına yönelmenin şirk olduğun­da şüphe yoktur. Hatipler de çoğunlukla şirkin bu çeşidini anlatırlar.

Allah Tealâ’nın yanı sna rızık veren fayda ve zararı dokunan başka şeylerin varlığına inanmak da açık bir şirktir. Hatipler buna da değinir.

Yüce Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle helâl ve haram koyma, ve buna razı ohna... O da şirktir şüphesiz. Ama insanlar bu son yüzyılda şu kritik meseleyi bilmiyorlar ya da bildirilmiyorlar. Şirkle günahı ayırt etmiyorlar. Şirkin bu çeşidine bağışlanmış bir günah gözüyle ba­kıyorlar. Tabiî eğer günahı olmayan mubah bir “gereklilik” gözüyle bakmıyorlarsa!

Nasıl oluverdi bu?

Haçlı emperyalizmi ayaklarını bastığı her beldeye gelir gelmez İslâm hükümlerini kaldırdı. Sonra insanlara denildi ki: Size zararı yok­tur! Namazını kılıp, orucunuzu tuttukça müslümansmız, O’nun diniyle yönetilmeseniz de!

Peşinden de Haçlı emperyalizmi (ve içindeki Yahudi) insanların üzerine onları namaz ve oruçtan alıkoyacak şeyleri salıverdi. “Lâ ilâhe illallah dedikçe müslümansanız, zararı yok.”

Böylece İslâm’m insanla tek bir bağı kaldı. İnsanların hayatında as­la bir gereği olmayan “Lâ ilâhe illallah”ın dille söylenmesi. Ardından yeni Mürcie zehiriyle geldi ve “İnsanlar için bir sakınca yoktur! İman tasdik ye ikrardır. Lâ ilâhe illallah diyen, İslâm amellerinden hiçbirini yapmasa bile mümindir” dedi.

Daha önce söylediklerimizi tekrar edecek değiliz. Fakat oldukça önemli bir konuyu hatırlamak zorundayız. (Geçici olarak “amel” ko­nusunu ve eski Mürcie’nin dalâletlerini bir kenara bırakarak) “Lâ ilâhe illallah,” şirkten uzak olduğu sürece O’nun katında makbuldür. Şirk karışması halinde bozulmuş ve Allah’ın katında kabul edilirliği kalma­mıştır.

Bu son yüzyılda müptelâ olduğumuz problemlerden biri de, insan­lara abdesti bozan şeyleri anlatıyor ve bunu yüzlerce sayfada yüzlerce defa dinî okullarda talebelere öğretiyoruz da “Lâ ilâhe illallah”ı bozan şeylerden söz etmiyoruz. Anlatsak da ittiba şirkine değinmeden sadece itikat ve ibadet şirkinden oluyor anlatılan. Temelden yanlış bir prensi­be dayanmıyor bu: İttiba şirki, milletten (dinden) çıkarmayan küfr-i amelîdir!

Adiy b. Hatim Resûlullah’m (s.a.) yanma girdi.

“Hahamlarını ve rahiplerini Allah 'tan ayrı rabler edindiler. Mer­yem oğlu Mesih ’i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah ’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktun O onların ortak koştukları şeylerden münezzehtin ” (Tevbe, 31) ayetini okuyordu. Adiy;

“Ya Resülallah; Onlara ibadet etmediler. ” dedi. Resûlullah (s.a.) buyurdu ki: “Onlara haramı helâl, helali de haram yaptılar, onlar da uymadılar mı onlara?” “Evet ” dedi. Buyurdu ki: “İşte bu onla­ra ibadetleridir. ” (Tirmizî)

Yüce Allah böyle diyor. Resûlü (s.a.) böyle diyor. Onlar da “Bu küfr-i amelîdir, küfr-i amelî dinden çıkarmaz” diyorlar!

Helâl-haram koyma konusunun inancın baş konularından olduğu ve Mekke’de nazil olan surelerin, insanların hayatına hükmeden ayrın­tılı hükümler inmeden ona değindiğini söylemiştik. Allah Tealâ Mek­ke’de insanları îslâm’a çağırırken şöyle buyurmuştur:

“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın. ” (A’raf, 3)

“Yoksa, Allah ’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır? ” (Şûra, 21).

“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittin ” (Şûra, 10).

Mekke’de müminlere de şöyle buyurmuştu:

“Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah ’ın yolundan çıkmaktın Doğrusu şeytanlar si­zinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat eder­seniz şüphesiz siz müşrik olursunuz. ” (En’am, 121)

Ardından Medine’de ayrıntılı hükümler inip, İslam’ın uygulanma­sı, kulları Yaradan’m hükümlerine bağlayıcı, helâli O’nun helâl ettiği, haramı da O’nun haram ettiği olunca Medine’de yeni bir sorun çıktı: Benliklerini O’nun hükümlerine baş eğdirmedikleri halde, İslâm’ı ka­bul etti görünen münafıklar sorunu. Geleneklerine göre önünde yargılanmak istiyorlardı. (O’nun hükmü dışında herşey tağuttur.) Helâl ve haramın O’nun dileğine göre değil de, arzu ve geleneklerine göre olmasını istiyorlardı.

Ve onlar için de Yaradan’ın kesin hükmü indi:

“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar” (Nisa, 65)

“(Münafıklar) ‘Allah’a ve Resûle inandık ve itaat ettik.' diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor Bunlar inanmış değillerdir ”

“Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah ’a ve Resülüne çağırıl­dıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir. ” (Nur, 47-48)

Bundan anlaşılmıştır ki dinin olgunluğuyla beraber imanın doğru­luk ölçüsü, inanç ve ibadetlerin edasındaki müspetlikten sonra O’nun dini önünde hükmolunacaktır. Artık sadece itikadın düzgünlüğü yetmi­yordu. İnanç ve ibadetlerin edasındaki tamlık da yetmiyordu. Çünkü; “Lâ ilâhe illallah”m Mekke’dekinden daha fazla gerekleri olmuştu. “Lâ ilâhe illallah”a iman (aslı bozmayan günaha rağmen) onun bütün gereklerine bağlanmayı zorunlu kılıyordu.

Davetin başında Mekke’de “Lâ ilâhe illallah”m bütün gerekleri; O’nun birliğine ve O’ndan tebliğde bulunması için Resûlü’ne (s.a.) gön­derdiğine inanmaktı. Allah Tealâ’nm dinine girmek isteyen bir insandan istenen de buydu. Bazı ibadetler farz edilince istenen de, O’nun birliğine, Resülü’ne (s.a.) gönderdiğine inanmak ve o ibadetleri eda etmek oldu. Medine’de ibadetler tamamlanıp, hükümler indirilince istenen gerekler de, Ö’na, Resülüne (ve vahyin belirlediği ayrıntılara) iman ve farz ibadet­leri eda ile O’nun emirlerine bağlanmak oldu. Bunlardan biri diğerinin yerini tutmayacağı gibi artık ondan yeterli de kılmaz artık.

Münafıklar tehvit konusunda veya (üşene üşene yapsalar da) iba­detler konusunda mücadele etmiyorlardı. Fakat müminin dünya haya­tındaki tasarruflarım kontrol altına alan hükümlerden sıyrılmak istiyor­lardı. Tağutun hükmüne eğilimliydiler. Medine’deki ayetler de müna­fıklardan açılan söz münasebetiyle O’nun indirdiğiyle hüküm konusu­na ağırlık verdi. Zira o günün de gündemindeki konu oydu. Allah Tealâ’nm şu kesin hükümleri indi:

“Kim Allah ’ın indirdiği ilehükmetmezse, işte kâfirler onlardır ” (Mai- de, 44),

"Kim Allah *ın indirdiği ile hükmetmezse, işte zalimler onlar- dır. ” (Maide, 45),

"Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, iştefasık­lar onlardır ” (Maide, 47),

“Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? İyi­ce bilen bir toplum için Allah ’tan daha güzel hüküm veren kim olabi­lir?" (Maide, 50)

Birinin çıkıp; onlar münafık oldukları için Yaradan bu hükmü indir­di, haklarında ve onlar için “Allah Tealâ’nın dinini hakem yapmadıkça inanmış olmazlar” dedi. Mümin olsalardı Allah onlardan, bu şartı iste­mezdi, demesi şaşılacak bir sözdür doğrusu!

Hayret! Müminler nasıl mümin oldular? Münafıklar da niçin müna­fık oldular ki? Müminler itikat sağlığı ve ibadetlerindeki tavırlarından sonra O’nun dinini hakem yaptıkları için mümin olmadılar mı? Başka bir şeyle mümin olabilirler miydi?

"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah ’a ve peygambere çağırıl­dıkları vakit; İşittik, iman ettik ' demek, ancak müminlerin sözü­dür” (Nur, 51)

"Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. ” (Ahzâb, 36)

Müminler ancak, “Lâ ilâhe illallah” dediklerinden itibaren O’ndan ge­leni kabul edip teslim oldukları için mümin oldular. Yüce Allah’ın önün­de muhakeme olunmak üzere çağırıldıklarında; işittik ve itaat ettik derler.

îman niteliği onlar için devam etmiştir. Çünkü “Lâ ilâhe illallah”ın gerek­leriyle amel etmekteydiler.

Allah Tealâ’nın diniyle muhakeme olunma münafık oldukları için sadece münafıklara zorunlu kılınmamıştı. Tersine, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resülullah” diyen herkes için zorunluydu bu. İçten ve rızayla teslim olup, bağlananlar müminlerdir. Ama, içten razı olmadığı ve teslim de olmadığı halde dıştan kabullenmiş görünenler, işte Yara- dan’ın münafıklar dediği onlardır. (Yine de onlar, açıkça reddetmiyor­lardı, zira o zaman münafık değil dinden çıkan durumuna düşeceklerdi ve müslüman toplumdaki cezaları da ölüm olacaktı.)

Meselenin özeti; helâl-haram konusu, “Lâ ilâhe illallah’la direk ve sağlam bir şekilde bağlantılıdır. Bu bağlantı da hiçbir durumda kopmaz.

“Allah ’ın indirdiği ile hiikmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir" ayetin­de fıkıh âlimleri, “Helâl saymadıkça kâfir sayılmaz, eğer helâl saymı­yorsa dinden çıkarmayan, küfrün gerisinde bir küfürdür." demişlerdir.

Taraflardan birinden rüşvet aldığı için önündeki meselede, O’nun indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren kadı da bu yaptığıyla küfre düşmüş sayılmaz. Allah Tealâ’nm gazabına uğramış bir günahkârdır.

İçtihat edip önündeki konuda yamlan ve O’nun indirdiği dışında bir şeyle hüküm venniş olan biri ise günahkâr değildir. Tersine, niyeti ih- laslı oldukça içtihadına mükâfat da vardır.

Ve fıkıh âlimlerinin saydığı diğer durumlar...

Evet... Fakat önündeki bir konuda fıkıh kitaplarında sayılan herhangi bir nedenle -helâl saymadan- O’nun indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, kaynağı o olmadan bir şeyi helâl veya haram sayma baş­ka bir şeydir. Tamamen ayrı şeylerdir ikisi. Çünkü birinci durumda her ne kadar uygulamada ona muhalif oluyorsa da, Yaradan’m dinini kaynak olarak kabulündeki itirafı bozulmuyor. Ama ikinci durumda, -O’ndan bir delili olmadan- kendi yanından O’nun dinine zıt haramlar-helâller koyu­yor, ardından da hal diliyle veya açıkça; “O’nun dinini değil, benimkini uygulayın, çünkü bu ona denktir veya O’nunkinden daha üstündür, kıy­metlidir” diyor.

İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir küfür oldu­ğunda görüş ayrılığına düşmemiştir.

Yine fıkıh âlimlerinin tarihte hiç görüş ayrılığına düşmediği ve din­den çıkaran bir küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bil­mesine rağmen ve kendi iradesiyle Yaradan’m dini dışında bir helâl- haram koymaya razı olma. Doğal olarak ikrah (zorda kalma) buna da­hil değildir, ikrahta rıza yoktur. Çünkü Allah Tealâ buyuruyor ki:

“Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstes­na, inandıktan sonra Allah ‘ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazab vardır; büyük azab da onlar içindir ” (Nahi, 106)

Allah Tealâ’mn indirdiği dışında yasama, Yaradan’m indirdiğine zıt olana rıza, ikisi de O’nun hükmünde “Lâ ilâhe illallah”m iptalidir. Bu­nun için de bu konuda kesin bir hüküm inmiştir:

"Allah ’ın indirdiği ile hiikmetmeyenler, işte kâfirler anlardır ” (Ma- ide, 44)

İmam îbni Kesir,

“Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah ’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir? ” (Maide, 50)

ayetinin tefsirinde diyor ki:

“Allah Tealâ, her hayrı kapsayan ve her şerri nehyeden hükmünden çıkıp, Allah’ın dinine dayanmadan insanların koyduğu diğer kav­ram ve teorilere kayanları kmamaktadır. Ehl-i cahiliyenin, kendi ar­zu ve kanaatlerine göre koydukları sapkınlık ve cehaletlerle hük­metmesi gibi. Tatarların da, kralları Cengiz Han’ın çeşitli dinlerden alıntıladığı hükümleri toplayan kitapla kraliyet politikasını belirle­meleri (ki kitapta pek çok hüküm kendi görüş ve arzusuna göre konmuştur) ve Allah’ın kitabı, Resûlünün sünnetinden daha önde tutulan, uygulanan bir kanun haline gelmesi gibi. Onlardan kim bu­nu yaparsa kâfirdir, Allah’ın ve Resûlünün hükmüne dönünceye, az ya da çok başka bir şeyle hükmetmeyinceye kadar onunla savaşıl­ması gerekir” (bkz. Tefsir-i İbni Kesir, Maide Sûresi 50. ayet tefsiri.)

“Lâ ilâhe illallah’la, Yaradan’ın dinini hakim kılma arasındaki bu güçlü bağlantı on üç yüzyıl, müslümanların hissinde belliydi. Onlar, başka türlü bir İslâm düşünemiyorlardı. Bir “müslümanın” başka türlü müslüman olabileceğini de düşünemiyorlardı. Bilfiil yeryüzünde uy­gulanan din hükümleri de konuya ağırlık veriyor, insanlar onun dışın­da bir sistemi düşünmüyor, olabileceğini de zannetmiyorlardı.

Müslümanlarca İslâm’da küfür, müslümanla kâfir arasında (pek çok açık farka rağmen) iki önemli fark vardı: Namaz ve O’nun helâl- haram koyması. Müslümanlar namaz kılarlar ve O’nun dinini hakem yaparlar; kâfirler ise namaz kılmazlar ve O’nun hükümleri önünde mu­hakeme olmazlar. Fakat haçlı ihtilâlinin topraklarında egemen olup, O’nun dini hayattan uzaklaştırıldıktan ve müslümanları İslâm’dan so­ğutacak her yol denendikten sonra, müslümanların hissinde de önemli değişmeler oldu.

İlk nesil bu gerçeği açıkça görüyordu.

İlke olarak İslâmın helâl ve haram koyma yönünün bir kenara atıl­ması küfürdür. İşin aslmda bunu yapanlar da, İslâm toprağmı gasp eden kâfir haçlılardır.

Ne var ki, sonraki nesillerde iş çok karıştı.

Başka kitaplarımda müslümanları İslâm’dan çıkarmak için yapılan çalışmaları anlattım.[22]

Sonra, müslüman ismi taşıyıp, Yaradan’m indirdiği dışmda bir şeyle hükmeden yöneticiler geldi. İnsanlara da; onlar müslümandırlar, “zaru­ret”, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hüküm vermeyi gerektiriyor de­niyordu.20 [23]

Egemen güçlerin etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Açıkça; kalkınma, uygarlık, ilerleme ve kurtuluş için O’nun dininden uzaklaşmak, medenî Avrupa’nın izinden gitmek gerektiğini söylediler. “Gelişme” yoluna girilmeliydi. “Din insanları hareketten alıkoyan bağ­lardır. Kabul etsek de etmesek de yolumuz, Avrupa’nın yoludur; dini at­tıktan sonra ilerlemiştir onlar. Gelişme kanunlarına göre de, “gericilik”, gelişme için hareket eden tekerleği durdurması şöyle dursun, yerinde bile kalamaz!”

Bunlar olup biterken de insanlara, “Lâ ilâhe illallah” dedikçe “müs­lüman” oldukları söyleniyordu!

“Modem, günümüz müslümanı”nın hali budur.

“Lâ ilâhe illallah” bütün içerik ve gereklerinden soyutlandı. Artık, havada söylenen ve Resülullah’m (s.a.) sözünü ettiği köksüz olduğu için kendisini kontrol edemeyen, selin sürüklediği “çer çöp”ün bağlan­dığı bir kelime oldu.

Yeryüzünde mevcut olan İslâm milletinin kökleri, “Lâ ilâhe illal- lah”tır. Bu kökler gerçek içeriğinden soyutlanır ve kabuk canlı bir içe­rik olmadan boş kalırsa, bir şeye tutunması, selin sürükleme gücüne dayanması mümkün müdür? Acaba onlar daha önce “İnsanlar için çı­karılmış hayırlı ümmeti” bitiren aynı kökler olur mu?

İslâm tarihinin uzun süreci içinde, “Lâ ilâhe illallah”m gerçek içeri­ğinden soyutlanması için çok etkenler olmuştur. Tekliflerden kaçınma, uyarının yetersizliği, aşırı bolluk, siyasi baskı ve Mürcie düşüncesi, hepsi uzun zaman boyunca, “Lâ ilâhe illallah”tan canlı içeriğinin çıka­rılması için etkili olmuştur.

Tekliflerden kaçınma insanlığın doğasmda vardır. Dünyanm ağırlı­ğı, şehvetlerin ağırlığı onu çeker. Tedavisi de öğüttür:

“Öğüt ver; doğrusu öğüt inananlara fayda verir. ” (Zâriyât, 55)

Öğüt, çeşit ve derecede yeterli olmazsa, tekliflerden kaçınma de­vam eder ve artar.

Dünyaya egemen olmalarıyla müslümanlara bulaşan lüks, onlarm Yaradan’ın sağlam ipine sarılmış olan avuçlarını gevşetti. Müslüman- lar yeryüzü malına rağbet ederek O’nun tekliflerinden kaçındılar; dine yamanan şeyler ve günahlar arttı. Bunlarm hepsi “Lâ ilâhe illallah”m gereklerinden çıkmak demektir.

Lükse karşılık mistisizm düşüncesi doğdu. Temiz insanlar kendile­rini, bolluk içindeki toplumda yayılan kirlerden uzaklaştırdılar. Fakat diğer bir taraftan da iyiliği emredip kötülüklerden sakınmayı terk etti­ler. Yani “Lâ ilâhe illallah”ın canlı içeriğinden bir bölümünü soyutladı­lar. Siyasi baskı da buna katkıda bulundu. İyiliği emredip fenalıktan alıkoyma, güç sahiplerini kızdırıyor, aşırılıklarına ve saplantılarına karşı çıkanlara saldırmalarına sebep oluyordu. İnsanlar da kendi ka­buklarına çekiliyor, “din” ise kişisel tavırlara dönüşüyordu; toplumsal yönü pasifize oluyor, sadece ibadet yönü yoğunlaşıyordu.

Siyaset, “Lâ ilâhe illallah’la ilgisi olmayan bir kavram oluyordu.

Peşinden de Mürcie düşüncesi çıkıyor ve insanlara; “İman tasdik ve ikrardır” diyordu!

Haçlı emperyalizmi geldiğinde “Lâ ilâhe illallah”, müslümanlarm benliğinde, onları İslâm dairesinde tutan en son noktaya gelmişti. Gü­nahlara batmıştı müslümanlar. Yani, namazın edası ve O’nun dininin uygulamasının sunandaydılar. Müslümanların benliğindeki yıkımın bu noktaya gelmesi haçlıları çağırmış ve İslâm toprağına egemen kılmış­tır. Müslümanlar kelime-i tevhidin gereklerini hatırlasalar ve gerçek âleminde onları uygulasalar, kendi toplumlarmdaki iktidarları daha güçlü olurdu. Gereklerin arasmda O’nun düşmanlan için hazırlık yap­mak ve o yolda hayırda bulunmak vardı:

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar (her türlü savaş malzemesi) hazırlayın. Bununla Al­lah ’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka, sizin bilme­diğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğra­tılmazsınız. ” (Enfal, 60)

O’nun gerekleri arasmda, insanı yeryüzü egemenliğine götüren ilim tahsili de vardı; ilimsiz egemenlik yoktu.

“İlim talebi farzdır. ” (îbni Mace)

Gerekleri arasmda “Lâ ilâhe illallah”m ahlâkı ile ahlâklanmak da vardır: Doğruluk, emanet, ihlâs, güzel iş yapma, başkalanmn hukuku­na saygı, iyilik ve takvada yardımlaşma, günahta ve düşmanlıkta yar­dımlaşmama vb... Bunların kaybı yıkımın en büyük etkeni olduğu gibi, varlığı da yeryüzü egemenliğinin en büyük araçlan arasındadır...

“Birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz12 gi­der. ” (Enfal, 46)

“Toptan Allah ’ın ipine sarılın, ayrılmayın. ” (Al-i îmrân, 103)

“Ey insanlar! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın, belki de on­lar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendini­zi ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; inandıktan [24] sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte onlar zalimlerdir."

“Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira, zannuı bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştir- meşin, /za/zgz biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksinirsiniz; Allah ’tan sakının, şüphesiz Allah tevbeleri daima ka­bul edendir, acıyandır. ” (Hucurât, 11-12)

Gerekler ve gerekler...

Gereklerden soyutlanma müslümanlara “inançta gerilemeyi” getirdi. İlmî, medenî, maddî, ekonomik, askerî ve siyasî vb. gerileme de ondan doğdu. Haçlılara davetiye çıkartan ve Islâm toprağmda hakan yapan da odur. Fakat, müslümanları İslâm dairesinde (bütün günahlara rağmen) saklayan bu en son noktaya kindar haçlılar ve yanlarında da şerh’ Yahudi- ler buna razı olamazlardı, İslâm’a karşı planları için güvenli değildi bu.

"Güçleri yeterse, dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler. ” (Bakara, 217)

“Kitap ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi inandıktan sonra küfre dön­dürmeyi isterler. ” (Bakara, İ09)

Evet... Bu düşük derecede de olsa, İslâm dairesinde olan müslü- manlann bulumnası, büyük kapsamlı gerçekliğinden bütün uzaklaştır­malara rağmen, gerçeğe yeniden dönmelerine karşı güvence vermiyor­du. Allah Tealâ bu ümmete dinini yenileyecek (tecdit) birini gönder­mesi halinde, solduktan sonra, bakım ve sulamayla yenilenen ağaç gibi yenilenebilirdi; yeter ki kökler canlı kalsın:

"Allah in hoş bir sözü, kökü sağlam, dalları göğe doğru olan -Rab- binin izniyle her zaman meyve veren- hoş bir ağaca benzeterek na­sıl örnek verdiğini görmüyor musun? ” (İbrahim, 24-25)

İngiltere Mısır’a girdiğinde İngiltere’nin başbakanı olan Gladson elindeki Kur’ân-ı Kerim’i sallayarak şöyle demişti: “Bu kitap Mısırlı­ların elinde oldukça o topraklarda yerleşmemize imkân yoktur.”

Amerikalı şarkiyatçı Thomas Ben de; Mukaddes Kılıç ^âh. kitabın­da, müslümanlarm tarihini, Asya ve Afrika’daki zaferlerini özetledik­ten sonra diyor ki: “Şimdi durum değişti; müslümanlar avcumuzun içindedir. Fakat bir kere olan, tekrar olabilir. Hz. Muhammed’in (s.a.) bağlılarının kalbinde tutuştuğu meşale, söndürülmeyen bir meşaledir.”

İşte bunun için haçlılar (Yahudiler de içlerinde olmak üzere) müs- lümanları İslâm’dan tamamen çıkarmak için çalıştılar.

“İlâhî yardımın bu toprakların yönetiminin eline verdiği beyaz ada­mın misyonu, Hıristiyan uygarlığını mümkün olan noktaya kadar yer­leştirmektir. Öyle ki; insanlar arasındaki ilişkilerin aslı o olmalı (yani İslam’a bedel). Şüphe uyandırmamak için de, müslümanlarm Hıristi- yanlaştırılması için çalışılmamak, resmî makamda İslâm dinini kabul ettiğini gösteren biri olmalı, dinî törenler bulunmalı.”

Müslümanlar gafletteyken istedikleri hep oldu. İslâm dinini yöne­timden uzaklaştırmakla başladılar, müslümanları namazdan alıkoymak­la bitirdiler. Yavaş ama sonucu güvenli planla müslümanlar, İslâm’dan arda kalan her şeyden el etek çektiler.

Mürcie de el etek çekme olayım örtmek için zorluk çekmedi. Gahi- liye toplumlarım İslâmî toplumlar olarak adlandırdı. Diliyle “Lâ ilâhe illallah” diyen herkese de İslâm sıfatını verdi. İslâm, somut bir tasdik, dış belirtisi de somut bir ikrardı artık.

Sözü bu noktaya getirdik ki, kimileri, mevcut nesillere, kâfir olduk­ları hükmünü vereceğimizi düşünüyorlar. Kendileri açısından bu konu­yu “tehlikeli” bulunca prensip olarak da olsa, buna karşı çıkıyorlar. Böyle bir gerçeğin kabulünün onları bu hükme varmaya götüreceğin­den endişelidirler!

Diğer kitaplarda sorunumuzun insanlara hüküm çıkarmak olmadığını, başka, -ve bizim nazarımızda- insanlardan bu kuşağa hüküm çıkartmak­tan daha önemli bir sorunu hedefliyor olduğumuzu yazdık.

Bugün İslâm topraklarında yaşayan insanlara, Islâm veya küfür hükmü vermemiz, onları cennete veya cehenneme koyacak değildir. Onlar hakkında ve bütün evren için tasarruf eden ancak Allah’tır.

O dilediğini rahmetine dâhil eder; zalimler için elîm bir azap hazır­ladı. " (İnsan, 31)

Biz devlet değiliz ki dinden dönenlere had uygulayalım. Biz sadece davetçi durumundayız; bu dine karşı üzerimize verilen emaneti yerine getirmeye çalışıyoruz. Ona doğru yürüdüğümüz ve bir kısmım elde et­meye çabaladığınız şey, insanlara açıklama (beyan) görevidir. Onlara, İslâm’ın ikinci gariplik döneminde[25] bu dinin gerçeklerinden kaçanları açıklamaya çalışıyoruz.

Bugün İslâm topraklarında[26] yaşayan toplumlara “cahiliye toplumları” dediğimizde bununla, halkının müslüman olmadığım veya tersi ispat edilinceye kadar, onlarda asim küfür olduğunu kastettiğimizi zanneden­lere burada da diyoruz ki: Topluma verilen bir hüküm şahıslara özgü de­ğildir; tersine bir yerin “dar-ı küfür” (küfür ülkesi) veya “dar-ı İslâm (İs­lam ülkesi) olmasma benzer. Fıkıh âlimleri bir yerin; “dar-ı küfür” veya dar-ı İslâm” niteliği alması orada oturanlara bağlı değildir, halkının inançları ne olursa olsun, Allah’ın dininin geçerli olduğu bir yer, “dar-ı İslâm”dıı*. Halkının inançları ne olursa olsun, O’nun dini dışında bir dü­zenin hükümran olduğu yer de “dar-ı küfür”dür demişlerdir.

Müslümanlar fethettiğinde Mısır dar-ı İslâm olmuştu, halkının ço­ğu İslâm dininden değildi, bir zaman da öyle kalmışlardı. Hindistan da, halkının çoğu gayr-ı müslim olmasına -ve hâlâ öyle olmalarına- rağmen .müslümanlarm fethiyle dar-ı İslâm oldu. Dar-ı İslâm, halkı­nın inancı itibara alınmadan hükümlerin uygulanırlığına binaen deni­yordu.

Aynı şekilde Haçlıların Şam’da kurduğu -bir kısmı yüz yıl devam etti- devletçikler de, halkının müslüman olmasına rağmen dar-ı küfr sayılıyordu. Çünkü Haçlılar orada, O’nun indirdiğinin dışında şeylerle hükmediyorlardı.

Müslüman toplum, O’nun helâl ve haramlarıyla hükmedilen, İslâmî düşüncenin, kavram ve adabın, onun yolundaki tavırların yönlendirdi­ği (halkının inancına bakılmadan) toplumdur. Cahiliye toplumu da, O’nun dini egemen olmayan, halkının inancına bakılmadan, O’nun ahirette onlar için vereceği cennete veya cehenneme girme hükmü de itibara alınmadan İslâmî prensiplerin, kavram ve adabın, onun yolun­daki tavırların yönlendirmediği toplumdur.

Bugün İslâm toprağında yaşayan insanlar karmaşık bir yapı gösteri­yorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz içlerinde müslümanlar da vardır. Çünkü, “Lâ ilâhe illallah” diyorlar, ibadetleri eda edip, cahiliyeti reddederek, O’nun dinini arzuluyorlar. İçlerinde şüphesiz, kâfirler de vardır. (Dış görünüşlerine göre bunları söylüyoruz, hesaplan ahirette Allah’adır.) Çünkü, “Lâ ilâhe illallâh” deseler de[27] O’nun dininin üstün­lüğünü reddediyorlar. Onların çeşitli yorumlan vardır. Kimi, “Dinin ha­yatla işi ne?” Kimi, “On dört yüzyıl önce inmiş dinin hükümleri bugü­nün gelişmiş insanını nasıl tatmin edebilir? Gelişmiş bir hayat için ge­lişmiş sistemler kaçınılmazdır, İslâm’m yerine, sosyalizmi vb. almalı­yız” der. Başka birtakımı da; “Dinin amaçları kalkmıştır, bugünün ha­yatında yeri yoktur” derken, başkaları da: “Din, gericilik ve gerileme­dir; ilerici olabilmemiz için ondan sıyrılmamız ve onun atılması gere­kir” derler. Bir diğeri de; “Din kulla rab arasındaki ilişkidir, yeri de kalp­tir ve ondan dışarı çıkmamalıdır, hayat gerçeğinde yeri yoktur” der.

Bir de nitelikleri açık olmayan kalabalık bir kitle vardır. Ama onlardaki genel görünüm İslâm’ın gereklerinden uzaktır. İnsanların, hak­larında hüküm vermekte ihtilâf ettikleri de onlardır. Bizim, haklarında hüküm vermeyi hedeflemiyoruz dediğimiz de onlardır. Biz, bütün in­sanlara, “Lâ ilâhe illallah”m hakikatini açıklamayı amaç edindik. Zira inanıyoruz ki, Yaratan’ın bir emaneti olmasından da öte, bu açıklama, insanların hayatmda bir değişmeyi sağlayabilir. Kendi benliklerindeki- ni değiştirip, Yaradan’m emrine uyarlarsa O da onları değiştirir. Bugün her yerde yaşadıkları, zillet, pasiflik ve yokluktan onları çıkarıp, O’nun mümin kullarına vaat ettiği izzet ve egemenliği verir onlara.

“Allah sizden, inanıp, iyi işler yapanlara vaat etti; onlardan önce­kileri nasıl hükümran kaldıysa, onları da yeıyiizünde hükümran kı­lacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağ­lamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güve­ne erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar” (Nur, 55)

İnsanların (şahıslar) durumu budur. “Toplum”un ise, başka bir hük­mü vardır.

“Toplum”, sadece fertlerin birliği değildir. Aynı zamanda o fertleri bağlayan düzendir de. Ona göre birbirleriyle muamele ederler, ilişkile­rini ve bağlantılarım o düzenin esasına göre ayarlarlar.

Bu kurala göre: Bugün mevcut toplumlar için ne diyebiliriz? Onları yöneten düzen nedir? îlgi ve bağlantılarını sınırlayan nedir? Düşünce­lerini belirleyen, eğitim yöntemlerini, yayın yöntemlerini ve uygulaya­cakları tavırlarını çizen nedir?

Resûlullah (s.a.), ashabının en değerlilerinden birine sinirli ânında ağzmdan çıkan bir tek kelimeden dolayı;

“Sen kendisinde cahiliye olan bir adamsın.” demişti. Halbuki o adam sadece, siyah birine, “Siyahın oğlu!” demişti. Allah Resûlü ise; “Onu, an­nesiyle mi ayıpladm, sen kendisinde cahiliye olan bir adamsın!” buyur­du. (Buhari, Müslim)

Resûlullah (s.a.) bizim toplumlarımızı nasıl isimlendirirdi acaba?

Hayatlan nasıl olursa olsun, “Lâ ilâhe illallah” diyen herkese, yaşa­yışları o kelimenin gereklerine ne kadar zıt olursa olsun, müslüman niteliği verenler, bunu takvalarından yapmaktadırlar! Onlar, bütün bu takvalarına rağmen, davet konusunda, farkında olmaksızın ağır bir ha­ta işlemektedirler.

Eğer bu toplumlar İslâmî ise, bu insanlarm hepsi de müslümansalar, insanları İslâm’ı kabule veya onu redde iten nedir?

Bütün kötülükleriyle bu toplumlarm yaşadığı gerçek, insanları İslâm’dan alıkoyacak en ağır engeldir. İslâm sıfatım ona verir ve; “İslâm bütün bu kötülükleri görmezlikten geliyor ve müslüman adım ne yapar­larsa yapsm insanlara veriyor, yeter ki -dilleriyle Lâ ilâhe illallah desin­ler” dersek, özellikle tekliflerden kaçman gençleri komünizm, sosya­lizm, monarşi ve diktatörlükten ve diğer yıkıcı ekol ve fikirlerden alıkoyan nedir?

Bütün bu kötülüklere ve İslâm toprağında bugün var olan sapıklık­lara takva ve haramdan sakınma kabından İslâm sıfatını verirken, bu kötülüklerin hepsini İslâm dairesi içinde göstererek İslâm’a gelmeleri­ne engel olduğumuz gençler için Yaradan’dan korkalım.

Bunları anladıktan ve cahiliyet sıfatının bu toplumlara söylenmesiy- le insanların şahısları amaçlanmadığı anlaşıldıktan ve bizim bu araştır­mayla insanlar üzerinde fert fert hüküm vermek değil de. İslâm’m ikin­ci gariplik döneminde insanlarm “Lâ ilâhe illallah”a ilişkin iman haki- katlanndan unuttuklarım açıklamak ve insanları bu hakikata göre, du­rumlarını düzeltmeye davet amacında olduğumuz anlaşıldığına göre, konumuza; “Lâ ilâhe illaliah”m gereklerine dönebiliriz.

Daha önce “Lâ ilâhe illallah”m gereklerinden ve ilk neslin (r.a.), O’nun kitabı ve Resûlullah’ın (s.a.) taliminden onu nasıl anladıklarını anlatmıştık. Zannederim gayet açık bir üslûpla da eski ve yeni Mürci- e’nin, insanlardan mümin olmaları için istenenin sadece, tasdik ve ik­rar olduğunu, “Lâ ilâhe illallah”ın gerekleriyle amelin, özellikle de O’nun dininin uygulanmasının şart olmadığım iddia ettiklerini, bu id­dialarının O’nun kitabı ve Resûlü’nün (s.a.) sünnetinden veya îslâm’ın en doğru anlayıp, en güzel uygulayan neslin içinde de hiçbir dayanak­ları olmadığını ve bunun “Lâ ilâhe illallah”! temelinden yıktığını ve insanları İslâm’dan çıkardığını anlatmıştık.

Şimdi de, günümüz müslümanının yaşadığı durumdan söz edeceğiz.

İki açıdan ele alacağız onu: Allah Tealâ’nın dininin geçerli olmadığı modem hayatta insanların İslâm niteliğini korumaları için gereken en düşük noktanın belirlenmesi ve İslâm tarihinin bütününde, kötülükte bir benzeri olmayan durumu yaşayan günümüz insanlarının kurtuluş yolu.

Önce uzayan söz arasmda unutulma olasılığı olan bir hakikati hatır­layalım.

Bu hakikat: Müslüman bir toplumun varlığında insanlar sadece dil­leriyle “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” dediler mi İslâm’a giriyorlar ve dünya hayatında müslüman sayılıyorlardı (hesapları ahirette O’nadır). Ama bunun anlamı somut bir sözün, -hiçbir gereği olmadan- onlara bu sıfatı verdiği değildir. Bilakis o söz, zaruret-i dini- yeden (dinin gereklerinden) olan belirli bir gereği de barındırmaktadır: İlâhî düzenin üstünlüğü ve onun egemenliğinin gerekliliği, Allah Tealâ’nın sözüne uyularak, tartışılan her şeyde ona başvurmayı da ik­rardır aynı anda:

"Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah ’a aittir. ” (Şûra, 10)

"Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe (gerçekten) inanıyorsanız onu Allah ’a ve Resülüne götürün. ” (Nisa, 59)

Dinin gereklerinden olan bu gerçeğe yan çizen müslüman toplumda ağır bir ceza uygulanır. Ağzıyla kelime-i tevhidi söylemeye devam etti­ği halde dinden dönme cezasını yer. Kesin bir şekilde bu gösteriyor ki, içinde gereklerini kapsamayan bir dille söyleme İslâm sıfatı vermiyor.

Yüce Allah’ın dini uygulanmayan asrımızdaki Arap dünyasma dö­nüp bakalım. İster liberal demokrasi densin, isterse sosyalizm ya da komünizm veya Yaradan’dan olmayan herhangi bir isim: Yüce Al­lah’ın dini yerine cahiliyet egemendir.

“Lâ ilâhe illallah” gerekleri insanlara İslâm sıfatını verdiği en dü­şük derecesinde nasıl yerine gelecektir?

Burada, İslâmî görünümden söz etmiyoruz. Konu arasında ona da değineceğiz.

Davetçilerin görevi insanlara sahte bir İslâm belgesi vermek değil­dir. Rableri katında kovulmuş olsalar bile, dünya hayatında kendilerini nasıl İslâm kisvesine sokacaklarını göstermek de değildir. Bilakis da­vetçilerin görevi, insanlara, ahiret gününde Allah için makbul olan ger­çek müminlerin nasıl olabileceklerini açıklamaktır;

“O gün Allah ’a temiz bir kalple varanın dışında ne oğullar ne de mal fayda vermez. ” (Şuarâ, 88-89)

Az sonra açıklayacağımız gibi, dünya hayatında İslâmî kisveyi elde edebilmek için “Lâ ilâhe illallah” sözü dışında bazı şartlar vardır.

İslam sıfatını veren en düşük dereceyi, yorum, götürmeyecek şekil­de sahih bir hadis kesin olarak açıklamıştır. Resûlullah (s.a.) buyuru­yor ki:

"Allah’ın benden önce bir ümmete gönderdiği her peygamberin ümmetinden havarileri ve ashabı olmuştur muhakkak; onun sünne­tini alıp, emirlerine uyarlar. Sonra onların ardından, yapmadıkları­nı söyleyip, emredilmediklerini yapanlar gelir. Onlarla eliyle cihat eden mümindir, onlarla diliyle cihat eden mümindir, onlarla kalbiy­le. cihat eden de mümindir. Bundan sonra ise, imandan hardal tane­si kadar yoktur." (Müslim)

Yine (s.a.) buyuruyor ki:

"Üzerinizde, bildiğiniz ve inkâr ettiğiniz emirler olacaktır. Kerih gören uzak olur, inkâr eden kurtulur. Fakat razı olup tâbi olan... ”

(Müsİira)

Birinci hadis muhtelif derecelerde, cahiliye hükmüne karşı eliyle, diliyle veya kalbiyle cihat edenlere imam tespit ederken, ondan ötesi için tamamen reddetmektedir. îkinci hadis de aynı şekilde cahiliye hükmüne razı olup uyanın imanını reddetmektedir.

Yüce Allah’ın kitabını ve Resûlü’nün (s.a.) sünnetini inceleyenler iyi bilirler ki, iman ve İslâm lafızları aynı ayet veya hadiste zikredilirse, imanla kastedilen kalbin ameli, İslâm’la kastedilen de âzalann amelidir. Ama sadece biri zikredilirse, red veya ispatta ikisine de şamildir. Yani, hadiste geçen red aynı anda İslâm’ı da imanı da reddetmektedir; inatçı­ların bu dinin âlimlerinin icmasına muhalefet ederek iddia ettiği gibi imanı reddediyor ama İslâm’ı reddetmiyor şeklinde değildir.

İnsanların göğüslerini yarıp niyetlerini, iç dünyalarım göremeyiz. İşimiz de bu değildir zaten. Ancak diliyle veya tavrıyla cahili bir siste­min hükmünü isteyen bir düşünceye bağlılığını açıklarsa ya da halin­den dini önemsemediği anlaşılırsa onun durumu şüphelidir.

Bunu söylüyoruz ki, insanlar O’nun terazisinde nerede olduklarını bilsinler:

'‘And olsun, biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla be­raber Kitab ’ı ve Mizan ’ı indirdik ki, insanlar adaleti yerine getir­sinler. ” (Hadîd, 25)

Yüce Allah’ın mizanı (terazisi): Yüce kitabında kuralları açıklan­mıştır. Diyor ki: Hüküm iki çeşittir, üçüncüsü yoktur. Ya Allah Tealâ’mn hükmü ya da cahiliye hükmü...

“Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah tan daha güzel hüküm veren kim olabilir? ” (Maide, 50)

“Allah ve Resülü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur ” (Ahzâb, 36)

Kalple mücadelenin ne olduğunu bilmedikçe O’nun tartısı hakkında bu kadar bilgi yetmez. Allah Tealâ’nın dini yeryüzünü kapladığı zaman inşam iman dairesinde saklayan en düşük amel odur, ondan sonra da imandan hardal tanesi kadar da yoktur. Mürcie düşüncesinin etkisiyle in­sanlardan çoğu, kalple mücahedeyi -ya da kalple inkârı- insanın diliyle; “Allah’ım bu seni memnun etmeyen bir kötülüktür” demesinden ibaret sanıyor olmuştur. Ya da kalbiyle onun, Yaradan’ı memnun etmeyen bir kötülük olduğuna inanacak, sonra o kötülüğe karşı tutumu da, ona razı olup yapanm tavrı gibi olacak!

Çünkü Mürcie düşüncesi imam somut tasdik ve ikrardan ibaret kı­lıp amelden soyutladığı gibi, aynı şeyi kalple inkâra da uygulayarak onu kalpte gizli, bilineceği bir eylemi olmayan bir iş haline getirdi.

İmam Gazali, kalple inkârın hakikatini açıklarken diyor ki:

“(.İkrime’den o da İbni Abbas’tan (ra.) Resûlullah (s.a.) buyurdu ki: “Bir mazlumu öldüren adamın yanında sakın duıına, lanet, orada bu­lunup da onu müdafaa etmeyene iner. ” Dedi ki: Resûlullah (s.a.) bu­yurdu: “Kişiye hakkın olduğu bir yerde bulunup da onu söylemekten başkası yaraşmaz. Ecelini öne almaz o, onun rızkını da engellemez. ”

Bu hadis zalim ve fasıkların konaklarına girmenin caiz olmadığına, değiştirmeğe gücü yetmediği kötülük olan yerlerde bulunmamasına işaret ediyor. Zira Efendimiz, lanet orada bulunana iner, demiştir. Güç­süz olduğunu ileri sürerek kötülüğe kayıtsız kalmaya- zorunluluk ol­madan- cevaz yoktur.[28]

Bu anlamından dolayı kalple mücadele, “mücahede” diye isimlen­dirilmiş, yani cihat konusuna girmiştir. En düşük derecesinde de olsa “iman” diye isimlendirilmiş, O’nun gazabı ile insan arasında engel olabilmiştir.

Şimdi de bu bölümün son noktasına gelelim. Kurtuluş yolu...

İnsanların kurtuluşunun yolu kavramların düzeltilmesi, özellikle de Lâ ilahe illallah” kavramının düzeltilmesidir, dediğimiz zaman, çok­larının hayretlerinden ağzı açılıyor,, inanmıyorlar!

Kimilerine göre kurtulmanın yolu fakirlik ve cehaletle savaşmaktır. Güçlü bir iktisat kurulması, aça yiyecek, işsize iş, okuyana okuma olanağı bulmaktır...

Bazılarına göre de, çökmüş ahlâkın düzeltilmesidir: Yaygın rüşvet, yalan, nifak, sahtekârlık, aksaklık, korkaklık, kişiliğin boşa verilmesi, umursamazlık...

Yine bazılarına göre de, ayrılığın giderilip, birleşmesinin sağlanma­sı, safların birleştirilip, kinlerin kaldırılması ve genel uygulamanın egemen olmasıdır.

Yığınla görüşler var...

Biz de diyoruz ki: Bunların hepsi için evet, hepsi reformdur ve istenmektedir. Ama yol nasıl olacak?

Tam bir yüzyıl bunlarm ıslahını denedik; okullar, enstitüler, üniver­siteler açtık, yollar, fabrikalar yaptık, yolları taksilerle, evleri buzdo­lapları, fırınlar ve televizyonlarla doldurduk. Az da değildir bu yaptık­larımız! Sonra?

Sorunlarımız azalacağına büyüdü. Problemlerimiz biraz daha dü- pm halini aldı. însanlar önünde zaaf, zayıflığımız ve pasifliğimiz art­tı. Artık yalnız büyük uluslar, oburun çanağına üşüştüğü gibi üzerimi­ze üşüşmüyor, yokluk ve zillet içindeki kutupların insanları bile çana­ğa ilk uzananlar, mal ve ırzlara, kana ilk koşanlardan oldular.

Biz diyoruz ki: İnsanlar hayretten ağızlarını açsalar da, kızanlar inkâr etseler de, kurtulmanın yolu, “Lâ ilâhe illallah”tan başlamak üze­re İslâmî kavramların düzeltilmesidir.

“Lâ ilâhe illallah”ı dille söylenen bir kelime zannedenler, şaşkınlı­ğa düşeceklerdir şüphesiz. Zira o sözü her gün yüz milyonlarca defa söylenir görüyorlar, kötülüğü de hiç sarsılmıyor, tersine kuvvetlenip genişliyor, pnlerin geçmesiyle hacmi de artıyor görürler...

“Lâ ilâhe illallah”ı tasdik ve ikrar zannedenler şaşma ve inkârla ağızlarını açacaklardır elbette. Zira onlar da kendi görüşlerine göre, tas­dik ve ikrarın mevcut oldupnu görüyorlar... Ama çözülmüş tek bir so­run, rahatlatıcı bir hal almış tek bir bunalım yoktur!

Genelde inancı “peşin kabul edilmiş” hususlardan ibaret görenler de böyle. “Kabuf’de fiilen vardır. O halde inancın dışında bir şey için çalışılmalı. Çünkü onlara göre bu tamamdır. Ama hayat sathında deği­şen bir şey yoktur, yakın veya uzak gelecekte değiştirme gücünün bir belirtisi de yoktur.

Onlar veya bunlar, hepsi “Lâ ilâhe illallah”ı canlı gereklerinden so­yutlayarak dille söylenen, hayat gerçeğinde değeri olmayan bir keli­meye çeviren Mürcie düşüncesinin kurbanıdırlar.

Biz Mürcie düşüncesine tepki gösterip, düzeltilmesine ve doğrul- tulmasma davet ederken bunu somut bir tartışma için yapmıyoruz. Üm­metin hayatında zehirli etkilerini, aynı anda da İslâm’ın ruhundan ne kadar uzak olduğunu görüyoruz.

Yolu bulabilmek için sormak istiyoruz: Bugün müslümanlarm dert yandığı hastalıklar (İlmî, medenî, fikrî, ahlâki, ekonomik, siyasî ve maddî geri kalmışlık) İslâmî hastalıklar mıdır? Yani, İslâm’ın kabul edilmesi, ona devam edilip, korunmasından mı kaynaklanmıştır?

Sinirlerin körüklediği nefsî arzulardan çıkan bir cevap değil, de, gerçekçi ve İlmî bir cevap bekleyerek de şunu soralım: İslâm’ı kabul edip, yaşayan ve koruyan ilk nesilde bunlardan biri var mıydı? Yoksa, bugün gördüğümüz manzaranm tam aksi miydi?

Son olarak da şu soruyu soralım: Hangi nesil “Lâ ilâhe illallah”m bütün gereklerini yerine getirdi, hangi nesil “Lâ ilâhe illallah”ı içeri­ğinden çıkarıp dille söylenen bir cümle haline getirdi?

Cevabı doğru tespit edersek, İslâm dünyasmın yeni tarihinde mey­dana gelen hastalıkların sırrını da kavrarız?

Gerçekten, “Lâ ilâhe illallah” son nesillerin hissinde bozulan tek kavram değildir; istisnasız bütün İslâmî kavramlar buna dahildir. Bu­günkü durum da bu kavramlardaki bozulmanın aynı andaki sonucudur. İbadet, kaza-kader, dünya-ahiret, uygarlık ve dünyanın imarı kavram­ları okunurken anlaşılacaktır bu.

“Lâ ilâhe illallah” İslâm’ın ilk esası ve en büyüğü olduğu için, etki­leri ve önemi de, doğru veya yanlış uygulaması oranında daha büyük olmuştur. İslâm’ın on üç yıl Mekke’de bu konuya ısrarla eğilmesi de bundan dolayıdır; Medine döneminin bütününde de...

“Lâ ilâhe illallah”m gereklerini, ilk neslin Resûlullah’tan (s.a.) kav­radığı şekilde zihinlerimizde tazelenmesi lazım:

İlk gerek: O’ndan başka hiçbir ilâh olmadığını, rablik ve ilâhlıkta tek­liğini, isim, sıfat ve fiillerinde birliğini kabul etme (itikat tevhidi).

İkincisi: İbadetin ortaksız, sadece Allah Tealâ’ya yapılması (ibadet tevhidi).’

Üçünciisii: Helâl ve haramı belirleme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu tanıma.[29]

Dördüncüsü: Allah Tealâ’mn müminlere farz kıldığı tekliflerin ya­pılması: İlim tahsili, dünyanın ilâhı programa göre imarı, O’nun düş­manlan için hazırlık, davetin yeryüzünde neşredilmesi ve hepsinin ba­şında da O’nun yolunda cihadı, bu.teklifler arasında sayabiliriz.

Beşincisi: Kitap ve sünnette ayrıntılarıyla bulunan “Lâ ilâhe illallah”m gerekleri ile ahlâklarıma. (Dört ve beşincinin sıralamasında da aynı şeyi söyleyebiliriz. îkisi de gerçek imanın oluşması için gereklidir.)

“Lâ ilâhe illallah”ın gerekleri için getirdiğimiz bu yorum, kendili­ğimizden, delilsiz ortaya attığunız bir şey midir?

Davet alanında çalışanlardan biri bana şöyle demişti, -sorularında da ihlâs seziyordum-. Resûlullah (s.a.) bize İslâm’ın beş temel üzerine kurulduğunu haber vermiştir: Yüce Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadı­ğına; Muhammed’in O’nun Resülü olduğuna şehadet, namaz kılma, zekât verme, Ramazan orucu ve imkân bulabilen için Beyt’i hac... Al­lah Tealâ’nm dini ile muhakemeyi nereden getirdin, “Lâ ilâhe illallah”ın gereklerinden olduğunu neye binaen söylüyorsun. Resûlullah (s.a.) sadece onu söylemeyi istemişti? Hemen dedim ki: Bu, Yara- dan’m kitabında kayıtlıdır:

"Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar. (Nisa, 65)

Bu konunun “Lâ ilâhe illallah”ın gerekleri arasına sokulmasına ge­lince, bu dinde gayet tabiî bir şeydir. Madem ki imanın ancak, sorunla­rımızda O’nun dinine gitmekle yerine geleceğini kabul ediyoruz, bu konu İslâm’a hangi esasından girecek: Namazda mı? Zekâtta mı? Oruçta mı? Hacda mı? Bunlardan birinden girmemesi halinde birinci rükünden, O’ndan gelen herşeye bağlanmayı ifade eden “Lâ ilâhe illallah”tan başkası kalmıyor. Yüce Allah'ın emrettiği bütün teklifler gibi sorunlarımızda dinine gitme O’nun şartı da ona dâhil olur...

Aslında İslâm’ın tamamı “Lâ ilâhe illallah”ın gereğidir. Çünkü O’nun birliğini, mülkünde, yaratmasında, yönetmesinde, kontrolünde, rızık vermesinde ve kudretinde ortağı olmadığını ikrar; O’na yalnız O’na ortaksız ibadettir. Yani; emrettiğinde O’na itaat. Emrettiklerinin toplamı da “İslâm”dır.

Allah Tealâ, belirli ibadetleri barizleştirip, kendi başlarına duran rükün­ler yaptığına göre, yine O’nun emri olan diğer teklifleri tabiî olarak, İslâm’ı ve İslâm'ın içerdiği her şeyi kapsayan birinci rükne dahil edeceğiz.

Eğer böyle değilse, yeni ve eski Mürcie taraftarları bize söylesin, o teklifleri İslâm’ın hangi esasına dâhil edeceğiz? Eğer hiçbir esasına girmiyorsa İslâm’daki yerleri nedir? Hepsi farz tekliflerdir. Bazıları da itikadın aslma dâhildir!

Şehadeti ikrar etmenin anlamı, O’ndan gelene uymaktır. Böylece istisnasız Allah’tan gelen bütün teklifler ona girer.

Burada insanlığın, “Lâ ilâhe illallah”m gereklerine muhalefet ettiği hususların hangilerinin küçük hangilerinin de büyük günahlardan ol­duğunu ve hangilerinin şirk alanına girdiğini belirtme durumunda de­ğiliz. Biz burada, “Lâ ilâhe illallah”ın gereklerini doğru şekliyle yap­maları halinde beşerin hayatında meydana gelebilecek değişiklikleri ve “Lâ ilâhe illallah”m mazmunundan çıkarılıp şirk veya günah şekliyle O’nu sadece dille söylenen hakikatta bir etkisi olmayan cümle haline getirilmesiyle meydana gelecek olumsuz izleri açıklıyoruz.

Yine de şunu açıklayacağız: İtikat tevhidinde meydana gelebilecek herhangi bir sapma şirktir. İbadet tevhidinde (ibadetin bütün çeşitlerini yalmz Allah için yapma) meydana gelecek herhangi bir sapma şirktir. Egemenlik tevhidinde meydana gelecek bir sapma şirktir. Üçü de inancın aslına dâhil olmakta aynıdırlar, herhangi birindeki şirk dinden çıkaran şirk-i ekberdir (büyük şirktir).

“Allah ha eş koşanlar: Allah dileseydi O’ndan başka hiçbir şeye ne biz ve ne de babalarımız tapardı. O’nun buyruğu olmaksızın hiçbir şeyi haram kılmazdık. ’’ (Nahi, 35)

Bu, ibadet ve egemenlik şirkini kapsıyor.

“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesihi rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilâhtan başkasına kul­luk etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilâh yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir. ’’ (Tevbe, 31)

Bu ayet de egemenlik ve inanç şirkini kapsıyor. Hepsi aynıdır.

Müslümanların ilk nesilleri “Lâ ilâhe illallah”ı olduğu gibi anlayıp, hayatlarında uyguladıkları için:

“İnsanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet” oldular. Yeryüzüne ege­men ümmet onlardı. İlim, medeniyet ümmeti, değerler ve ahlâk ümmeti onlardı. Çeşitli dallarda tarihin şahit olduğu mucizeler on­ların elinde meydana geldi. Ama ümmetin son nesillerinin benliğin­den Lâ ilâhe illallah kavramı -diğer kavramlarla beraber- kopup ha­yatında tatbiksiz kalınca, Resülullah’ın (s.a.) uyarısı onlarda gerçekleşti: “Milletlerin, oburun çanağına üşüştüğü gibi, üzerinize üşüşmesinden korkulur. O gün azınlık olacağımızdan mı ya Resûlullah’ dediler. Buyurdu ki: Siz o gün çok olacaksınız. Ama sel(in üzerin)deki çer çöp gibi.” (Ahmed ve Ebu Davud’un rivayeti).

Bu ümmet düşmanlarının elinde oyuncak gibi oldu; söz ve amelde hep helâke sürüklüyorlar onu ve dininden soğutuyorlar:

"Fitne öldürmekten beterdir. ” (Bakara, 217)

Bataklıkta onlara uydukça da onu daha fazla batırıyorlar!

Bugün ümmet kurtuluş yolunu arıyor...

Biz insanlara, kurtuluş yolu, “Lâ ilâhe illallahtan başlayarak İslâmî kavramların düzeltilmesiyle olur” derken bazıları da basit bir tavırla, kavramların düzeltilmesi çabasının, açlara ekmek bulma, okuyacaklara eğitim olanağı sağlama, fabrika yapma veya güçlü olmayı göz ardı et­tiğimizi zannediyor.

Bu, akim almayacağı bir şeydir!

Resûlullah (s.a.) Mekke’de insanların inancım düzeltip müminlere “Lâ ilâhe illallah”ın hakiki anlamım gösterirken onlara; “İtikadınızı dü­zeltene kadar yemeyin, alışveriş yapmayın, Lâ ilâhe illallah’m anlamım iyice öğrenene kadar kendinize bir rızık teknesi aramayın” demiyordu.

Oysa o (s.a.) onları eğitiyor, onlar da yiyip içiyorlar, alışveriş yapı­yorlar, yeryüzünde dolaşıyorlardı. Allah Tealâ’dan iniş tertibine göre, bütün çalışmaları istikamet üzere olup, sonuçta “insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet” olmaya kadar onları “Lâ ilâhe illallah” hakikatinin ge­reklerine göre eğitiyordu.

Biz bugün, “Lâ ilâhe illallah”tan başlamak üzere İslâmî kavramla­rın düzeltilmesi gerekir derken, Resûlullah’m (s.a.) yöntemini kastedi­yoruz. Düzeltmenin gerçekleşmesi için ekmek yollan kapansın, fabri­kaların yapımı ve ordularm silahlanduılması veya okulların açılması dursun demiyoruz.

Bugün “refonn” için çabalarken, insanlarda görev duygusunun yok­luğundan da şikâyet ediyoruz. Kimse, kendiliğinden üzerinde yapması gereken görev vardır, diye hareket etmiyor, ancak şahsî çıkarı varsa, helâl-haram gözetmeden çalışıyor. Küçük memur rüşvetsiz çalışmaz, büyüğü de haramı tatmadıkça iş yapmaz. Nasıl olacak bunun reformu?

Kıymetli zamanlarımızı ve nadir fırsatları boşa verip, yapılarımızda büyük zarara yolaçan çalışmalarımızdaki plansızlık ve başıboşluktan şikâyet ediyoruz, nasıl düzelebilir bu?

İnsanlardaki nifak, yalan, aldatma, sahtekârlık ve emanet kıtlığın­dan şikâyet ediyoruz, ıslah yolu nedir bunun?

İşler yapılırken tembellik, gevşeklik, ciddiyetsizlikten şikâyetçiyiz ama nasıl düzeltilecek?

Sorunlarımızın ele alınmasında İlmî ruhun yokluğundan dert yanı­yoruz, çünkü olayı arzulara yer vermeden inceleme ruhundan mahru­muz, plan ve düzeni istemiyoruz, nasıl düzelebilir bunlar?

“Cemaat ruhunun” yokluğundan ve dar, kinci, bencil ferdiyetçilik ruhunun baskısından şikâyetçiyiz, nasıl ıslah ederiz bunları?

“Liderlerimizin hiyanetinden", düşmanlarımıza çalıştıklarından, oto­rite ve yöneticilik şehvetinin devamı için vatanlarımızı, düşmanların çıkarlarına kullandırdıklarından şikâyetçiyiz ama halin çaresi ne?

Şikâyet... Şikâyet ve şikâyet... Yüz yıldan fazla oldu -aldatarak ve­ya aldanarak- kendimizi düzeltmeye çalıştığımızı, kurtuluş yolu aradığımızı zannediyoruz.

Acı sonuç, yolun sonu oldu!

Hiçbir inanç kaydı olmadan, okullar açmayı, fabrikalar kurup ordu­ları güçlendirmeyi, ekmeği bollaştırmayı düşünenler zannediyorlar ki “eylemciler”, “gerçekçiler” ve “bilimsel” olanlar onlardır, sağlıklı amaç­ların sahibi, kusurlardan arınmış, hayallerden uzak, insanları sorunların­dan kurtaracak çalışmada abideleşmiş kimseler görürler.

Biz kimseye, okullar açmayın, fabrikalar kurmayın, ekmeği bollaş­tırmayın, orduları güçlendirmeyin demiyoruz. Bütün gücümüzle şunu diyoruz: Eğer bunları sahih bir inanca dayanmadan yaparsanız sonuç, yüz yılı aşan zaman diliminde uluslarınızın çabasmdan alman gördü­ğünüz sonuçtur.

Okullar açacağız. İyi ama çocuklarımıza ne öğreteceğiz oralarda?

Modern basın araçları geliştireceğiz... Peki de halklarımıza ne vere­ceğiz onlarla, neye davet edeceğiz?

Fabrikalar kuracağız. Tamam da müdürleri, görevlileri ve işçileri nasıl çalışacaklar, ürünleri nereye gidecek?

Olaylı günlerde (1967) Gazze’nin yöneticisi olan General Abdül- mümin Hüsnî, yanlışlıkla arabasıyla Yahudi bölgesine girdiği için tu­tuklandığında, Yahudilerin sorgulamasını anlattı bana. Bir müddet aynı yerde tutuklu kalmıştık kendisiyle.[30]

İlk yönelttikleri soru şu olmuştu: “Hâlâ Mısır ordusunda îhvan-ı Müslimîn üyesi bulunuyor mu?” “Kesinlikle hayır, ama niye soruyorsu­nuz?” deyince de şu cevabı veriyorlar: “1956 yılında olan bir şeyi unuta­mıyoruz. İhvan-ı Müslimin’den iki subay Mitlan geçidinde Yahudi saldı­rısını engellemek için altı saat silahlan başında ölesiye çarpıştılar!

Yahudi silahtan çekinmiyor (her zaman kendisinde daha gelişmişi bulunuyor); topun gerisinde savaşan insanın inancından çekiniyorlar. “Lâ ilâhe illallah”tan çekiniyorlar. Çünkü o, sahip olduklan bütün silah­lardan daha ağırdır.

Tekrar “sorunlarımıza” dönüyoruz!

“Gerçekçiler”, “pratik vebilimsel; olanlar” diyorlarki: “Bırakın Al­lah aşkına inanç sözünü. Gelin realiteye bakalım. Gelin milyonlarca aç mideyle ilgilenin; İslâm âleminin sıkıntısını çektiği ekonomik sorunla­ra, geri kalmışlığına, açlığına nüfusunun çokluğu ve kaynaklarının az­lığına kalıcı çareler arayın bizimle beraber.”

Biz de diyoruz ki: “Evet arayalun! Tam yüz yıldır da arıyoruz. Ama ne elde edildi? Ne kadar ilerleyebildik?”

Biz (hayalciler, gaybçılar, düşçüler...) diyoruz ki: “İslâm toprağı, petrolüyle, madenleriyle, tarım ürünleriyle, su varlığıyla, geniş birleşik alanıyla, insan gücüyle (Allah Tealâ’nın bir lütfü olarak), dünyanın en zengin bölgesidir. Fakat bugün yeryüzünün en fakir insanları, en çok sorunu olan insanlarıdırlar.”

Niçin?

Müslümanlar gerçek müslüman oldukları, “Lâ ilâhe illallah”ın ge­reklerini hayatlarına uyguladıkları zaman (dünyanın İlâhî programa göre imarı, ilim tahsili ve düşmanlar için yığmak yapma bunlar arasın­dadır) fakir miydiler?

Yoksa müslümanlar, dünyanın en zenginleri ve en ileri olanları, dünyada en çok itibarı olanlar mıydı o zamanlar?

İnançta gerileyince, ilimde, ekonomide, orduda, siyasette ve fikirde ahlâkta da gerilediler. Haçlı Avrupa onlara egemen oldu. Topraklarına saldırıp, varlıklarını çaldı, ezdi ve köleleştirdi onları, kanlarmı emdi; onların sırtından Avrupa büyüdü. Onların da perişanlığı arttı ve nihayet bugüne gelindi.

Bugün başına gelenlerden kurtulmaya çalışıyorlar: Kimi zaman sos­yalizmi, kimi zaman da sanayileşmeyi, başka bir zaman süperlerden borç almayı deneyerek; ama her defasmda soranlar azalacağına büyü­yor. Paralarının değeri düşüyor, borçlar bütçeleri zorluyor, üretim düşü­yor, açlık artıyor. Ahlâk da bunlarla beraber bozuluyor, toplum çözülü­yor, bozgun yaygınlaşıyor?

İnsanlara, gelin liderlerinizi değiştirin, sizleri köleleştiren, çalıp, kanınızı emen baskıncıları kovan, eski güç ve kuvvetinize kavuşmanın yolu budur demeyeceğiz.

“Gerçekçilere”, “eylemcilere” ve “ilimcilere” (!) fabrika kurmayı dur­durun, iflas eden bütçelerinize kaynak aramayı bırakın demiyoruz. Fakat şunu söylüyoruz: İnsanları sahih inanca ve doğru olan şekliyle eğitime yönlendirmedikçe uğraşılarınız delik kabı suyla doldurmaya benzeyecek­tir. Siz ne kadar doldurursanız o boşalacaktır.

Sanayileşme -onların diliyle- bir uygarlık çabasıdır, somut makine­nin yaptığı bir iş değildir.

Bizse diyoruz ki: Dünyanın İlâhî programa göre iman, “Lâ ilâhe illallah”ın kapsamlı ve çok yönlü gereklerinden biridir. “Lâ ilâhe illallah” usulüne göre gerçekleşen bir sanayileşmede işçiler, bugün ol­duğu gibi, otorite sahiplerine yağcılık, nifak, yol arkadaşlarım ihbar yoluyla yaklaşarak “sosyalizmin” gölgesinde çalmayacaklardır. Büyük memurlar da fabrikanın üretimini, kolay yoldan haram kazanç elde et­mek için karaborsada satıp çalmayacaklardır. Sonunda ganimete ortak oldukları için büyük hırsızlara gözlerini kapatan yöneticiler de olma­yacaktır.

İşte ancak o zaman, fakirliğin giderilip, girdilerin artması ve ma­hallî paranm değerini yükseltmekle sanayileşme hakikî rolünü oynaya­caktır. İnsanların haksız kazancı, faizi kaldırmalarıyla da bereket ola­cak. Allah Tealâ, sıkıntıları kaldıracaktır onlardan... Göklerden ve yer­den bereket bulacaklardır.

Reformcular dediğimiz gibi, başıboşluktan ve gelişigüzel iş yap­maktan, sorunların ele alınmasındaki İlmî ve amelî ruhun olmayışmdan dert yamyorlar. Hepsi doğru ama sebebi nedir? Tam yüz yıl bu ayıpları düzeltmek için uğraşmamış mıydı onlar? Niçin başarısız oldular ki?

Allah Tealâ’mn kaderiyle İslâm’ın yayıldığı bölge, genellikle sıcak ve ılıman havanın olduğu bölgedir (Az bir bölümü hariç). Bu çevre doğasıyla, düzenden hoşlanmayan başıboş, planlamayı istemeyen, ge­lişigüzel, kısa nefesli, sinirli insanları barındırır.

İslâm ise onları “insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmet” yaptı.

Söylediklerimi tekrar etmek istemiyorum.

Bu ümmet, dininden düzen ve tertibi, dayanıklılığı, çalışma ruhunu, doğru bakış açışım; başıboş, gelişigüzel, dağınık bir çevredeyken öğren­mişti. Bu da kapsamlı ve çok yönlü “Lâ ilâhe illallah”ın gerekleriyle amelin eserlerinden biriydi. “Lâ ilâhe illallah” hakiki içeriğinden soyut­lanıp, sadece tasdik ve ikrardan ibaret kaldığı zaman İslâmın etkisi de azalmış ve eski çevre şartlan yeniden insanlara egemen olmuştur. İnsan­lar başıboşluğa, düzensizlik ve dağınıklığa, dayanıksızlığa dönmüşlerdir.

“Reformcular” da bundan şikâyet ediyorlar. Haklıdırlar. Fakat in­sanların benliğine egemen olan bu ezici hal nasıl düzeltilecektir. İnanı­yoruz ki bu şartlara galip olabilecek tek şey -Allah’tan ilk defa indiği şekliyle, gerçek manasıyla- inançtır.

İnsanlara kurtuluşun yolu, “Lâ ilâhe illallah” kavramından başla­mak üzere İslâmî kavramların düzeltilmesidir derken, ne dediğimizin farkındayız.

İnsanlardan çoğunu ümitsizliğe götüren önemli siyasî, ekonomik, sosyal, fikrî ve ahlâkî sorunlarımızın bulunduğunu iyi biliyoruz. Ama şunu da iyi biliyoruz ki, insanların İslâm’ın hakikatına dönmesi hesaba alınmadan, ıslah için yapılacak her çalışma, yolun başmda boşa çıka­caktır. Bunun ispatı için bir yüzyıllık tecrübe yetmez mi?

Doğusuyla batısıyla Avrupa, bizim mahrum olduğumuz bütün güç ve kuvvet sebeplerini elinde bulunduruyor. Bizde de aynı sonuçlara (güç ve kuvvete) ulaşabilmek için aynı yolu izlemeliyiz gerekçesiyle Batı usulü bir ıslaha yeltenenler, insanların hayatında cereyan eden İlâhî kanunları bilmiyorlar. Allah Tealâ’nın nurundan mahrumdurlar. O mahrumiyetle düşünüyorlar.

İnkârcı kâfir Avrupa’da olup bitenler en azından Yüce Allah’ın ka­nunlarından ikisinin gerçekleşmesidir:

“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine her şeyin kapı­larım açıverdik. ” (En’am, 44)

“Kimler dünya hayatım ve süsünü isterse onlara oradaki amelle­rinin karşılığın)ı tam veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğra­tılmazlar. “ (Hûd, 15)

Avrupa bir yandan küfrü tercih ederken aynı anda da dünya hayatı­na ve süslerine kapıldı, bu uğurda büyük uğraş verdi, bu iki kanuna göre de Allah onlara dünya egemenliği verdi.

Ama tercüme akıllı ıslatıcılar, yine O’nun kanunlarından olan iki konuyu bilmiyorlar:

Allah Tealâ, müslümanları, kâfirleri egemen kıldığı yolla ege­men kılmaz, ancak O’nun yolunda düzgün yürüdükleri zaman onları egemen kılar:

"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etti: Onlardan önce­kileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeıyüzünde hükümran kı­lacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağ­lamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güve­ne erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. " (Nur, 55)

Ama yoldan uzaklaşırlarsa, yeniden yola dönünceye kadar onları hükümran kılmaz.

Kâfirlerin bu egemenliği, sonsuza kadar sürmez. Sadece O’nun takdir ettiği sınırlı bir zaman süreci içindir, sonra kâfirleri helâk kanu­nu tamamlar onu:

“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine her şeyin kapı­larını açıverdik; kendilerine verilenle sevince daldıkları sırada da ansızın onları yakaladık, birden bire bütün umutlarını yitirdiler. ”

“Böylece zulmeden milletin ardı kesildi Âlemlerin Rabbi olan Al­lah ’a.hamdolsun." (En’am, 44-45)

Bugün Batının kendisi için, -meydana gelmesi uzak görünse de- uygarlıklarmm yıkıma yol tuttuğu belli olmuştur!

“Onlar öncekilerin kanunundan başkasını mı bekliyorlar? Allah ’ın kanununda bir değişme bulamazsın; Allah ’ın kanununda bir sapma bulamazsın. ” (Fâtır, 43)

Bir de kâfir Avrupa’nın -kâfir olduğu için- bilmediği büyük bir ger­çek vardır: Avrupa’nın sınırlı bir zaman için sürdüğü, Yaradan’ın yalnız müminlere lütfettiği bereketi olmayan varlık, sadece dünya hayatıdır. Ahirette onlar içifı ateşten başka bir şey yoktur:

“Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse onlara oradaki ameller (in karşılığın)ı tam veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratıl­mazlar. ”

“Ama onlar öyle kimselerdir ki ahirette onlar için yalnız ateş var­dır ve yaptıklarının hepsi orada boşa çıkmıştır. Amelleri hep batıl olmuştun ” (Hûd, 15-16)

“İnkâr edenler ise (dünya hayatından biraz) zevklenirler, hayvan­ların yediği gibi yerler, (sonunda) yerleri ateştir ” (Muhammed, 12)

Ama müslümanlar, onlar bunun için çalışmazlar! Allah onlara yer­yüzü egemenliği ve dünyada güven vaat etmiştir. (Dünya hayatını iste­yenlerin nihaî hedefidir bu). Bir de dünya hayatında gök ve yerin bere­ketlerini vaat etmiştir. (Kâfirler ne kadar çok varlıkları olsa da bundan mahrumdurlar.) Bir de kalp huzuru. Kâfirler ondan da mahrumdurlar, zira onun yolu zikrullahtır, onlarsa O’nu zikretmezler. Bunların hepsi­nin üstünde de, ebedî kalacakları, altmdan ırmaklar akan cennetler ve daha büyüğü, Yüce Allah’m onlardan razı olması vaadi vardır onlara:

“(O) ülkelerin halkı inanıp (Allah ’ın azabından) korumalardı, el­bette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık. ” (A’raf, 96)

"Onlar ki, inanmışlardır ve kalpleri, Allah ’ı zikirle yatışır; iyi bilin ki ancak Allah ’ı zikirle kalpler yatışır. ” (Ra’d, 28)

"Allah inanan erkeklere ve inanan kadınlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler veAdn cennetlerinden gü­zel meskenler vaat etmiştir. Allah ’ın (onlardan) razı olması ise hep­sinden büyüktür. îşte büyük kurtuluş budun " (Tevbe, 72)

Kim cehennem ateşini cennete yeğler de ondan sonra, da müslü- man olduğunu iddia edebilir?

Evet, kurtuluş yolu, “Lâ ilâhe illallah”tan başlayarak İslâmî kav­ramların düzeltilmesidir. İnsanlara, sihirli bir değneğin kendilerine doğru uzanıp, nefislerinde İslâmî kavramları düzeltmekle sadece so­runlarını çözeceğini ve gerçek dünyasında eylemlerine devam edecek­lerini söylemiyoruz.

Tersine onları, bütün dünyanın üzerlerine mızrağım dürtmesine karşı uyarıyoruz; Sorunlarına pratik çareler bulabilmeleri için, İlâhî sistemin kendisinden kaynaklanan bir çaba isteği ve zorunluluğu; eko­nomik, İlmî, medenî, teknolojik, düşünce, siyaset ve savaştaki geriliğin vb. ortadan kaldırılması için.

Burada şöyle bir söz çıkabilir: Biz o halde niçin çaba sarf edelim, gerektiğinden fazla kendimizi niye yoruyoruz? Doğu veya Batı Avru­pa’dan hazır çareler alalım; bütün dünyanm düşmanlığım üzerimize çekeceğimize. Bu sorunun cevabı, tam yüz yıllık tecrübedir. Tam yüz yıl, köklü sorunlar çözülmedi, daha da kördüğüm oldu, pasiflik, zillet ve zaafın dışmda. İnsanın zehirini artırması ve her defasında şifa bula­cağına inanması ahmaklıktır.

Evet, İslâm’m yolu zordur, evet yorucudur; tehlikelerle çevrilidir. Evet, evet ama özgür insanların yoludur o. Kölelerin yolu ise köle ruh­lu insanların olsun. Bizim çağırdığımız “Lâ ilâhe illallah” eski ve yeni Mürcie’nin çağırdığı değildir.

Eski ve yeni Mürcie’nin çağırdığı, “tasdik” ve “ikrar”dan ibarettir, insanların bugün yaşadığı acı gerçeklerden bir şey değiştirmez; nerede kaldı ki, kültürlü genci İslâm’dan alıkoyan, gerçek hayrm, aynı anda dünya ve ahiret hayrının yerine geldiği tek yoldan uzaklaştırması... Biz Batı kültürüne alışmış bir gence, “Bugünkü toplumlar Îslâmîdir, şu gördüğün çer çöp, işte onlar, “müslümanlar”dır” dersek, herhangi bir sorununu halletmesi için İslâm’a yönelmesini ondan nasıl bekleriz?

Bizim çağırdığımız “Lâ ilâhe illallah”, Yaradan’m kitabından indir­diği, Peygamber’in (s.a.) ashabına öğrettiği ve ilk nesil müslümanlarm anladığı şekliyle “Lâ ilâhe illallah”tır.

Gerekleri olan.bir kelime-i tevhittir o!

İtikat tevhidi. İbadet tevhidi. Egemenlik tevhidi. “Lâ ilâhe illallah”m gerekleri ile ahlâklarıma, ilim tahsilini, dünyanın İlâhî programa göre imarını, Allah Tealâ’nın düşmanlan için yığmak hazırlamayı, davetin yeryüzünde yayılması ve O’nun yolunda cihadı kapsayan ilâhı teklifler...

Onu bütün gereklerinden soyutlayan yeni Mürcie düşüncesiyle insan­lara buluşan Mürcie düşüncesi “Lâ ilâhe illallah”tan atılınca; onu dilleriy­le söyleyenlerin hayatında, gerekleri de uygulanıp, yalnız, ortaksız, Yara- dan’a kulluk etmeleri ve O’nun için mücadele vermeleri halinde...

İşte o gün... Bütün hayatları değişecektir; pasiflik, zillet, yokluk, fa­kirlik, cehalet, hastalık onlardan gidecektir. Allah Tealâ -vaat ettiği üz­re- onlan yeniden yeryüzünde hükümran kılacaktır. Sihirli bir değnekle de olmayacaktır bu. Ter, kan ve gözyaşlarıyla olacaktır. Ama bugün zil­let için döktükleri ter, bu zillete vergi olarak akıttıkları kan, yokluk için döktükleri gözyaşları değildir onlar.

Tüm uğraşlar Yüce Allah’ın yolunda olacaktır. Bunun karşılığında O, dünya hayatım bereketlendirecek, ahirette de cennetiyle ödüllendirecektir.

Muhammed Kutub

Tercüme: Nurettin Yıldız

------------------------

[1] Bkz. M. Kutub, Kur ’ân-ı Kerim Etütleri.

[2] Hatta inkârcı olduklarını, hiçbir şeye inanmadıklarını söyleyenler bile, arzu ve şehvetlerine ibadet etmektedirler: “Arzusunu ilâh edineni görmedin mi?n (Câsi- ye, 23)

[3] Allah Tealâ’mn insanın yeryüzünde hilâfet fonksiyonunu yerine getirmesi için gerektiğini bildiği özelliklerdir bunlar. Fakat yine de Yüce Allah’ın mubah kıldı­ğı öişJTerde olmalı. Bu, aynı zamanda İnsan hayatında bir sınav noktasıdır. “İba­det Kavı ■a/jh” konusunda da buraya değineceğiz.

[4] Çağdaş Fikir Akımlan kitabının “Demokrasi” bölümünde, kapitalizmin demok­rasiye nasıl egemen olduğunu, “halk” kendisini egemenliğin kaynağı sanarken seçkinlerin kendi çıkarlarını nasıl gerçekleştirdiklerinizi okuyabilirsiniz.

Araplar cahiliye dönemlerinde Allah’ın haram kıldığı dört ayı kabul ediyorlardı. Lâkin arzularına göre bu aylardan dilediklerinin haramlığını kaldırıyor, yerine başka aylardan koyuyorlardı. Sonuçta haram ayların sayısı yine dört ay oluyor­du. Ayet buna değiniyor.

[6] Tasdik: Gerçek ve doğru olduğunu kabul etme. İkrar: İnancını açıktan söylemek,

kabul ve tasdik etmek, Hakkı itiraf etmek. (Mütercim)

[7] Günümüzdeki “kamuoyu” denen olgunun karşılığıdır.

Mürcie: Kebîre (büyük günah) işleyen müslüman, kâfir olur diyen Haricîlerin tam aksine, “Küfür halinde ibadet fayda vermediği gibi, iman halinde de günah zarar vermez” iddiasında olan bir fırkadır. (Mütercim)

[9] Kur ’ân-t Kerim Araştırmaları adli kitapta bu anlama değindik (bkz. Al-i imrân sûresi).

[10] “Bugün, size dininizi bütümledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım(Maide, 3)

[11] Fi Zilâli ’l-Kur 'ân'd a bu konuyu geniş bir şekilde okuyabilirsiniz. (En’am sûresi, 114-121. ayetlerinin tefsiri)

[12] Teklif: Allah İealâ’nın İnsanları, emir ve yasaklan üzerine hareket etmeye gö­revlendirmesi, Allah’ın emirleri. (Mütercim)

[13] Medine’de devlet, hicretten sonra kurulmuştur. Bu da müslümanların Allah

Tealâ’mn emriyle yaptığı bir ameldir. Tasdik ve ikrar sınırından ilerde bir ameldir.

[14] Müteşabihât: Anlamı açık olmayan ayet ve hadis. Muhkem’in karşıtı (Mütercim)

[15] Bu görüşten sadece Haricîler ayrılmıştır; onlar da İslâm’ın, dışında bir gruptur­

lar. (Mütercimin notu; Haricîlerin hâlâ yaşayan bazı kollan vardır ve ehl-i kıble­

dirler. Müellifin bu notu kapalıdır.)

[18] Kendisiyle küfür hâsıl olan kalbin amellerinden biridir.

[19] İmam Şatibî diyor ki: {Muvafakat, 3/165-166, Kahire) Genel bir kural sabit oldu mu, kişisel olaylar ve olayların hikâyeleri ona etki etmez. Bunun delili de şunlardır:

Kural kesinlik kazanmıştır. Çünkü biz, külli ve kesin asıllarda konuşuruz. Şahsî olaylar zanna açıktır. Zanlı, katî olana karşılık olamaz, ona muaraza edemez.

Kaide katî delillere dayandığı için başka bir olasılık taşımaz. Kişisel olay­larsa, ihtimallidir, zahirinin aksine veya zahirine göre, fakat asıldan istisna edilmiş olabilir. Bu durumda olan da küllî bir kaideyi iptal edemez.

Şahsî olaylar cüz’idir, düzenli kaideler de küllidir. Cüz’iyât külliyatı bozamaz.

[20] İmam îbni Teymiye diyor ki: (el-Fatevâ, KitabuT-İmân, yedinci cilt, 209-215. sayfalar arasından özetlenmiştir. Beyrut, 1398 h.)

Deriz ki: Cariye için söylediği: “Onu azat et, o müminedir” sözüyle onların delil göstermeleri meşhurdur. îbni Küllab da onunla delil gösterip şöyle diyordu: “îman, tasdik ve kavlin toplamıdır.” Onun sözü Cehm ve bağlılarının sözüne ya­kındır. Bunda bir delil yoktur. Zira dünyadaki hükümlerin uygulandığı zahirî iman sahibi ahirette ehl-i saadetten olan imanı lüzum ettirmez. Mümin olmadıkları Al­lah’a ve ahiret gününe iman ettik diyen münafıklar zahiren mümindirler; insanlarla namaz kılıyor, oruç tutuyor, haccediyor ve savaşıyorlardı. Resûlullah’m (s.a.) dö­neminde olan münafıklar gibi. Müslümanlar onlarla evleniyor, miras ortağı yapı­yorlardı. Allah Tealâ, keffaret için mümin bir kölenin azadım emredince, insanlara kalbinde imanı olduğunu bildiklerinden başkasını azat etmek düşmezdi. Bu sanki onlara; “Kalbinde iman öldüğünü bildiğinizden başkasını öldürün” demek gibiydi. Onlara insanlann kalplerini kontrol veya karınlarını yarmalan emredilmedi. İmanlı olduğunu açığa varan birini gördüler mİ, azadı onlar İçin caiz olmuştur.

Cariyenin sahibi Resûlullah’a (s.a.) onun mümine olup olmadığını sorduğunda, müslümanla kâfirin ayırt edildiği zahirî imanı sormuştu. Aynı şekilde adağı olan biri de, kalbinde imam olduğunu bildiğinden başkasını azat etmesi gerekmez ona. O bunu mutlak olarak bilemez. Hatta bunu hiç kimse bilemez. Amaç, Pey­gamber (s.a.) o cariye hakkında zahirî hükümlerin uygulandığı zahirî îmandan haber vermiştir.

[21] Tahsis: Sözün içerdiği anlamı daraltma, bir kısmını çıkarma (Mütercim)

[22] Bkz. “ Vakıunâ el-Muasır”, “Âsâru 'l-İnhiraf bölümü.

[23] “ Vakıunâ el-Muasır”âa Şeyh Reşid Rıza’nın bu anlamdaki bir fetvasına ve bizim

ona cevabımıza bakınız.

[24] Ayette geçen “Rîhukum” kelimesini, “devletiniz”, “kuvvet” vb. şeklinde tefsir edenler olmuştur. Yazarın işlediği konuya ve üsluba daha yakın olduğu için, “devlet” şeklindeki manayı tercih ettik (Mütercim).

[25] Resûlullah (s.a.) buyurdu ki: “İslâm garip başladı ve başladığı gibi garip ola­caktır. Gariplere müjdeler olsun.” (Müslim)

[26] İslâm toprağı ile bir müddet de olsa îslâmın idaresinde olan memleketleri kastediyoruz.

[27] “Allah ’a ve peygambere inandık, itaat ettik derler; sonra da birtakımı yüz çevi­rirler. İşte bunlar inanmış değillerdir.” (Nur, 47)

[28] İhya-ı Ulûmu 'd-Dîn, c. 7, sh. 9, Dar el-Fikr el Arabî baskısı.

[29] Bir, iki, üç şeklindeki sıralama Önem sırasına göre değildir. Söz gereği böyle sı­ralanmıştır. Yoksa imanın aslına bağlı olması ve birinin inkârıyla İslâm’dan çık­mak bakımından aynı öneme haizdirler.

[30] Yahudiler olay günü onu tutuklamış, daha sonra salıvermişlerdi. Ardından kendi­sinin bilmediği nedenlerle Abdünnasır tutuklattı onu. Cemal Abdünnasır ölünceye

kadar birkaç ay “Karatır” tutuklu evinde kaldı ve serbest bırakıldı.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.