İslâm’ın öncesinde de sonrasında ya da çıktığı günlerdeki modern olan cahiliyetler, uygarlıkta ruhî yöne ağırlık verip, dünya hayatını aksatmış, hisse daha yakın işlerdir, cesede yakındır, ceset de lânetlidir, ha kirdir ve pisliktir gerekçesiyle dünyanın imarını aksatmışlarsa...
Veya ayni cahiliyetler uygarlığın maddî yönüne ağırlık verip, âhire- ti ve ruh âlemini, gerçekle ilgisi olmayan kişisel işlerdir, hatta çok defa uygarlığın ilerlemesi için engeldir gerekçesiyle aksatmış ve his-madde âlemine yönelip, bütün maharetlerini onda gösterip, enerjilerini değerlerden, ilkelerden uzak kalarak onda harcamışlarsa...
Lütfü bol olan ve her şeyi bilen; insanın yaratıcısı, onun durumunu ve gereksinimlerini, ona yarayan ve yaramayanı en iyi bilen Allah Tealâ’dan inen İslâm, insanın hiçbir yönünü aksatmayan, bir bölümünün gereksinimine öbürünün hesabma cevap vermeyen ve O’nun yarattığı normal fıtrata cevap veren kapsamlı ve tam bir programdır:
“Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman, ona secdeye kapanın.’” (Sâd, 71-72)
İnsanın, bir avuç çamurunu, ruhî nefesten veya ruhî nefesi, bir avuç çamurdan ayırmayan dengenin cesedi de ruhu da aksatmayan bir yapısı vardır.
İlâhî program bu yapının gerek duyduğu gerçekçi programı verir.
Kapsamlılık, uyum ve denge İlâhî programın en belirgin özellikleridir. İnsanın ve beşer hayatının bütün yönlerini kapsama, aralarında sağlam bir uyum ve çeşitli yönlerinde denge...
Bu İslâm’ın büyüklüğüdür. İnsanların hayatlarına doğru bir akideden yani “Lâ ilâhe illallah”tan kopuk olarak hükmeden cahiliyetlere üstünlüğüdür: Allah Tealâ’nın şu ayeti bunu kapsıyor:
"Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlardı? Yakinen bilen bir millet için Allah ’tan daha iyi hüküm veren kim vardır? ” (Maide, 50)
Yüce Allah’ın iradesi ve hükmü hadlerin infazı ile sınırlı değildir. Allah Tealâ’nm hükmü, insanın hayatındaki her küçük ve büyüğü içine alır; zahirî bir iş veya vicdanda gizli bir niyet vs. hepsi dâhildir.
Uygarlık ve dünyanın imarı da, “Lâ ilâhe illallah” ve Allah Tealâ’dan inen programla sıkı bir bağı vardır.
İslâm’ın uygarlık anlayışı ibadet anlayışıdır. Allah Tealâ’nm; “Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım ” (Zariyat, 56) diye belirlediği insanın varlık amacının gerçekleşmesidir. Amaç budur. Ölçü de budur. İnsanlığın gerçeğinde, insanın varlık amacının gerçekleşmesinden gelişecektir uygarlık. İniş ve çıkışın, istikamet ve sapmanın ölçüleceği ölçek te odur.
İnsanın varlık amacına bakış değiştikçe uygarlığa ve tarihe bakış da değişecektir.
İnsanın varlık amacı Nerefan’m dediği gibi büyük varlıkta fena bulmak ya da cesedin boyunduruğundan kurtulup yaratıcıyla birleşmek için ruhun yükselmesi olursa, uygarlık ve dünyanın iman ruh âleminin oluşması olacaktır!
İnsamn varlık amacı, haram-helâl, hayır-şer, fazilet-rezilet gibi değerler dikkate alınmadan dünya imkânlarından yararlanmak olursa, uygarlık da dünyaya sadece maddî iman olacaktır. Ama aym anda da daha fazla kazanç elde etmek için başkalarına üstünlük, başkalannı güç ve kahırla bastırma (maddî, askerî, siyasî, ekonomik veya İlmî ya da hepsiyle birden) çabalan çıkacaktır ortaya.
Fakat, amaç geniş ve kapsamlı anlamıyla Yaradan’a ibadet olursa, uygarlık anlayışı da bunlardan daha değişik olur. Tarih de böyle... Çünkü onu yorumlayan ölçü insanın varlık amacım ne oranda gerçekleştirdiği, ne kadar başanlı ve ne kadar da başansız olduğudur.
îbadet bölümünde açıklamıştık: Allah Tealâ rahmetinden dolayı, insanın bedensel, aklî ve ruhî bütün alanlardaki doğal eylemlerini -insan onunla Allah Tealâ’yı arzuluyor ve O’nun programmdan onu kaynak- landırıyorsa- ibadet saymıştır. Hatta o eylemleri insandan istenen ve yapmasıyla varlık amacı yerine gelecek ibadet saymıştır.
îşte bu faaliyet uygarlığı doğuracaktır. Uygarlık da insanlığın çeşitli alanlardaki faaliyetlerinin ürününden başka bir şey değildir zaten...
Konuyu inceleyince beden, akıl ve ruhun her faaliyetinden bir uygarlığın oluşmadığını görüyoruz. Çok açık bir gerçektir bu. Ancak insanın varlık amacına hizmet eden faaliyetler olabilir onlar.
Yeryüzünde yürümek ya da kazı yapmak, kendi başına uygarlık değildir. Ancak belli bir hedefle yapılan gezi, örneğin; dünyanın bilinmeyen yörelerinin keşfi, yerleşim için kullanılıp imar edilmesi amacıyla yapılan bir gezi ve toprağm altındaki madenlerin çıkarılıp imarda kullanılması amacıyla yapılan bir kazı, uygarlığı oluşturan ya da bu uğurda olan faaliyetler olabilir.
Akıl ve ruhun faaliyetleri de böyledir: Bir uygarlık oluşturmaları için, hedefleri olması ve hedeflerinin insanın varlık amacma yönelik olması, bugüne ters ohnaması şarttır.
Buradan, güvenle ilgili şunu söyleyebiliriz: Cahiliyetlerin meydana getirdiği maddî ve aklî (bazan da ruhî) ürünler, kimi zaman büyük görünse ve ilk bakışta gözleri büyülese bile, gerçek bir uygarlık değildir. Çünkü insanlığın faaliyet ve ürünlerini uygarlık yapan -insanın varlık amacma yönelik olması, ona ters düşmemesi- esas şarttan yoksundurlar.
İnsanın, hissî ve maddî yönden üne önem vermeyerek ondan kopuk bir halde sadece ruhî yönünün gerçekleştirilmesi, ilâh! programın ortaya koyduğu insanın varlık amacım gerçekleştirmez. Aynı şekilde insanm, ruhî yönüne önem vermeyerek, ondan kopuk bir halde insan ve İnsanî hayatta hissî-maddî yönün tahakkuk gerçekleştirilmesi de insanm varlık amacım gerçekleştirmez. O’nu yıkıma ve helâke sürükler. Böylece her iki akım da uygarlığın doğru olan anlamıyla bir uygarlık oluşturamaz. Ya da -deyim yakışık alırsa- cahilî bir uygarlık oluştururlar.
Sağlıklı bir temele dayanmadan iki tarafın birleşmesi de, -Fira- vun’un cahiliyetinde olduğu gibi; madde ve ruhu birleştirmiş ama Fi- ravun’un ilâhlığı ve Yaradan’a rağmen ona kulluğa dayanan bir ilkeyle- doğru anlamıyla bir uygarlık oluşturmaz. Dediğimiz gibi bu bir ca- hiliye uygarlığı oluşturur ancak.
Sağlıklı bir uygarlık ise, insanın dünyadaki varlık amacının normal bir şekilde yerine getirildiği bir uygarlıktır.
Allah Tealâ bu gerçeği belirlemiştir de.
“Cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım. ” (Zariyât, 56)
“De ki: Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rab- bi olan Allah içindir. O ’nun hiçbir ortağı yoktur. ” (En’am, 162-163)
Namaz ve ibadetler İslâm’ın, gerçek işareti ve asıl gerekleri ile uygarlık anlayışının bir bölümüdür. Dünyada O’nun dininin geçerli kılınması, “Lâ ilâhe illallah”m direkt gereğidir, İslâm’m uygarlık anlayışının da bir bölümüdür.
İlâhî adaletin dünyada (Allah Tealâ’nın olmasını dilediği ve bu ümmeti uygulanması için çıkardığı) uygulanması da İslâm’m uygarlık anlayışından bir bölümdür. Allah Tealâ, ümmeti yönlendirip, büyük emaneti yüklemeye hazırlarken şöyle buyuruyor:
“Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin, ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğritirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır." (Nisa, 135)
“Ey inananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun; bu, Allah ’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. ” (Maide, 8)
Hayatın, bütün eylemleriyle, Yaradan’dan korku ve O’nun haşyeti etrafında dönen bir ahlâka dayandırılmasıyla, siyaset ulul-emrin (yöneticinin) mutlak hakikatlerle hükmetmesi, ümmetin de, Allah Tealâ’nm dinine uygun olarak emrettiklerinde ulü’l-emre itaati, O ve Resülü için nasihat, iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma, iyilik ve takvada yardımlaşma, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmama, işlerin şûraya göre düzenlenmesi şeklinde çıkar ortaya... Ekonominin da bir ahlâkı olur ve Allah Tealâ’mn haram ettiği faiz, karaborsa, aldatma, vurup-kırmalar, çalma, gasp, işçinin hakkım yeme, insanların mallarını haksız yere yemeden uzak, malın zekât ve sadaka suretiyle aklanması, lüks, israf, günah ve gösterişe harcanmamasına dayanır... Toplum ilişkilerinde sevgi, saygı, üstlenme, iyilik ve takvada yardımlaşma; kan, ırz ve malın haramlığı, kinlerin örtülüp, insanların bağışlanması, alay- eğlence, gıybet, nemime, tecessüs ve sırlan araştırmadan uzak bir yapıda ortaya çıkan ahlâkla yürür. Aile ilişkileri de ahlâkla yürür. Cinslerin ilişkileri de ahlâklıdır... Hayatın tamamıyla bu ahlâkî kural üzerinde yürütülmesi İslâm’ın uygarlık anlayışından bir parçadır.
Kişisel veya uluslararası antlaşmalar ve sözleşmelerde ahde vefa İslâm’m uygarlık anlayışına dahildir.
Yüce Allah’ın dini veya Yaradan’m evrendeki kanunları ve maddenin özelliklerini öğrenmek -ki bunun anlamı, O’nun insanın hizmetine verdiği gökler ve yerdeki güçlerin ortaya çıkarılıp dünyanın imarında kullanılmasıdır- bütün çeşitleriyle ilim tahsili, çeşitli yönleriyle ve çeşitleriyle ilmin elde edilmesi de İslâm’ın uygarlık anlayışına dahildir.
Evren ve insan hayatındaki güzelliklere dikkat çeken ve onları iyi bir üslûpla ortaya koyan güzel sanatların varlığı... Yalnız fuhşu süslemeyecek bu sanatlar; çünkü fuhuş güzellik değil düşüklüktür gerçekte. Zaaf ânını da süslemeyecek; çünkü o da bir güzellik değil, insanın varlık amacım idrakten gafil olduğu, ya da o varlığın tahkikinde yetersiz olduğu bir andır. Sapıklık ve anormallikleri de süslemeyecek; çünkü onlar da güzellik değil, güzellikten sapma ve uzaklaşmadır. Şeytana kulluğu, arzu ve şehvetlere tapınmayı da süslememeli, onlar güzellik değil, Allah Tealâ’nm üstün tutup, kıymetlendirdiği ve onun yapışma ters olan, onu hakirliğe düşüren her şeye kulluktan kurtulmasını istediği insanın düşüklük ânıdır. îşte böyle bir sanat anlayışı da, İslâm’ın uygarlık anlayışından bir bölümdür.
Evet, bunlar ve bu yönde olanların tamamı, İslâm’daki uygarlık kavramının manevî yönüdür. İslâm’ın kavramında bulunan insan uygarlığının bir de maddî yönü vardır ki, o da önemli bir bölümü oluşturur.
İnsan, Allah Tealâ’ya ibadet için yaratılmışsa da, dünyanın imarı, insanın dünyadaki misyonunu gerçekleştiren geniş ve kapsamlı ibadet kavramının bir yönüdür:
“Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim/ demişti. ” (Bakara, 30)
“Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen O’dur. ” (Hüd, 61)
“Lâ ilâhe illallah”ın yerine gelmesi, yani şirkin kaldırılıp tevhidin getirilmesi, İlâhî adalet ve imanî ahlâkın getirilmesi “imar”ın bir bölümüdür. Çünkü dünya da gerçek iman ancak, onu sapıklık, bozgun ve serden koruyacak olan bir şemsiyenin gölgesine girdiği zaman mümkündür.
îmanın bu yönü zihin ve bilek çabasını gerektirir ortaya çıkması için. Maddenin özelliklerinin, Allah Tealâ’nın bu evrenin akışım sürdürdüğü kanunların (modem cahiliye, Allah Tealâ’yı inkâr edip, O’nun yerine tabiata tapındıktan sonra, “tabiat kanunları diye isimlendirdi bunları) bilinmesi ve bu bilginin fizik, kimya, tıp, mühendislik ve diğer alanlarda uygulamasıdır.
. Çağdaş cahiliye, uygarlığın bu yüzünü itibara almış veya uygarlığın en önemli yönü kabul etmiştir. İnsan ürünleri de ön planda tutulmuştur. İslâm ise, bu ürünlerin uygarlık kapsamına alınması için bir şart koşmaktadır: Hepsinin İlâhî prensiplere uygun ve onun gereklerine ters düşmüyor olması.
Evrendeki eneğinin ortaya çıkarılması, onunla aya, Merih’e varmış olsa bile, insanın dünyada yapacağı en önemli iş değildir. Asıl daha önemli olan, onun ardındaki gizlenmiş amaç ve meydana geldiği üslûpla ona egemen olan yöntemdir.
Biz “daha önemli” dediğimizde bazı insanlar, “alternatif’ dediğimizi zannediyorlar. Yani biz, manevî değerleri maddî değerlere bedel olarak getiriyoruz! Akıllı biri bunu söylemez. Manevî değerler tek başına, ekmek olmadan boş mideleri doyurmaz. Arabaları, trenleri, uçakları kayıt olmadan hareket ettirmez. Fabrika ve aletler olmadan top, tank ve füze de yapamaz.
İnsanın hatırlatmaya gerek duymadığı doğal bir şeydir bu. Ama bunun karşısında en az onun kadar doğal olan, önem bakımından ondan aşağı kalmayan bir gerçek daha vardır. Tek başma ekmek, yakıt, fabrikalar, aletler, arabalar, trenler, füzeler, tanklar ve toplar uygarlık oluşturmazlar, uygar bir insan da meydana getiremezler, dünyanm gerçek bir imarını da... Çünkü “değerler” olmadan maddî gelişmeler tek başına yıkıma götürürler.
İşte çağdaş cahiliyenin kabul etmediği ya da kabul etmek istemediği bir şeydir bu. Bütün tarihî gerçeklere rağmen. Hatta onu her taraftan kuşatan korkulara ve safları arasında yayılan yok oluşa rağmen.
İnsan, ürettiği bütün maddî ürünlerle, insanı insan yapıp, hayvan seviyesinden yükselten değerlerden uzak kalması durumunda alçaklar alçağı seviyesine düşebilir.
Çağdaş cahiliye bunun adresi ve örneğidir.
Elinde insanlığın görebildiği en büyük İlmî imkanlar ve tarihte görülmüş en büyük maddî ürünler var... Hiçbir insan neslinin kavuşamadığı buluşlar, maddi kolaylıklar da onun elindedir. Bir anahtara basma, harika eşyalar yapabiliyor, büyük aletleri çalıştırıyor... Sesli veya görüntülü yayınla dünyadaki haberleri veriyor... Ya da seni fezaya, ay ve Merih’e naklediyor...
Evet. Ama, “insan” nerede?
Modem çağın insanları arasında, sapıtmış olanlar vardır. Ya da düşük cinsel ilişkilerde boğulmuş, suçsuz insanlara saldıranlar... Akıl hastanelerinden birinde veya psikoloji doktorlarından birinin muayenehanesinin kapısında sıra bekleyenler, ya da sinirlerini bozan, mutluluğunu dağıtan bunalım, şaşkınlık ve yokluk bilinci içinde intihar etmek üzere olanlar.
Olay bütün bu durumların bulunmasıyla bitmiyor. Yaşadığı değerleri ne olursa olsun bu durumlardan birinin bulunmadığı bir toplum da yoktur yeryüzünde. Vahim olan, bu durumların ürkütücü derecede çoğalması ve sosyal görünüm halini almasıdır. Ve yirminci yüzyıl cahili- yetinin açık niteliği halini almasıdır.
O halde, İslâm’ın uygarlık anlayışı, bir tutam toprakla, Allah Te- alâ’nın ruhundan bir nefesten yaratılan insanın uygarlığıdır. Oluşumu itibariyle bütün değerleri, ahlâk ve ilkeleri reddeden Darwin’in hayvanı olmadığı gibi, arzusuna uyup, yeryüzünde Yaradan’a kullukta büyüklenerek zalimleşen ilâh da değildir.
Bu esas üzerine İslâm uygarlığı tarihte “tek” olarak kurulmuştur.
Hem de en sıradan maddî olanaklarla: Birkaç çadır, toprak evler, hurma bahçeleri, atlar, develer, koyunlar, oklar ve kılıçlarla.
O bu haliyle tarihin mucizelerinden biriydi!
O imkanların maddî imar araçlarının eşsiz bir uygarlık şöyle dursun, sıradan bir uygarlık bile geliştireceğini tasavvur edemezdi insan. Ama tarihte örneği olmayan değerler bolluğu, fezaya salınmış sloganlar şeklinde değil de gerçekte uygulanan değerler, imardaki maddî eksikliği telâfi edip örtmüş ve “insanlar için hayırlı ümmeti” çıkarmıştır.
Bununla beraber bu tablo o uygarlığın son tablosu değil doğum ânıydı sadece. Ancak biz, beşeriyetin yaşadığı bu eşsiz tablo önünde bir süre duralım. Şu sorunun gündeme gelmesi için gerekli bir duraklamadır bu.
Bir eksiklik bulunması durumunda, uygarlığın hangi yönü, diğer yöndeki eksikliği doldurabilir; manevî (değerler) yönü mü yoksa maddî yönü mü?
Çağdaş cahiliyeye mukabil, İslâm bu soruya kesin cevap veriyor. Yüksek değerlerin bolluğu maddî geri kalmışlığın yerini doldurmayı ve insanlığın gördüğü hayırlı nesli, O ve Resûlü’nün (s.a.) şehadetıyle ortaya çıkarmışken, maddî, İlmî ve teknolojik ürünlerdeki büyük ilerleme ruhî, manevî ve ahlâkî boşluğu doldurmamış ve tarihin en şerli cahiliyetini çıkarmıştır ortaya.
Fakat, “doğum” tablosu, nihaî tablo değildi; olması da gerekmezdi. Fakat bu doğumda, daha sonra ortaya çıkan, gelişme ve güçlenmenin bütün unsurları saklıydı.
Bu eşsiz doğum bu ümmeti bütün kaynaklarından ilim tahsiline, Yunanca ve Latince’yi ve o yüzyıldaki bilim dillerini öğrenmeye itti. Ardından da kendi İlmî hareketini başlattı. İlmî araştırmalarda deneysel yöntemin en güzelini keşfetmişlerdi... Avrupa’nın modem İlmî hareketi de müslümanların medreselerinde öğrendikleri üzerine kurulmuştur.
îslâm şehirlerinde görülen sanayi, ticaret ve sürekli hareketle maddî kalkınma ve yeryüzünün düzenine de müslümanları iten odur. Yönetimsel sistemler, kaza, devlet mâliyesi, öğretim sistemi, vakıf kurumu, savaş düzeni, haksızlıkların ve diğer fıkıh konularının görüldüğü yüce makamlar vb...
Dünyanın meçhul yörelerini keşfe, haritalar çizip alanlar tahdidinde... Tarihteki en büyük keşif hareketlerine ki, daha sonra, Vasco de Gama, Colomb ve Magellan gibilerin keşifleri de bulunan Avrupa’daki keşif hareketi de onun üzerine kurulmuştur... Bütün bunlara müslü- manları iten de odur.
Modem nesillerin, bu asalet, bu derinlik, bu bolluk nasıl elde edildi diye hayret ettiği büyük fikir mirasım da geliştiren odur.
Edebiyat, imar ve diğer sanat dallarını geliştiren de odur.
Ama bu uygarlığın en çok özelleştiği şey, dünyamn imarında gerçekleştirdiği her şeyi doğru inanışın gölgesinde gerçekleştirmiş olmasıdır, hatta onunla paralel hareket etmiştir. Dünyada yaptığı imarda, Allah Tealâ’ya ve ahiret gününe iman ediyor, O’na ve ahiret gününe imanın gereklerini yapıyordu.
Bu uygarlık, daha sonra lükse düşünce, ümmetin tarihinde çözülmenin ve yıkılmanın da başlangıcı oldu bu. O da burası yeri olmayan- insanlığm sorunlarındandır. Ancak biz, uygarlık ve dünyanın imarı kavramından söz açılmışken kısaca buna değinelim.
Uluslarm gelişmesinde, toplanmış azimler, bilenmiş amaçlar ve geniş çabalar vardır; çünkü bir yığın meydan okumalarla karşılaşacaklardır. Bu da amaçlan biler, azimleri toplar ve çabalan artırır. Var olma gerçekleşip, güven ve egemenlik sağlanarak, karşıt taraflar susturulun- caya kadar birkaç nesil devam eder bu. Daha sonra, bilfiil ortaya konan ürünle bir nevi rahatlık ve onunla beraber de erteleme, amaçların parçalanması, lükse ve israfa kayma başlar. Özellikle, çoğu zaman maddî başarılarla gelen mal bolluğuyla.
Lüks başlayınca yıkım da başlar.
Tehlikeler gelir, millet nimetler içinde, önündeki dünya varlığı ile meşguldür Kendisine yaklaşan tehlikeyi takdir edemez, gücüne aldanır. Ya da rahat ve banş, dünyaya bağlılık fısıltıları ile uykudadır, uyarıcı seslere kulak vermez.
Ve İlâhî kanun işler:
"Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklarına yola
gelmelerini emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok
olmayı hak eder Biz de onu yerle bir ederiz. ” (İsrâ, 16)
İlâhî kanunlar, kendilerine hoşgörünün haklılığım ne kadar tamsalar da, hiçbir halka hoşgörülü davranmaz:
" Yahudiler ve Hıristiyan lar, ‘Biz Allah ’ın oğullan ve sevgilileriyiz ’
dediler. De ki: ‘Öyleyse günahlarınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Bilakis siz O ’nun yarattığı insanlarsınız. ” (Maıde, 18)
İlâhî kanun, lükse kayıp dünyaya bağlandığı zaman İslâm ümmetine de uygulandı. Zira Allah Tealâ’nm kanunları değişmez:
“Sen Allah *ın yasasında bir değişiklik bulamazsın. Sen Allah ’ın yasasında bir başkalaşma da bulamazsın. ” (Fâtır, 43)
Lüks bir yandan yıkıcı iken, ona tepki olarak da başka bir tehlikeyi getiriyordu. İnziva ve dünyanın maddî imarından çekilme, dünya lânetlidir, insanları ahiretten alıkoyuyor gerekçesiyle maddî kuvvetin sebeplerini terk etme...
Böylece uygarlık aynı anda iki taraftan da çöküyordu: Aşın lüks ve israf ruhî ve manevî yönü (değerler, ahlâk ve ilkeler), dünyanın imarından el çeken mistik hareketler de maddî ve his yönünü...
İslâm ümmeti için aşırılık uygun olmadığı gibi, düzeltilmesinde, inziva ve dünyanın imarım terk de doğru bir yol değildir. İkisi de, İslâm ümmetinin düşmanlanm, Allah Tealâ’nın dinini imha için, doğudan ve batıdan hücuma geçirten zaafın sebeplerindendir.
Her alanda yayılan çöküntü dalgalan başladı.
Fikir ve ilim alanında, edebiyat ve sanat alanmda, siyaset, ekonomi ve savaş alanında, sanayi ve ziraî ürünler üretimi alanmda, ahlâkî tavır alanmda... Ve her şeyden önce, sahih inanç alanmda, ibadet kavramı ve “Lâ ilâhe illallah” kavrammda...
Bu hal, birkaç yüzyıl sürdü. Islâm dünyası her gün biraz daha çökerken, düşmanları güçleniyorlardı. Savunmadan hücuma geçiyor, İslâm dünyasından her gün bir bölümünü paylaşıyorlardı. Müslümanları hakirliğe düşürüyor, köleleştirip, İslâm’ı kaldırmaya çalışıyorlardı oradan.
İslâm dünyası her şeyin içten çökmeye başlaması ve düşmanların avucuna düşmesiyle bunalımla yüzyüze geldi. Yıkım, yüzyıllar süren sapmaların doğal bir sonucuydu.
Kelime-i tevhit kavramına isabet eden boşluk, ibadet kavramına isabet eden boşluk, Allah Tealâ’nm düşmanları için hazırlanmasını emrettiği güç kuvvet araçlarının bir kenara atılmasını isteyen tevekkül düşüncesi...
Ama asıl şiddetli darbe iç çöküntüyle geldi. Dinin hakikatma dönüp, o gerçeği uygulama alanına koyanların dışında “modem müslü- manlar” henüz uyanamadılar bu darbeden: Benliklerinde fikir emperyalizminin kabulünü tartışmadan, düşünüp taşınmadan kabulünü hazırlayan ruhî bozgun!
Fikir emperyalizminin, kalplere ve kafalara soktuğu sapık fikirler arasmda uygarlık ve dünyanın iman kavramı da vardır. O etkiyle, geri kalışlannm, Mnüslüman olmalarına dayandığına inandılar.
Bu kuruntu, hakikattan ne de uzak! Geri kalışları İslâm’dan değildi. İslâm’ın gerçeğinden uzak kalmalan onlan bu ayıplı geri kalışa götürdü.
Ne var ki bu kuruntu onlan, kurtuluşu, koptukları İslâm’da değil de çağdaş cahiliyede aradılar... Çağdaş cahiliye onlara dedi ki: Uygarlık, maddî, İlmî ve teknolojik ilerleme, insandan yükünü ve çabasını alıp alete vermektir. Çektiği acıyı da haplarla unutturmak!
Çağdaş cahiliye onlara -sözüyle inkâr etse de (hal diliyle) dedi ki: Değerler, ahlâk, ilkeler boştur, hesaptan düşmüştür!
“Modem müslümanlar”da medenîleşmeye koyuldular! Geri kalmışlığın tozlarını üzerlerinden atmaya birkaç yılda yüzyıllar boyu kaybettiklerini kazanmaya çalıştılar!
Yüce Allah’ın yolundan kaçarak veya koparak, Batılı anlayışa göre “medenileştiler.”
Maddî gücün ancak bazı olanaklarını alırken, boğazlama kadar batılı lükse boğuldular: Yeni evler, döşemeler, arabalar, uçaklar, fırınlar, buzdolapları, zevk eseri giyimler, içki, kumar, cinsiyet anarşisi ki bütün bunların hepsi “hürriyet” diye adlandırılıyor.
Kendi içlerinde memnun, artmasını istedikleri, işledikleri pisliklerin geçerli akçe olacağı günü iple çekiyor olsalar da, herkesin zararlarında müttefik olduğu bozgun noktalarını bir kenara koy... Ve becerdikleri maddî ilerleme yönünün gerçek çehresini al: Sanayileşme ve üretimi artırma faaliyeti, yaşam şartlarını yükseltme ve fazla elektrik üretimi...
Bütün hepsi değer, ahlâk ve ilkesiz ne işe yarar? Kopup attıkları İslâm’sız kıymetleri nedir?
Onlar bununla, içinde bulundukları hakirlik ve insanların gözündeki pasiflikten çıkabilecekler mi?
Gerçek müslümanlarm, yirminci yüzyıl cahiliyetindeki, sapıtmış insanlığa sunacakları çok şeyleri vardır...
Dünyanın maddî imarını diledikleri yerden alsınlar! Fakat bu isme lâyık asil ve gerçek bir uygarlık geliştirmeleri için onu, İlâhî programa uygulasınlar. Bilimi ve maddî, teknolojik ilerlemeyi alsınlar ama onları nerede kullanacaklarını belirlesinler: Alçak şehvetlere kullukta mı? Ahireti unutma noktasında dünya hayatma batmada mı? Yüce Allah’a kulluğa bedel şeytana kullukta mı?
O zaman ne onlar kendileri hakirlik ve pasiflikten kurtulabilir, ne de insanlığı yokluk ve zarardan kurtarabilirler.
Ama İlâhî programın uygulamasında kullanıldığında... Yüce Allah'ın dininin hükümranlığım tekrar sağlamada... Yüce Allah’ın dilediği gibi İlâhî adaletin uygulanmasında... Siyaset, ekonomi, toplumsal ilişkiler, ailevî ilişkiler, cinsler arası ilişkiler, fikir, edebiyat ve sanatta... Ahlâkî kurallar üzerine bir kuruluş için...
Başka bir ifadeyle: İnsanın varlık amacını yerine getirirler.,. “Lâ ilahe illallah”! gerçek dünyasında gerçekleştirirler... İbadet kavramının doğru şeklini yerine getirirler...
O takdirde de kendilerini içinde bulundukları durumdan kurtardıkları gibi, kurtuluş yolu arayan, şaşkın ve sapıtmış insanlığa da kurtarıcı eli uzatırlar.
Allah Tealâ için zor değildir bu:
“Allah sizden inanıp iyi işler yapanlara vaat etti: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerim kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini (tam) bir güvene erdirecektir. Onlar hep bana kulluk ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. ” (Nur, 55)
“Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun. ” (Bakara, 143)
“Onlar (o kimselerdir) ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde (zorbaların yoluna sapmazlar, bilakis) namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah ’a aittir ” (Hacc, 41)
Muhammed Kutup
Çeviri: Nurettin Yıldız