Üsâme bin Şerik (r.a) anlatıyor: "Bedevileri gördüm. Rasulul- lah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) bize şu işi yapmada bir harac/ günah var mı, şöyle davranmada günah var mı?" diye soruyorlardı. Onlara şöyle cevap vermişti:
"Allah'ın kulları! Allah, (sizlerin sorduğu şeyleri işleyen kimseye) herhangi bir günah koymamıştır. Ancak din kardeşinin ırzından (şeref ve haysiyetinden) iktıraz eden/bir şeyler kırpan kimse bu hükmün dışındadır. İşte haram olan budur."
Bedeviler bu defa: "Ey Allah'ın Rasülü! Hastalandığımız zaman tedavi yollarını aramasak, bu günah mıdır?" diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Tedavi arayın ey Allah'ın kulları! Zira, Allah Teâla hazretleri koyduğu her hastalığa şifa da koymuştur, şifa koymadığı tek hastalık ihtiyarlıktır. (onun tedavisi yoktur)" buyurdular.
Bedeviler yine sordular: "Ey Allah 'ın Rasülu! Kula verilen (hasletler)in en hayırlısı hangisidir?" Aleyhissalâtu vesselâm: "Güzel huy!" buyurdular."1
Üstad Abdullatif Bağdâdî şöyle dedi: Harac, sıkıntı/darlık ve günah anlamındadır. Ancak “kardeşinin şerefinden iktıraz edene (borç alana- bir şeyler kırpana) günah vardır” sözü ise, kardeşine söven, onun gıybetini yapan ve canına eziyet eden anlamındadır. Çünkü kişinin şerefi canıdır.
îktırâzın iki anlamı vardır. Biri daha sonra vermek için alınan borçtur. Kişinin kardeşine verdiği eziyetler ahirette ondan alınacağı için “borç alma” olarak ifade edilmiştir. Bu yüzden şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Fakir kaldığın gün için, ırzından/şerefin- den borç al”2 Yani sana sövene sövme, kötü söz söyleyene kötü bir şey söyleme. Onu âhirette alacağın için bir borç olarak bırak.
“îktıraz”ın diğer anlamı kesmektir. Bu anlam, farenin elbiseyi kesmesi ve kemirmesinden alınmıştır. Sanki bu “sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi?” (Hucurat, 49/12) ayetinin manasına bakmaktadır. (Hadisteki) “şifa koymadığı” sözü “yaratmamıştır” anlamındadır. Şifa ise şifa veren ilaç demektir. “Bu [ilaç] şunun şifasıdır." sözündeki gibi.
Başka bir hadiste Rasulullah “Allah (c.c.) her indirdiği hastalık için bir devâ indirmiştir.” buyurdu.3 Bu söz haktır. Çünkü hastalık, bedenin veya organın mizacının, şeklinin veya durumunun dengeden çıkmasıdır. Bu dengeden çıkma tabiplerin bildiği dört dereceden birinde olur ve her birinin zıddı vardır. Tıbbın bilinen temel esaslarından biri “zıd zıddının” şifasıdır. (Bir şey kendisinin tabiat olarak zıddının şifasıdır.) Bu hususta daha evvel müstakil bir makale yazmıştık. Fakat sebebini bilmediğimiz bazı engeller yüzünden her zaman şifa için zıt şeyleri kullanamayız. Çünkü biz ne bütün ilaçları ne de bir ilacın bütün özelliklerini ve etkilerini biliyoruz. Bazen de tedavi esnasında bütün bildiklerimizi hatırlamayabiliriz.
Bazen de bildiğimiz ilaçların çoğunu kendisinin az bulunması veya özellikle o vakitte bulunmaması sebebiyle getirmemiz zor olabilir. Bazen de ilaç getirilir, fakat hasta, vakit veya başka bir yönden çıkan engel sebebiyle kullanılamaz. Tabipler bunlardan birçoğunu kitaplarında sayıp dökmüşlerdir.
Sonra Rasulullah (s.a.v.) ilacın şifa vermesine mani olan bu engellerden biri olarak “ölümü" istisna etmiştir. Ölüm için bir ilaç yaratılmamıştır. Zira bu doğal bir izmihlal ve insanı yok olmaya doğru götüren zorunlu bir sebeptir. Çünkü lambaya giren bütün bozukluk ve eksiklik düzeltilebilir. Ancak lambanın içindeki yağ biterse yağdan başka bunun düzeltilme yolu yoktur.
Bu hadiste, tedavi olmayı kötü görüp ondan kaçınan, tıp ilmine dil uzatan ve tabibe gitmeyi tevekkülün dışına çıkmak olarak görenlere reddiye vardır. Bu kişi hastalığı yaratan Allah’ın onun için bir de ilaç yarattığını, bu kullanılınca şifayı da onun verdiğini bilmemektedir. Açlığı yaratan [Allah] onun ilacı olan gıdayı da yaratmıştır. Acaba yukarıdaki iddianın sahibi ilacı terk ettiği gibi gıdayı da terk ediyor mu? Nihayetinde açlık da bir hastalıktır.
îbn Ebi Hızâme’nin, babası aracılığıyla rivayet ettiği bir hadiste Rasulullaha “Ey Allah’ın Rasulü! Tedavi olduğumuz ilaçlar, şifa için okunan dualar ve korunmak için aldığımız tedbirler, Allah’ın kaderinden/takdirinden bir şeyi geri çevirir mi?” sorusu sorulmuş, Rasulullah da “Onlar da Allah’ın kaderindendir.” diyerek cevap vermiştir.20
Şerh: Eğer şaşkınlık ve şüphe içinde olanlar ve çeşitli görüş ve fırkalara mensup olanlar batıl fikirler ve zanların çokluğundan şüphelerin karanlığında kaldıklarında ve dalalet dalgaları onlarla oynadığında bu nebevî sözün ve ilahi hikmetin lambasından ışık alsalar körlükten kurtulur ve hatalardan sıyrılıp doğru yolu bulurlar. Fakat Allah (c.c.) istediklerini nuruna hidayet eder. Bu kader ve takdir konusunu birçok kitabımızda özetlemiştik. Bunlardan biri Makâletün fi’l-Kader, diğeri Risâletün fi’l-Mümkin, diğeri el-Kitâbu’l-Ucâb fiZikri’d-Duâi’l-Müstecâb. Matlub olanın (insanın dua aracılığıyla istediği şeyin) gerçekleşmesi takdir edilmişse (duaya) icâbet de kaçınılmaz olarak onunla birlikte olur veya takdire göre ertelenir. Bunun illetlerini mezkur kitapta ilmimiz nispetince ve Allah’ın inayetinin bize ulaştırdığı kadarıyla açıklamıştık. Fakat onları uzunluğundan dolayı burada açıklayamayız.
Tıbb-ı Nebevî - Abdüllatİf Bağdadî / Muhammet Uysal
--------------------
1- İbn Mâce, Tıb, 1. Muhammed Fuad Abdülbaki’ye göre hadisin isnadı sahih, râvileri de sika/güvenilirdir. Şuayb el-Arnaût da hadisin isnadının sahih olduğunu ifade etmiştir. Albânî de hadisin sahih olduğu hükmünü vermiştir.
2- îbn Ebî Şeybe, Musannef, 7: 112.
3- Buharî, Tıb, 1; îbn Mace, Tıb, 1.