Bu bölümde incelenecek tarikatları temsil eden zevatın hayatlarını incelemeye geçmeden evvel ekserisinin ümmi olduğunu belirtelim. Bu husus sadece Mardin’e özgü değildir. Zira Tasavvuf tarihi boyunca ümmi meşâyihin var olduğu gözlemlenmektedir. Anadolu’nun İslamlaşmasında önemli rolü olduğu söylenen Horasan Erenlerinin yaşadıkları toplumun üzerinde bilgi birikimleri olmadığı gibi bazılarının okuma-yazması da yoktu.[1]
Aynı durum daha sonraki meşâyihte de görülen bir durumdur ve buna pek çok misal getirilebilir. Halvetî şeyhlerinden Şeyh Üveys (v.1524) ümmi olanlardandır. Şeyh Çelebi Efendi’nin (v.1494) Koca Mustafa Paşa’daki Dergâh’ında mutfak hizmetinde bulunurken riyazetini mükemmel bir şekilde yerine getirmiştir. Akabinde Karaman’a halîfe olarak gönderilmiş ve burada halk kendisine yoğun bir teveccüh göstermiştir.[2]
Namını duyan Karaman müftüsü Şeyh Davut (v. ?), onu müşkül suallerle zorda bırakmak için Şeyh Üveys’in vaaz meclislerine katılır. Fakat o daha suallerini sual etmeden Şeyh Üveys onun aklında tasarladığı tüm suallere cevap verip onu tatmin eder. Bunun üzerine Karaman müftüsü Şeyh Davut ona intisap edip onun yanında sülûkunu tamamladıktan sonra Şeyh Üveys’e halîfe olur.[3]
Ümmi meşâyihe daha pek çok misal getirilebilir. Mardin’de de özellikle Nakşibendiyye Tarîkat’ı dışındaki meşâyihte -aşağıda da görüleceği üzere- ümmi meşâyihin bulunduğu görülmektedir.
KÂDİRİYYE TARÎKATI
Abdulkâdir Geylânî’ye nisbet edilen Kadîrilik İslam dünyasının ilk ve en yaygın tarîkatlarındandır. Türkiye’de de Nakşîlikten sonra en çok müntesibi olan tarikat olduğu tahmin edilmektedir. Mardin’de de aynı durumun geçerli olduğu söylenebilir.
İslam âleminde tarikatın intişarını kolaylaştıran etkenlerin başında Geylânî’nin şahsiyeti gelmektedir. Çünkü o geniş bir dinleyici kitlesine sahip bir vaiz, ribat sahibi bir sûfî, medrese sahibi olan bir zâhir âlimi, bir müellif ve “gavs” “kutup” gibi mânevi hususiyetlere sahip bir mürşiddir. Onun tarîkatının intişarını sağlayan bir başka özelliği ise ehl-i kitaba özellikle de Hristiyanlara karşı anlayışlı yaklaşımıdır. Tarikatın yayılmasını sağlayan diğer etkenler ise: Çocuklarının faaliyetleri
(Geylânî’nin yirmi yedisi erkek olmak üzere kırk dokuz çocuğu olmuştur. Bunlar dünyanın muhtelif bölgelerinde faaliyetlerde bulunarak tarîkatı yaymışlardır.), müridlerin gayretleri, tarîkatın kurulduğu dönemde İslam toplumunun durumu ve Moğol İstilası olarak sıralanabilir. İşte bu gibi nedenlerle tarîkat Anadolu, Yemen, Suriye, Kuzey Afrika, Irak, Hind Yarımadası gibi alanlara kısa bir sürede ve hızlı bir şekilde yayılmıştır.[4]
Tarîkatın Anadolu’ya gelişi ise Eşrofoğlu Rumî (v. 1469) vasıtasıyla olmuştur. Kadirîlik İstanbul’a İsmail Rûmî (v. 1631) ile gelmiştir.[5]
Mardin’e tarîkatın ilk olarak ne zaman geldiği hususunda ise net bir bilgi bulunmamaktadır. Fakat Kızıltepeli Fâkih Ebû Bekr Mesûd b. Ahmed en-Nehr el-
Hanbelî’nin (v. ?) Abdulkâdir Geylânî’nin yanında fıkıh tahsili gördüğüne dair bilgiler mevcuttur. Bu zat, Tahsilini tamamlamasının ardından Kızıltepe’de fıkıh dersleri vermiş ve burada vefat etmiştir.[6]
Bu zat hakkında elimizdeki bilgiler bunlardan ibaret olmakla beraber bu bilgi bile Abdulkâdir Geylânî’nin daha sağken bölgede bilindiğini, bölgeden yanına ilim tahsili için talebelerin gittiğini göstermesi açısından önemlidir. Bu durumda tarikatın müntesiplerinin ilk günden beri var olduğu ve bölge insanın Geylâni’den tarîkat aldığı söylenebilir.
Şu an itibariyle Nakşibendiyye Tarikatı Mardin’de daha baskın olsa da Şeyh Abdulkâdir Geylânî’nin halk arasında daha çok bilindiği, daha çok bilinmesinin neticesinde kendisine daha fazla saygı gösterildiği, aktâb-ı erbaa içinde akla gelenlerin en başında olduğu hatta adına yemin edildiği görülmektedir. Yörenin son iki asra kadar Kadirî meşâyihinin etkisi altında bulunuyor olması Abdulkâdir Geylânî’nin ruhaniyetinin hâlâ hissedilmesini sağlamıştır. Şu an hemen hemen her köyde bulunan fakat haklarında hiçbir bilgi bulunmayan şeyh türbelerinin ekserisinin Kadirî meşâyihe ait olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aynı şekilde muhtemelen bu tarîkata ait meşihatın etkisiyle bölgede birçok çeşmenin, mahallenin ve caminin ismi şeyh, tekke gibi tasavvuf terimlerle adlandırıldığı görülmektedir.
Ayrıca Mardin’de bulunun bazı türbelerde yatan zevatın Geylânî’nin oğlu ya da torunu olduğuna inanılmaktadır. Bu mezarlardan bir tanesi Mardin merkezde Gül Mahale’sinde bulunmaktadır. Burası Abdulgani Efendi’nin bahsettiği tekkedir. Onun belirttiğine göre Geylâni’nin evlatlarından bir zat burada yatmaktadır.[7] Mezarda bugün itibariyle herhangi bir kitabe bulunmadığı gibi burada yatan zat hakkında kaynaklarda herhangi bir malumat bulunmamaktadır. Burada yatan zatın onun bir kaç kuşak sonraki torunu olması daha muhtemel gözükmektedir.
Bu mezarlardan diğeri, Kabala’da bulunan Şeyh Abdulaziz Türbesidir. Türbe, bir tepenin sırtına kurulan Kabala’nın en yüksek yerinde, Mardin yoluna hâkim ve Mardin’i tam karşıdan görebilen bir konumdadır. Türbeye yaptığımız ziyarette ne zaman yazıldığı belli olmayan ve tahta üzerine yazılmış bir kitabeye rastladık. Tahtanın aşınmasından dolayı yazıyı okumak hayli güç olsa da kitabenin birinci satırında “Ayetü'l-Kürsî’nin” yazıldığı, ikinci satırda ise “Şeyh Abdulaziz bin Şeyh Abdulkâdir bin Şeyh Abdulsamet” yazılı olduğu anlaşılabilmekteydi. Elimizde ki bu kısıtlı bilgilere rağmen Şeyh Abdulaziz’in Kadirî meşâyihinden olması ve Geylânî’nin soyundan gelen bir zat olması muhtemeldir. Zira Abdulkâdir Geylânî’nin torunlarının dünyanın muhtelif yerlerine dağıldığı bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı torunlarından biri, buraya yerleşmiş olabilir.
Burası XVI. vakıf gelirlerinin âyende ve revendeye yemek için sarf edildiği Şeyh Abdulaziz zâviyesi olarak geçmektedir.[8] Bilindiği gibi başlangıçta tasavvufî hüvviyete sahip bazı zâviyeler daha sonra bu mâhiyetini kaybederek sadece misafirhane olarak kullanılmıştır.[9] Burası için de aynı durumun geçerli olması muhtemel gözükmektedir. Zira 19. Yüzyıldaki bir kayıtta; Mustafa Ağa bin Salih bin Omer en-Neccar’ın vakfa bazı mülkünü vakfettiği görülmekte fakat artık burası sadece Şeyh Abdulaziz Türbesi olarak geçmektedir.[10]
Kökeni bölgede çok eskilere dayanan tarikat, 19. Yüzyıla gelindiğinde etkisini kaybetmiş gözükmektedir. Bu gün tarîkatı temsil eden iki merkez bulunmakta ve bu merkezler müntesiplerinin fazla olduğu yerlerde çavuşlarla[11] temsil edilmektedirler. Tarîkatın bölgedeki bir başka temsilcisi Şeyh Ahmed-i Kesk’in ise Suriye göç ettiği görülmektedir. Bu merkezler, aşağıda incelenmeye çalışılacaktır.
Bu zat, her ne kadar 19. yüz yıldan önce yaşamış olsa da isminin Mardin ile özdeşleşmiş olması, yöre halkı tarafından günümüzde de hâlâ en fazla ziyaret edilen türbe olması ve kurduğu tekkenin hâlâ faal olması hasebiyle bu zattan bahsetmek gerekir.
Doğum ve vefat tarihi hakkında bilgi bulunmayan Şeyh Musa ez-Zûlî’nin mezar taşında doğum tarihi m.1077, vefat tarihi m.1164 olarak geçmektedir.
Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla Şeyh Musa, zamanın önde gelen mutasavvıflarından Şeyh Ukayl el-Munbicî’nin (v. ?) müridlerindendir. Kırk müridi olduğu belirtilen bu zatın en ileri gelen müridleri arasında Adi b.Müsâfir (v. 1162), Şeyh Reslan ed-Dımeşkî (v. 1165) ve Şeyh Şebib eş-Şatı ( v. ?) bulunmaktadır. Vâsitî, zikrettiğimiz isimlerin Şeyh Ukeylîn halîfesi olduğunu nakletmektedir.[12]
Şeyh Ukeyl, Şanlıurfalı olan ve türbesi şu anda ziyaretgâh olan Şeyh Müslim et-Teberdârî’nin ( v.1170) mürididir.[13]
Şeyh Abdülkâdir Geylânî’nin Şeyh Musa ez-Zûlî’yi övmesi ve onunla görüşmesine dair bilgiler kendisi hakkında bilinen ender bilgilerdendir. Bu bilgilere göre Şeyh Musa ez-Zûlî, hac vazifesi için Mardin’den yola çıkar. Bağdat’a varmak üzereyken Şeyh Abdulkâdir Geylânî yanında bulunanlara ; ”Ey Bağdât halkı, size yakında öyle bir güneş doğacak ki, öyle birisi daha size gelmedi." buyurur. "O, kimdir?" denilince, Mûsâ bin Mâhîn olduğunu söyler. Bunun üzerine Bağdât halkı, onu sevinçle şehir dışında karşılamaya çıkar. Abdulkâdir Geylânî, Şeyh Musa Bağdât’a geldiğinde kendisine ikramlarda ve iltifatta bulunur.[14]
Şeyh Musa’nın yanında bulunanlar da onun Şeyh Abdulkâdir Geylâni’ye olan saygısını görünce sebebini sormuşlar, o da şöyle cevap verir: “Şeyh Abdulkâdir, yaşadığımız şu devrin en hayırlı insanıdır, evliyanın sultanlarındandır ve âriflerin büyüğüdür. Ben meleklerin kendisine saygı gösterdiği birine nasıl saygı göstermem.”[15]
Mardin’le ismi özdeşleşen bu zat hakkında ulaşabilen bilgiler bunlardan ibaret olmakla beraber hakkında anlatılan birçok menkıbe bulunmaktadır.
Rivayet edilen bir menkıbeye göre kendisine getirilen dört aylık bir çocuğa ihlas suresini okuyup çocuktan da okumasını isteyince çocuk ihlas suresini okuyabilmiş ve o günden sonra fasih bir şekilde konuşmaya başlayan çocuk aynı zamanda yürümeye de başlamıştır. Bir başka menkıbeye göre; Mardin’de çıkan yangın üzerine halk kendisine başvurur. Şeyh Musa, yangını söndürmeleri için asalarını onlara verir. Asanın yangına atılmasıyla yangın söner ve asaya da hiçbir şey olmaz. Asasını geri getirenlerin şaşkınlığını görünce onlara şöyle der: “Allah ban, dokunduğum hiçbir şeyi yakmamayı bahşetti.” Onun hakkında anlatılan başka bir menkıbe ise yeri geldiğinde demire dokunmasıyla demirin yumuşamasıydı. Mardin’de vefat ettiğinde kabre koyulunca kabrinin genişlemesi ve kalkıp kabrinde namaz kılması da kendisi hakkında dillendirilen menkıbelerdendir.[16]
Bölgede, bu zat Abdukâdir Geylânî’nin halîfesi olarak bilindiğinden Kadirî Tarîkatı başlığı altında incelenmiştir. Fakat görüldüğü üzere kaynaklar, onun Şeyh Ukayl el-Munbicî’nin halîfesi olduğunu söylemektedir.
Çağdaşlarının hayatlarının ve faaliyetlerinin bilinmesine karşın belki de onun devrin önemli ilim merkezlerine uzak bir köyde yaşamayı tercih etmesi hasebiyle hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hatırlanacağı üzere giriş bölümünde zikredildiği gibi Mardin’in merkezi Artuklu hâkimiyetine kadar askeri bir üs olmanın ötesine geçememiştir. Şeyh Musa’nın Artuklu hâkimiyetinin ilk yıllarında yaşadığı tahmin edilmektedir ve Mardin bu dönemde hâlâ parlak bir şehir konumuna ulaşamamıştır. Aynı dönemde Mardin’e göre Nusaybin ve Kızıltepe’de ise ilmi hayat daha canlıdır. İşte bu nedenlerden ötürü Abdulkâdir Geylânî gibi şahsiyetlerin iltifatına mazhar olan bu zatın asıl kimliği menâkıb bulutları arasında nerdeyse kaybolmuş ve belki de bu nedenlerden dolayı Geylânî’nin halîfesi olarak bilinmiştir.
Şeyh Musa’nın vefatından sonra posta oturan zatlara geçmeden evvel bölgenin manevi hayatında çok önemli yer tutan Şeyh Musa Türbe’sinin tarihsel sürecine ve bugünkü durumuna değinilmesi zaruridir. Zira burayı ziyaret eden binlerce kişi, burada postta olanlardan ziyade ez-Zûlî’nin türbesi için burayı ziyaret etmektedir.
16. yüzyıldaki kayıtlardan burada bir türbenin olduğu, türbenin yanında kendi adıyla anılan “Şeyh Musa Zoli” isimli bir köy[17] ve köyde lojistik amaçlı bir askeri merkez bulunduğu görülmektedir.[18] Evliya Çelebi Diyarbakır’dan Mardin’e giderken türbeden “Şeyh Hazret-i Zulî Sultan” diye bahsetmektedir.[19]
Türbenin yanında bugün de hâlâ “Sultan Köy” adında bir köy bulunmaktadır. Köyün sakinleri kendilerini Sultan Şeyhmus’un torunu olarak görmektedir. Bunun yanında Şeyh Musa’nın zürriyeti başta Türkiye olmak üzere dünyanın değişik yerlerine dağılmış, zürriyetinden Şeyh Fethullah-ı Verkanisi (v. 18 99)[20] ve Ürdün’de Şazelî meşâyihinden Muhammed Sa'id el-Kurdî (v. 1972)[21] gibi pek çok meşâyih çıkmıştır.
Hâlâ Türkiye’nin her tarafından ziyaretçileri olan Şeyh Musa ez-Zulî türbesi, Şeyh Musa olarak değil de artık Sultan Şeyhmus olarak ve “Güneydoğu’nun daimi ziyaretgâhı” olarak bilinmektedir. Yılda yüz bin kişiyi bulan ziyaretçilerin ekseriyetini şifa bulmak isteyenler, evlenmek isteyen gençler ve çocuk sahibi olmak isteyenler teşkil ettiği gibi ziyaretçiler arasında türbenin ismini duyup gelen turistler de bulunmaktadır. Cuma gecesi gelenler yatsı namazından sonra cehri zikir yapar ve zikirden sonra def eşliğinde ilahiler söylemektedir.[22] Türbeyi, çocuğunun olması için ziyaret edenler çocuklarına kız olmaları halinde “Sultan” erkek olması halinde ise “Şeyhmus” ismini vermektedir.[23]
Sultan Şeyhmus’un yanında birçok mutasavvıfın yetiştiği kaynaklarda[24]geçmesine rağmen yanında yetişen mutasavvıfların veya halîfelerinin isimlerini belirten herhangi bir kayda araştırabildiği kadarıyla rastlanmamaktadır. Fakat yörede bulunan türbelerden bazılarının onun halîfesi olduğu halk tarafından dile getirilmektedir.
Bunlardan birisi, türbesi Osmanlı belgelerinde zâviye olarak geçen Pir Hattabdır (v. ?). Türbesi Mazıdağı’nda bulunan bu zatın şahsiyeti hakkında herhangi bir bilgi araştıralabildiği kadarıyla bulunmamaktadır. Ancak arşivlerde bu türbe ile ilgili bilgiler karşımıza çıkmaktadır. Milâdi 1748 yılına ait bir belgede Pîr Hattap Türbesi, zâviye olarak zikredilmektedir ve zâviyadar Şeyh İbrahim’in, Külahlıoğlu Bekir adındaki şahsın zâviye gelirine el koymak istediğine dair şikâyetinden bahsedilmektedir. Mardin kâdısından da zâviye gelirlerinin âyende ve revende ihtiyaçları için kullanılması gerektiği, bu yüzden zâviye gelirlerine el koymak isteyen söz konusu kişiye engel olunması istenmektedir.[25]
Pir Hattab’ın soyundan gelenler Mardin’de hâlâ mevcuttur. Fakat kendilerinin de Pir Hattab ve yukarıda zikredilen Şeyh İbrahim hakkında bilgileri bulunmamaktadır.[26] Pir Hattab Türbe’si, adak ve şifa bulmak amacıyla günümüzde de ziyaret edilmektedir.
Bu dergâhta Şeyh Musa ez-Zûlî’den sonra posta oturan zatlar şunlardır:
- Şeyh Davut
- Şeyh Ömer
- Şeyh Muhammed Said
- Şeyh Yusuf
- Şeyh Halef
- Şeyh Ali
- Şeyh Muhammed
- Şeyh Hüseyin
- Şeyh Muhammed Ali Cebe.[27]
Bu zatların hayatı hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Şeyh Hüseyin hariç hepsi Sultan Şeyhmus’un soyundan gelmektedir. En son posta çıkan Şeyh Muhammed Ali Cebe’nin 2008’de vefatıyla dergâh faaliyetlerini çavuşların eliyle yürütmektedir.
Şeyh Ramazan Eydo (1849-1900)
Bu zat, bilhassa Mardin merkezde olmak üzere bölgede büyük teveccüh sahibidir. Veli olarak bilinmekte ve hakkında birçok menkıbe anlatılmaktadır. Fakat onun hakkında malumat, menkıbeleri hariç tutarsak hemen hemen hiç yoktur. Diğer bazı tasavvufî şahsiyetler gibi; şahsiyeti, faaliyetleri ve fikirleri kesif menkıbe bulutları arasında kaybolmuştur.
Çalışma esnasında torunlarından ve halîfelerinden hakkında asgari düzeyde de olsa bilgi elde edebilmek için bazı görüşmeler yapılmıştır. Maalesef hakkında bilinenlerin çok az olduğu görülmüştür. Elde edilen bilgilere göre Şeyh Ramazan, 1849 yılında doğmuş 1909’da ise vefat etmiştir. Ümmi olma ihtimali ağır basmaktadır. Ömerli’ye bağlı şimdiki ismi Kayaüstü olan Eydo köyündendir. Araştırabildiği kadarıyla seyr ü sülûkunu köyünde bulunan mağaralarda tamamlamıştır. Bu mağaraların birinde kırk gün halvete girmiş ve bu süre zarfında yiyecek olarak günde sadece bir kuru üzüm tanesi ile iktifa etmiştir. Durumunu merak eden akrabaları bazen kendisini ziyaret etmiş ve selamette olup olmadığına bakmışlardır. Kırk günün nihayetinde halvetten çıkmış ve köylüler kendisini halvetten çıktığında sevinçle karşılamıştır. Bu günden sonra irşada başlamıştır. Bunun yanında onun daha çocukluktan beri dini yaşantısına büyük önem veren sûfî biri olarak bilindiği söylenmektedir. Türbesi Kayaüstü köyünde bulunmakta ve ziyaret edilmektedir.[28]
Bu zatın müntesipleri Abdulkâdir Geylânî’ye kadar olan silsilesini bilmemekte ve belli bir mürşidinden de bahsetmemekteler. Fakat onun Rifâî Tarîkat’ından da halifeliğinin olduğunu söylemektedirler. Bu tarîkatın, silsilesi de bilinmemektedir.
Soyundan gelenler şu anda “Emen” soyadını almış, başta Mardin ve İstanbul’da olmak üzere değişik illerde yaşamaktadırlar. Bu aileden gelenler hâlâ Mardin’de şeyh olarak bilinmektedir. Bölgede bilinen ve saygı gösterilen bir ailedir.
Mardin’de bu kolun faaliyetlerini devam ettiren ve en tanınan ise Hamit Özcan’dır. Hamit Özcan, Kabala’da Şeyh Semavi’den halîfelik almıştır. Şeyh Semavi hakkında bilinenler pek az olmakla beraber ümmi olduğu bilinmektedir. 1933 Mardin doğumlu Özcan’ın mesleği ise Mardin’de tarihi eskilere dayanan kalaycılıktır. Eski Mardin’de bakırcılar çarşısında bulunan dükkânında altmış yılı aşkın bir süredir bu mesleği icra eden Özcan’ın çocukları bu mesleği devam ettirmektedir. Dükkanda kendisine ayrılan bölümde ziyaretçileri ile bir araya gelmektedir. Ziyarete gelenler genelde devamlı takipçileri olmakla beraber yanına zikir telkini, bazı hastalıklara yakalananlar ve hem meslek sahibi hem şeyh olarak bilinen birini duyup kendisini merak edenler de ziyaretçileri arasında bulunmaktadır. Takipçilerinin teveccüh gösterdiği ve Şeyh Baba olarak hitap ettkileri Özcan’a ait bir Kadirî dergâhı da bulunmaktadır.[29]
Dergâh, eski Mardin’de Hamit Özcan’ın dükkanına yakın bir yerde bulunmaktadır. Burası sadece Perşembe ve Pazar günleri yatsı namazından sonra zikir için kullanılan bir mekândır. Diğer vakitler de kapalıdır.[30]
Zikrin olduğu günlerde toplanan müridlere ilk olarak müridlerden biri vaaz vermektedir. Müteakibinde ışıklar kapanmakta ve şeyh baba müridlerden gözlerini kapatmasını istedikten sonra bazı dualar yapmaktadır. Zikir kelimelerini başta şeyh baba söylemekte daha sonra müridler bu kelimeleri yüksek sesle ve huşû içinde tekrarlamaktadır. Oturarak başlayan zikir ayakta devam ettirilmektedir. Belli bir süre sonra bazı müridlerin def çalmaya başlamasıyla müridler el ele tutuşmaktadır. Bu noktadan sonra hemen hemen tüm müridler cezbeye girmekte, sesler yükselmekte ve nerdeyse kontrol kaybedilmektedir. Belli bir süre sonra şeyh babanın müridlerden oturmalarını istemesiyle müridler oturmakta ve ışıkların açılmasıyla zikir son bulmaktadır. Daha sonra müridlerden bazıları sıkıntılarını şeyh babaya söylemekte ve ondan dua istemektedir. Zikre gelenlerin sayısı değişmekle beraber genelde otuz kişi civarında katılım olmaktadır.
Diğer tarikatların göre daha coşkulu geçen bu Kadirî âyinlerine; Batılı araştırmacı Martin van Bruinessen de katılmış, vecde gelen müridlerin sıra dışı hâdiselerine şâhit olmuş ve âyinde meydana gelen atmosferden etkilendiğini itiraf etmiştir. Katıldığı âyinde bir müridin kafasını sert şekilde duvara vurmasını ve diğer bazı vecd hâllerini ise katılımcıların hasta olabileceğine bağlamıştır. Ona göre vecde gelenlerin aslında sara nöbetine girmiş olma ihtimali vardır. Bunlardan hareketle nöbet geçirenlerin hastalıklarından dolayı tasavvuf erbâbının gözünde daha seçkin bir konumu olduğu kanısına varmıştır.[31] Kanaatimizce bu âyinlerde vecdin nedeni hastalık değil de gene kendisinin başka bir yerde zikrettiği gibi tamamen âyin sırasında oluşan atmosfer nedeniyledir.
Şeyh Ahmed-i Kesk (1860- 1954)
Mardin’in Dara köyünden olan Şeyh Ahmed-i Kesk[32], seyyid olduğundan mensup olduğu aile “Hüseynî” olarak bilinir. 1860 yılında Dara’da doğan Şeyh Ahmed, babası tarafından belli bir yaşa geldikten sonra ilim tahsili için yörenin âlimlerine gönderilir.[33]
İlim tahsili sırasında göze çarpan en önemli özelliği hocalarına gösterdiği aşırı saygı ve mütevazı kişiliği idi. İleriki hayatında yüzlerce seveni olmasına ve rahat bir hayata kavuşmasına rağmen mütevazılığını hayatının sonuna kadar koruyan Şeyh Ahmed, müridlerine de bu konuda şöyle tavsiyede bulunurdu: Kibirden uzak durunuz çünkü o İblis’in özelliklerindendir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur: Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.[34]
Şeyh Ahmed Kesk, tahsilinin ardından Şeyh Muhammed el-Kadirî’ye intisap eder ve yanında sülûka girer. Dara’da bulunan mağaralarda da günlerce süren halvetlere girer. Sülûkunu tamamladığına inandığında mürşidi ona icâzetini verir. Abdulkâdir Geylânî’ye kadar olan tarîkat silsilesi ise şöyledir:
- Şeyh Muhammed el-Kadirî
- Şeyh Nur Muhammed el-Birîfkânî
- Şeyh Nureddin el-Birîfkânî
- Şeyh Mahmut el-Cilî
- Şeyh Ebû Bekir el-Âlûsî
- Şeyh Osman el-Kâdirî
- Şeyh Yahyâ el-Kadirî
- Şeyh Husâmeddîn el-Kâdirî
- Şeyh Nureddîn el-Kadirî
- Şeyh Veliyuddîn el-Kadirî
- Şeyh Zeynettin el-Kadirî
- Şeyh Şerafettin el-Kadirî
- Şeyh Şemsettin el-Kadirî
- Şeyh Muhammed el-Hetâkî
- Şeyh Abdulaziz el-Kadirî
- Şeyh Abdulkâdir Geylanî[35]
Halîfelik aldıktan sonra Dara’ya yerleşmiştir. Dara’da bulunduğu sürede mürşidinin kızı Ümmügülsüm Hanım ile evlenmiştir. Türkiye’de halîfeliğin kaldırılması ve laikliğin ilan edilmesi gibi nedenlerden dolayı Suriye’nin Amuda kentine göçmüştür. Burada Suriye hükümetince nakîbuleşraf olarak atanmıştır. Bu görevi, devletin herhangi bir maaş ödememesi şartıyla gönüllü olarak kabul etmiştir.[36]
Şeyh Ahmed, her hareketinde sünnete uymaya ve yanına gelen müridlerine hizmet etmeye dikkat ederdi. Kendisi sünnete tabi olma hususunda şöyle demiştir: “Peygamberimizi sevmek lafla olmaz gerçek seven hayatının her alanında ona tabi olur.”[37]
Şeyh Ahmed aynı zamanda Suriye’deki bulunan Fransız ordusuna karşı Amuda halkının direnişine katılmıştır. Daha sonra da Filistin direnişini desteklemiş ve direnişe katılanlara gıdanın sağlanması konusunda faaliyetlerde bulunmuştur.[38]
Müridlerine İslam ahlâkının güzelliklerini anlatarak onları güzel ahlâka davet etmiştir. Bu hususta şöyle demiştir: “İbadetlerimizin kabul edilmesi için aynı zamanda hayatın her ânında güzel ahlâk üzerine olmamız gerekir.”[39]
Tasavvuf yoluna girmek isteyenlere şöyle derdi: “Tasavvuf, Kur’an ve sünnete uymaktır. Kâl ve kîl ilmi değildir. Tasavvuf açlıktır. Seherleri ihyâyı ve sâlih amelleri gerektirir.”[40]
Şeyh Ahmed, Amuda’da 1954 yılında vefat etmiştir. Suriye’nin Haseke kentinde ikâmet etmekte olan âlim Şeyh Afîf el-Huseynî kendisi hakkında şöyle der: “O, insanlar arasında alçakgönüllü olmasıyla, insanlara hizmet etmesiyle ve halvet halinde olması ile bilinirdi. Mardin Dara’da insanların sabahları bile girmeye cesaret edemedikleri mağaralarda günlerce halvette kalırdı. Onun bedeni öldü fakat kendisi hâlâ insanlar arasında hayırla yâd edilmektedir.”[41]
Tekkenin faaliyetlerini şu anda oğlu Şeyh Ubeydullah yürütmektedir. Türkiye’de olmak üzere birçok ülkede müridi bulunmaktadır. Şeyh Ubeydullah, Suriye’deki iç karışıklıklardan dolayı şu anda Gaziantep’te ikamet etmektedir.
SA'DİYYE TARÎKATI
Bu tarîkat, Şeyh Sa'deddin Cebavî (v. 1300) tarafından kurulmuştur. Tarîkatın kökeni hakkında çeşitli görüşler mevcuttur. Bazı araştırmacılar onun Rifâîliğin kolu, bazıları Medyeniyye’nin kolu, bazıları Cebavî’nin Abdulkâdir Geylânî’nin halîfesi olduğunu bazıları ise Yunusiyye taifesinin bir kolu olduğunu söyler.[42]
Bu görüş farklılıklarının sebebi Cebavî hakkında bilgi veren kaynakların sınırlı ve hakkında bilgi veren bu kaynakların ise vefatından dört asır sonraya ait olması olarak gösterilmektedir. Sa'diyye’nin hangi tarîkatın kolu olduğu veya müstakil bir tarikat olup olmadığı araştırmanın dışında bir husus olduğundan bu konuya bu kadar değinmekle iktifa edilecektir.
Bununla beraber bu görüşler içinde zikredilen Yunusiyye’nin bir kolu olduğu hususuna değinilmesi gerekmektedir. Zira bu taifenin (Yunusiyye) kurucusu Mardinli bir zat olan Yûnus b. Yûsuf İbn Müsâid eş-Şeybânîdir.[43] Sa'diyye’nin intişar ettiği sahalara, tarikatın karakteristik özelliklerine ve Mardin’deki tarihsel gelişimine değinilmeden önce bu zatın Mardinli olması hasebiyle hayatına değinilmesi yerinde olur.
Bu zat, kaynaklarda fukaranın şeyhi ve kerâmet sahibi biri olarak tanıtılmaktadır. 1222 yılında vefat emiş ve Dara’ya defnedilmiştir. 1442 yılında vefat eden Makrîzî, kabrinin hâlâ ziyaret edildiğini söylemiştir.[44] Fakat mezarı günümüzde kayıptır.
Kendisi ile ilgili kerametlere de kaynaklarda değinilmektedir. Bu kerâmetlerden birine göre; kafile ile yolculuğu esnasında Sincar’a yakın bir yerde konakladıklarında kafiledekiler konaklama yerinin güvensiz bir yer olmasından dolayı korkudan uyuyamazlar. Fakat Şeyh Yunus; hiçbir şeyden korkmadan, emin bir mekânda bulunuyormuşçasına rahatça uyur. Bu duruma şaşıran kafilede bulunanlar bu güvensiz yerde nasıl bu kadar rahat uyuduklarını sorarlar. O da İsmail (a.s)’in kafileyi gözetlemeye geldiğini gördükten sonra uyuyabildiğini söylemiştir.[45]
Mardinli olan bu zat hakkında kaynaklarda geçen bilgi bunlardan ibarettir. Vefatından sonra bu taifenin Mardin’de devam edip etmediği hususunda herhangi bir bilgiye rastlanmamakla beraber torunu Seyfeddîn Racîhî b. Sabık b. Hilâl b. Şeyh Yunus eş-Şeybânî’in (v. 1306) Şam’da faaliyette bulunup halkın teveccühünü kazandığı ve birçok müntesibinin bulunduğu, kerâmet sahibi biri olduğu ve Şam’da 1306 senesinde vefat ettiği görülmektedir. Yerine geçen oğlu Husâmeddin’in (v.1327) de Şam’da faaliyetlerine devam ettiği göz önünde bulundurulursa Yunus eş-Şeybanî’den sonra bu taifenin Mardin’de varlığı ile ilgili bilgi bulunmadığı ortaya çıkmaktadır. [46]
Sa'diyye ve Yunusiyye arasında bir bağlantı olduğu söylense de ikisi arasında etkileşimin nasıl ve nerde olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Aynı şekilde el-Cebâvî’nin Abdulkâdir Geylânî’nin halîfesi olduğu ve tarikatının Rifâîliğin kolu olduğu görüşlerinde de aynı belirsizlik mevcuttur. Bu tarikatların aynı coğrafyada doğmuş olmaları, benzer kültürel havzada yetişmiş olmaları Sa'dilik’in zikredilen tarîkatlarla ilişkilendirilmesinin nedeni olabilir.[47]
Tarikatta diğer tarîkatlarda görülmeyen iki önemli ritüel bulunmaktadır. Bu iki ritüel yani devse ve rukyelerle hastaları iyileştirmek, tarîkatın en önemli karakteristik özelliklerindendir.[48]
“Devse”, tarikat şeyhinin şifa bulmak için tekkenin önüne gelen ve yüzükoyun yere yatan hastanın üzerinden yayan veya devesiyle geçmesidir. Ayrıca tarikat tarihi boyunca Sa'diyye meşâyihinin hasta ve özellikle de mecnunlar üzerinde okudukları, yazdıkları ve bir takım şekillerle şifaya vesile olduğu da aktarılmaktadır. Şeyhler tarafından verilen icâzetnâmede bu tür özel uygulamalara da izin verilmiştir. Yeni halîfeye mürid yetiştirme, zikir yaptırma gibi yetkilerin yanında; cinlerin olumsuz tesirlerine karşı okuma, hastalara ve zehirli hayvanlara karşı rukye yapma hilafeti de verilmiştir.[49]
Yavuz Sultan Selim de Sa'dî meşâyihine hastalığından dolayı başvuranlardandır. Yavuz, Şam’a girdiği esnada şehrin ilim ve tasavvuf erbâbı onu karşılamaya çıkmışken Sa'dî şeyhi Şeyh Hasan b. Muhammed (v.1580) onu karşılamak için çıkmamıştır. Bu durumu öğrenen Yavuz, onu ziyaret etmiştir. Ziyaret esnasında şeyh, Yavuz’u seccadesine oturtmak istemişse de padişah kabul etmemiş ve bir yaygıya oturarak sohbet etmiştir. İşte bu ziyaret sırasında şeyh, Yavuz’a bir sıkıntısından dolayı nefes etmiş ve padişah sıkıntısından kurtulmuştur.[50]
Zikir âyinlerinde kıyâmî usulü benimseyen tarîkatın âyinlerinin en büyüğü Şam Emeviyye Camii’nde ve Aysofya Camii’nde icra edilmekteydi.[51]
intişarı ise Cebavî’nin kardeşleri ve oğulları elleriyle olmuştur. Tarîkat; Suriye, Mısır, Anadolu, Balkanlar ve Filistin’de yayılma imkânı bulmuştur. Bazı kaynaklar Cebavî’nin Kastamonulu halîfesi Şeyh Osman’dan (v. ?)
bahsederlerse de bu zatın ne zaman yaşadığı ve tarîkat faaliyetlerini nerede yürüttüğü hakkında bilgi bulunmadığından tarîkatın Anadolu’ya 17. Asrın başında geldiğine hükmedilmektedir. 19. yüzyılda İstanbul’da otuz üç Sa'diyye dergâh bulunduğu görülmektedir.[52]
Tarîkat, Mardin’de ilk yıllarından itibaren temsil edilmiştir. Bu bilgiyi Sa'diyye ile ilgili en kapsamlı çalışmayı yapan Muhammet Gâzî Hüseyin Ağa vermektedir. O da bu bilgileri elinde bulunan bir şecereye dayandırmaktadır. Muhammet Gâzî Hüseyin Ağa’nın aktardığına göre Cebâvî’nin kardeşi Muhammed Sâid Mardin’e ribatını kurmuş, Mardin’de vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir. Ondan sonra tarikatı Mardin’de sırayla şu zatlar temsil etmiştir: Şeyh Muhammed Sâid, oğlu Şeyh Ahmet, onun oğlu Şeyh Yûnus el-Asgar, oğlu Şeyh Muhammed, oğlu Şeyh Şemsûddîn, oğlu Şeyh Burhânuddîn, oğlu Şeyh İbrahim, oğlu Şeyh Şemsûddîn, oğlu Şeyh Nûruddîn, oğlu Şeyh Ahmed el-Meczub, oğlu Şeyh İsmail, oğlu Şeyh Yasin.[53] Fakat Ağa; bu zatların hayatları, faaliyetleri ve vefat tarihleri gibi konularda hiçbir bilgi vermemiştir. Araştırabildiği kadarıyla başka hiçbir kaynak tarîkatın Mardin’deki varlığından bahsetmemektedir. Arşivin belgelerinde, Cebavî’nin soyundan olan ve Mardin’de ikamet eden bazı şahıslara rastlanmadadır. Bu vesikalardan birin de Şeyh Abdurrahman Zihnî Efendi ile beraber Dersaâdet’e gelen Şeyh Sa'deddîn Cebavî’nin soyundan olan İsmail Efendi’ye babasının vefatından ötürü münhal olan maaşın kendisine tahsis edildiği görülmektedir.[54]
Sa'diyye Tarîkat’ının Mardin’de 19. Yüzyılda var olduğu; 1856 tarihli Osmanlı Arşiv belgesinden anlaşılabilmededir. Mezkur belge; Yenibahçe’de bulunan Sa'dî Tekkesi postnişîni Rıza Efendi’ye maaş bağlanması hakkındadır.[55] Fakat bu tekkenin ne zaman kurulduğu, geçirdiği evreler ve potnişînleri hakkında herhangi bir malumat araştırabildiği kadarıyla bulunmamaktadır.
Mardin Tarihi müellifi Abdülgani Efendi’nin (v.1951) bahsettiği iki tekkeden birisi bu olmalıdır. Onun aktardığına göre Tekkeye Mahalle’sinde bulunan bu tekke harabe hâlindedir.[56] Abdülgani Efendi’nin bahsettiği bu tekke bulunduğu mahalleye ismini vermiştir. Fakat bu mahallenin ismi laikleştirilerek şu anda Teker Mahalle’si adını almıştır.[57]
Günümüzde ise Mardin’de Şeyh Sadedin Cebavî’nin soyundan gelenlerin hâlâ Mardin’de ikamet ettikleri görülebilmektedir. Bu ailelerin en önemli özelliklerinden birisi bazılarının hastalara yaptıkları rukyelerdir. Bilindiği üzere hastalara şifa olma özelliklerinin ataları Sa'ddedin Cebavî’den kaldığına inanılır. Cebavî, rüyasında Hz. Peygamber’i ve Hulefâ-yi Râşidîn’i görmüş, Hz. Peygamber’in elinden hurma yemiş, bunun sonucuna kendisine baygınlık gelmiş, bu hâl günlerce sürmüş ve ayıldığında büyük bir cin kendisinden ahit almıştır. İşte bu ahit sayesinde Cebavî’de hastalıkları iyileştirme kabiliyeti vardı.[58] Bu kabiliyetin nesilden nesile devam ettiğine inanılır. Yeni nesil Sa'dilerin, hâlen yaptıkları rukyenin kökeni de işte bu hadisedir.
Bu aileler, Mardin’de şeyh ailesi olarak bilinmekte ve “sadi” soyadını taşımaktadır. Bu çalışma için aile hakkında en fazla bilgisi olan Nihat Sadi ile görüşülmüştür. Kendisi Cebavî’nin soyundan geldiklerini ve çevrenin de bu şekilde kabul ettiğini belirtmiştir. Fakat onun da aile hakkında en fazla iki kuşak öncesine kadar bilgisi bulunmaktadır. Ailenin son şeyhi olan Abdulaziz Efendi’nin ona aktardığına göre tekkelerin kapanması ile beraber ellerinde olan tüm kitapları ve şecereleri korkudan dolayı tandırda yakmışlardır. Kitapların fazla olmasından dolayı sabahın erken saatlerinden öğlene kadar kitap imha etmekle meşgul olmuşlardır. Yıllar geçmesine rağmen Abdulaziz Efendi bu acı hatırayı ne zaman hatırlasa gözleri dolmakta ve çocuklar gibi ağlamaktaymış.[59]
Şeyh Abdulaziz’in babası İsmail Efendi de çevrede şeyh olarak bilinen bir zattı ve ondan önce de ailede şeyh olarak bilinen zatlar mutlaka mevcuttu. Marangoz olan İsmail Efendi, ümmi olup hakkında ailenin bildiği malumat nerdeyse bulunmamaktadır. Ondan sonra şeyh olan ve Sa'di şeyhlerin Mardin’de son halkasını teşkil eden zat ise Şeyh Abdülaziz’dir. Şeyh Abdülaziz Kasımıyye Medrese’sinde tahsil görmüş ve buradan mezun olmuştur. Akabinde Kasımiyye’de müderrislik ve Şehidiye Cami’nde imamlık vazifesini ifâ etmiştir. Şehidiyye Cami’indeki imamlık vazifesi altmış iki yıl sürmüş ve ömrünün son gününe kadar vazifesini sürdürmüştür. Ramazan Ayı’nda rahatsızlanınca doktorlar tedavi için ilaç tavsiye edince: “Bırakın rabbime oruçlu gideyim.” diyerek ilaç almayı ret etmiştir. İki gün süren rahatsızlığın ardından Mardin’de seksen altı yaşında vefat etmiştir. Mezarı, Şeyh Salih mezarlığında bulunmaktadır.[60]
Mardin’de çok sevilen bu zatın vefatına yerel basın da kayıtsız kalmamış ve vefatını 15 Şubat 1952 senesinde şu şekilde haberleştirmişlerdir: “Mardin'in tanınmış ailelerinden kıymetli şahsiyete sahip Şehidiyye Cami İmam Hatibi muhterem Abdülaziz Sadi Efendi hakkın rahmetine kavuşmuştur. Merhuma Allah ’tan rahmet, Sadi ailesine baş sağlığı dileriz. ”[61]
Şeyh Abdülaziz’in Sadi ailesinde en son tarikat piridir. Ondan sonra ailede tarikat pirliği yapan olmadığı gibi Şeyh Abdulaziz, halife de bırakmamıştır.[62]
TİCÂNİYYE TARÎKATI
Bu tarîkat, Ahmed b. Muhammed et-Ticânî (v.1815) tarafından kurulmuştur. Bu zat tarîkat icâzetini Halvetî şeyhi Mahmûd el-Kurdî’den (v. 1781) almıştır. Tarîkat, Halvetî şeyhinden icâzet aldığı için Halvetiyye’nin bir kolu sayılmaktadır. Fakat tarikatın kurucusunun manevî keşfe nâil olduğunu, tarîkatın ezkâr ve virdlerinin rüyasında Hz. Peygamber tarafından kendisine verildiğini söylemesinden tarîkat müstakil bir tarîkat olarak da kabul görmüştür. Bu sebeple Ticânî kaynaklarda tarîkatın silsilesi olduğu kabul edilmez. Silsile Hz. Peygamber ve Ahmed Ticâni ile başlatılır. Rüyanın görüldüğü 1782 yılı da tarîkatın kuruluş yılı kabul edilir. Ticânî Târikat’ında âdâb ve erkânın temelini Ahmed et-Ticânî’nin Hz. Peygamber’in kendisine öğrettiğini belirttiği “Salâtü’l-Fâtih” ve “ Cevheret’ül-KemâF isimli iki salavat oluşturur. Ticâniye II. Abdülhamit zamanında İstanbul’da Ticâni şeyhler tarafından temsil edilmiştir. Cumhuriyet döneminde en çok tanınan Ticânî şeyhi Kemal Pilavoğludur (v.1952).[63]
Ticânîliğin Mardin’deki ilk temsilcisi ise Şeyh Muhammed Turki’dir. Bir dönem siyasi partinin liderliğini de yapan eski bakanlardan Masum Türker ve gazeteci Turgay Türker bu zatın torunudur. Bu aile, Şeyh Mahmud Turki’nin ( v. ?) soyundan gelmektedir. Şeyh Mahmud Turki adına Mardin’de eski tarihlerde bir mescid bulunmaktaydı. 1900’lü yılların başında sadece minaresinin kaldığı camiden geriye şu anda hiçbir şey kalmamıştır.[64]
Şeyh Muhammed Turki hakkında bilgi almak için torunlarına müracaat etmemiz üzerine kendileri bize dönüş yapacaklarını belirtmelerine rağmen dönüş yapıp herhangi bir bilgi ve belge vermediler. Mardin’deki araştırmamız esnasında Şeyh Muhammed Turki’nin Mardin halkı tarafından saygıyla anıldığını görmemize rağmen hayatı hakkında bilgi sahibi olan sadece şu anki mukaddim Abdülaziz Tatlıdede olduğunu gördük. Bizde maalesef sadece onun verdiği sınırlı bilgilerle yetinmek zorunda kaldık.
Şeyh Muhammet Turki, daha önce Kadiri Tarîkatı’na mensup olup bu tarikatın halîfesiydi. Mardin’de Şar Cami’sinde -Şeyh Şedullah- imamlık da yapan Turki, genelde namazlardan sonra sevenleriyle camide bir araya gelirdi. Şeyh Muhammet Turki bir gün yine camide cemaatiyle sohbet ettiği esnada Mekke’den geldiğini ve Ticânî olduğunu söyleyen Şeyh Abdulmelik meclise gelir. Yatsı namazından sabah namazına kadar sohbete devam ederler. İki hafta boyunca Şeyh Abdulmelik’i evinde ağırlayan Turki, Şeyh’in anlattıklarından etkilenerek Ticânî Tarîkatın’da mürid olmayı Kadiri Tarîkatın’da halîfe olmaya tercih ederek Şeyh Abdulmelik vasıtasıyla Ticanili’ğe intisap eder. Onun intisabıyla bütün müridleri de onu takip ederek Ticanî Tarîkatı’na intisap eder. Bir evlilik yapan Turki, 1952 yılında vefat eder.[65]
Kendisi hakkında birçok menkıbenin anlatıldığı Şeyh Muhammed hakkında Mardin’de Hafız Hamit olarak tanınan Abdulhamit Dede’nin şahit olduğu menkıbeyi kendisinden dinleme imkânımız oldu. Abdulhamit Dede, Ticaniyye Tarîkatı’nın Mardin’deki önemli simalarındandır. Şeyh Muhammed Turki’ye tam bir intisapla bağlı olan Dede, Turki’nin vefatından sonra Medine’de bulunan Ticanî şeyhine intisap eder. Yaşı bu esnalarda otuzlarda olan Dede, evlenmeyi düşünmez ve hep şeyhinin hizmetinde bulunmaya niyetlenir. Şeyhinin evliliğinin sünnet olduğunu söylemesi üzerine Mardin’e gelip evlenir. Mukaddimlik teklif edilmesine rağmen layık olmadığını söyleyip bu görevi kabul etmez. Mardin Ulu Cami’nde otuz yıla yakın müezzin olarak görev yapmıştır. Araştırmamız esnasında ağır hasta olan Dede, araştırmamız devam ederken 2017 yılında vefat etmiştir.
Abdulhamit Dede, bir kandil gecesini sabah namazına kadar ihya etmek için camiye gider. Sahurunu camide şeyhiyle yapmak niyetiyle yanına iki üç arkadaşına daha yetecek kadar yiyecek alır. Sahur vakti geldiğinde Hafız Hamit, şeyhine beraber sahur yapmayı teklif eder. Şeyh Muhammed, “yiyecekleri getir de bütün cemaat sahurunu yapsın” der. Hafız Hamit, yemeğin az olduğunu söylemesi üzerine Şeyh: “Allah bereket koyar.” der. Hafız Hamit, çaresiz yiyeceği getirir ama içerde yirmi kişi varken elindeki yiyecek üç kişiye yetecek kadar olduğundan hayli düşüncelidir. Abdulhamit Dede yemek yendikten sonraki şaşkınlığını ise şöyle dile getirir: “ O gün ben dâhil herkes doyuncaya kadar yedi. Ancak üç dört kişilik yemeğin yirmi kişiye yetmesi şeyhimizin kerameti ile oldu. Bunun başka bir açıklaması yapılamaz.”[66]
1952 yılında vefat eden Turki’nin yerine Şeyh Abdulkerim, Ticânî Tarîkatı’nın faaliyetlerini Mardin’de sürdüren isimdir. Zâhiri ilimlerde icâzeti olmayan Şeyh Abdulkerim, marangoz olarak geçimini sağlar ve irşad faaliyetlerini sürdürür. Bu zat, 1997 yılında yüz bir yaşında vefat eder.[67]
Bu zattan sonra Abdulaziz Efendi Ticânî Tarîkatı’nın faaliyetlerini Mardin’de sürdüren isimdir. Abdulaziz Efendi 1948 Mardin doğumludur. Babası İsmail, Mardin’in tanınan müezzinlerinden olduğu gibi aynı zamanda az önce zikredilen Şeyh Abdulkerim’e intisap etmiştir. Ailenin soyu Mardin’de türbesi bulunan Şirin Dede’ye dayanmaktadır. Şirin Dede Şam’dan Mardin’e gelen ve şu an türbesinin olduğu yerde tekkesi bulunan bir Kadirî şeyhidir. Türbesi hâlâ ziyaret edilmekte ve türbenin yanında aynı isimle bir cami bulunmaktadır. Kadirî şeyhi olan Şirin Dede’nin Mardin’e ne zaman geldiği ve tekkesi hakkında bilgi bulunmamaktadır.[68]
Abdulaziz Efendi, Mardin İmam Hatip Lisesi’nde mezun olduktan sonra Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’ne kaydolur. Buradan 1975 yılında mezun olmasına müteâkib Mardin’de öğretmenlik yapmaya başlar. 1980 olayları diye bilinen iç karışıklıklar Mardin’i de etkisine alınca Abdulaziz Efendi de bu olaylardan nasibini alır. Mardin’i terk etmekten başka bir çare kalmayınca da İstanbul’a göç eden komşularının eşyalarının arasında bir kamyon kasasında İstanbul’a göçer. Buradan da Libya’ya gider ve beş yıl boyunca bu ülkede tercüman olarak çalışır. 1985 yılında döner ve aynı yıl hacca gider. Hac dönüşü tekrar Mardin’e yerleşir.[69]
Mardin’e döndükten sonra Şeyh Abdulkerim’e intisap eder. Şeyh Abdulkerim, kendisine intisap eden bu zatla özel olarak ilgilenir. 1997 yılında vefat etmeden önce vazifeyi Abdulaziz Efendi’ye bıraktığını söyler. Abdulaziz Efendi kendisinin bu işe layık olmadığını söylerse de Şeyh Efendi kabul etmez ve bir süre sonra da vefat eder. Abdulaziz Efendi halen Mardin’de ikamet etmekte ve sevenleri ile evinde bir araya gelmektedir. Fas’ta 2015 yılında kırk sekiz ülkeden Ticânî zatların katıldığı Ticânî toplantısına kendisi de davet edilmiş ve bu toplantıya iştirak etmiştir.
Bu üç zat Ticânî Tarîkatı’nı Mardin’de yaymaya çalışmış fakat Mardin’de etkili olan diğer tarikatlara nazaran bir varlık gösterememiştir. Şimdiki mukaddimin verdiği bilgiye göre tarîkata intisap edenler hemen hemen yoktur.
Bu bilgiler, 02.04.2017 tarihinde Abdulaziz Tatlıdede ile yapılan görüşmeden alınmıştır.
Ahmet Arslan
Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı
------------------------
[1] Erol Güngör, Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 153.
[2] Mahmud Cemaleddin el-Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, Mehmet Serhan (Yay. Haz.) Semerkant Yayınları, İstanbul 2013, s.422.
[3] el-Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, Mehmet Serhan Tayşi (Yay. Haz.), s. 423.
[4] Dilaver Gürer, Abdulkâdir Geylânî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2013, ss. 329-334; Küçük, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihine Giriş, s. 334; Aburrezak Tek, Tarihi Süreçte Tasavvuf ve Tarikatlar, Emin Yayınları, Bursa 2016, s. 296.
[5] Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, Anadolu’da Sûfîler, Devlet ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl), İz Yayıncılık, İstanbul 2016; Küçük, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihine Giriş, s. 334.
[6] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 112.
[7] Bulduk, Mardin Tarihi, s. 257.
[8] Alpay Bizbirlik, 16.Yüzyıl Ortalarında Diyarbekir Beylerbeyliği’nde Vakıflar, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2002, s. 366.
[9] Ahmet Yaşar Ocak, “Zâviye”, Vakıflar Dergisi, c. 12, s. 250.
[10] Ahmet Kankal, İbrahim Özcoşar, Huseyin H. Güneş, Veysel Gürhan, 183 Nolu Mardin Şer’iye Sicili Belge Özetleri ve Mardin, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2007, s. 63.
[11] Çavuşluk Kadirîlikte bir rütbenin adıdır. Kadirilikteki rütbeler şu şekilde sıralanmaktadır: En alt rütbede müridlik bulunmaktadır. Bir üst mertebe ise çavuşluktur. Çavuşluk tarîkatta müridlikten sonra gelir ve dergâhın işleri ile ilgili ilk mertebedir. Belli bir ahvâlin sahibi olduktan sonra bir müride şeyhler tarafından çavuşluk mertebesinin verilmesi tarîkat usulünün bir gereğidir. Mardin’de Kadirîlik bu mertebedeki zevatın eliyle faaliyetlerini sürdürmektedir. Bir sonraki mertebe ise nakipliktir. Bazı işaretlerin zuhurundan sonra çavuşa nakiplik mertebesi verilir. En üst mertebede ise halîfelik bulunmaktadır. Bu mertebe tüm tarikatlarda görülen bir mertebedir. (Gürer, Abdulkâdir Geylânî, Hayatı, Eserleri, Görüşleri, s. 391-392.)
[12] İbn 'Abdul Muhsîn Vâsitî, Tiryâkü’l-Muhibbîn fî Tabâkati Hirkati’l-Meşâyihi’l-'Ârifm, yy ts,
c. 2, s. 6.
[13] Celâluddîn Süyûtî, el-Muhâdarât ve Muhâverât, Dârü’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût 1424, s. 338; Muhammed bin Yahya et-Tâdifî, Kalâidü’l-Cevâhir, yy.,Mısır1956, s. 93; Cuma Hündür, “Şanlıurfa Havalisinde Tasavvuf, Zahidler Ve Tarîkatlar” ( Yüksek Lisans Tezi, Harran Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa 1997), s. 32.
[14] et-Tâdifî, Kalâidü’l-Cevâhir, s. 97; Yûsuf bin İsmâil Nebhânî, Câmi'u Kerâmâti’l-Evliyâ, Dârü’l-Kutubi’l-'İlmiyye, Beyrût 1996, c. 2, s. 408; Şettânûfî, Behcetü’l-Esrâr, Dârü’l-Kütübi’l- 'İlmiyye, Beyrût 2002, ss. 435-436.
[15] Abdulmecit b. Tâhâ ed-Deheybî ez-Ze'bi, İthâfi’l-Kebâir fî Sîreti ve Menâkib Abdülkâdir Geylânî, Dârü’l-Kütübi’l-'İlmiyye, Beyrût 2007, s. 148.
[16] eş-Şa‘rânî, Ebû Abdirrahmân Abdülvehhâb b. Ahmed b. Alî el-Mısrî, Levâkıhu’l-Envâri’l- Kudsiyye fî Tabakati’l-Ulema ve’s-Sûfiyye (Evliyalar Ansiklopedisi), Abdulkâdir Akçiçek (Çev.), Bedir Yayınevi, İstanbul, c. 2, s. 498.
[17] Göyünç, XVI. Yüzyılda Osmanlı Sancağı, s. 72.
[18] Komisyon, Osmanlı İmparatorluğunda Kollar, Ulak ve İaşe Menzilleri, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1966, s. 15.
[19] Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, Seyit Ali Kahraman- Yücel Dağlı (Yay. Haz.), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010, c.1, s. 78.
[20] Korkusuz, Nehri’den Hazne’ye Meşayihi Nakşibendî, s. 215.
[21] Bu zatın dedeleri Osmanlılar devrinde Ürdün’e yerleşmiştir. Ürdün’de oldukça sevilen bu zat, vaaz meclislerine geniş bir halk topluluğu katılmıştır. Başta Tasavvuf İlmi’nde olmak üzere birçok eser kaleme almıştır. Hayatı için bkz.( Muhammed Necâh Nûbanî, Muhammed Sa'id el-Kurdî, yy, 1997).
[22] Hikmet Tanyu, Ankara Ve Çevresinde Adak ve Adak Yerleri, Ankara İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1967, s. 193-195.
[23] Sabah Gazetesi, Kızların İsmi Sultan Erkeklerin Şeyhmus, //arsiv.sabah.com.tr/2005/10/20/gun113.html ( 29.04.2017).
[24] et-Tâdifî, Kalâidü’l-Cevâhir, s.97: Yûsuf bin İsmâil Nebhânî, Câmi'u Kerâmâti’l-Evliyâ, s. 408.
[25] Divan-ı Hümâyûn Sicilleri Diyarbekir Ahkâm Defterleri, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Diyarbakır 2016, c.1, s. 433.
[26] Bu bilgiler, Pir Hattab’ın soyundan olan ve Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi olan Kadri Önemli yapılan görüşmeden alınmıştır. Kadri (10.05.2017).
[27] Mehmet Yanmış, Mehmet Aktaş, “Diyarbakır Sultan Şeyhmus Ez-Zuli Dergâhı Örneğinde Tarikatların Toplumsal İşlevi”, İnternational Journal of Kurdısh Studies, c. 1, s. 1.
[28] Bu bilgiler, Şeyh Ramazan Eydo’un torunu Mehmet Nur Emen’den 03.07.2017 tarihinde yaplan görüşmeden alınmıştır.
[29] Bu bilgiler, Hamit Özcan’ın oğlu Sadeddin Özcan ile 21.01.2017 tarihinde yapılan görüşmeden alınmıştır.
[30] Bu bilgiler, Hamit Özcan’ın oğlu Sadeddin Özcan ile 21.01.2017 tarihinde yapılan görüşmeden alınmıştır.
[31] Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, ss. 348-351.
[32] “Kesk” Kürdçe bir kelime olup yeşil anlamına gelmektedir. Devamlı yeşil elbise giydiğinden dolayı kendisi bu şekilde anılmıştır. Suriye’de Arap sevenleri kendisini Şeyh Ahmet Ahder olarak bilirler.
[33] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[34] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[35] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[36] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[37] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[38] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[39] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[40] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[41] //www.amouda.com/ahmed-qadiri.htm. (29.06.2017).
[42] Hür Mahmut Yücer. Şeyh Sa'deddin Cebavî ve Sa'dilik, İnsan Yayınlan, İstanbul 2010, ss. 255257.
[43] Salâhuddîn Halîl b. İzziddîn Aybeg b. Abdillâh Safedî, el-Vafi bi’l Vefeyat, Turkî Musatafa, Ahmed Arnâvûd (thk.), Dârü İhyâ’ü-türas, Beyrut 2000, c. 29, s. 189.
[44] Ebü'l-Abbâs Takiyyüddin Ahmed b. Ali b. Abdülkâdir El-Makrizi, el-Mevaiz ve'l-İ'tibar bi- Zikri'l-Hıtat ve’l-Asar, Müessesetü'l-Furkan li't-Türasi'l-İslam, Londra 2013, c. 1, s. 272.
[45] es-Safedî, el-Vafi bi’l Vefeyat, c. 29, s. 190.
[46] İbn Hacer el-Askâlanî, ed-Dürerü’l-Kâmine fi A'yanî’l-Mietü’s-Sâmine, Muhammed Abdul Muîd Dân (thk.), Dâretü’l-Maârifi’l-Osmaniyye, Hindistan 1972, c. 2, s. 333; Takıyuddîn el- Makrîzî, es-Sülûk li Ma'rifeti Düveli’l-Mülûk, Muhammet Abdulkâdir Atâ (thk.) Dârü’l- Kutubi’l-İlmiyye, Beyrût 1997, c. 2, s. 411; Abdurrezâk Baytâr ed-Dımaşkî,Hilyetü’l-Beşer fî Târihi Karni’s-Sâlis 'Aşer, Muhammed Behçet Baytâr(thk.), Dârü’s-Sâdr Beyrût 1993, c. 1, s. 135.
[47] Yücer, Şeyh Sa'deddin Cebavî ve Sa'dilik, s. 258.
[48] Yücer, Şeyh Sa'deddin Cebavî ve Sa'dilik, s. 342.
[49] Yücer, Şeyh Sa'deddin Cebavî ve Sa'dilik, s. 343.
[50] Yücer, Şeyh Sa'deddin Cebavî ve Sa'dilik, s. 343.
[51] Yücer, Şeyh Sa'deddin Cebavî ve Sa'dilik, s. 340.
[52] Yücer, Şeyh Sa'deddin Cebavî ve Sa'dilik, ss. 77-255.
[53] Muhammet Gâzî Hüseyin Ağa, et-Tarîkatü’s-Sa'diyye fî Bilâdi’ş-Şam, Dâr’ül-Beşâir, Şam 2003, c. 2, s. 381.
[54] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, 532-39844.
[55] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ.MVL, 340-14673.
[56] Bulduk, Mardin Tarihi, s. 250.
[57] Aydın, Emiroğlu, Özel, Ünsal, Mardin Aşiret-Cemaat-Devlet, s. 379.
[58] Yücer, Şeyh Sa'deddîn cebavî ve Sa'dilik, s. 99.
[59] Bu bilgiler, Nihat Sadi ile yapılan 09.05.2017 tarihinde yapılan görüşmeden alınmıştır.
[60] Bu bilgiler, Nihat Sadi ile yapılan 09.05.2017 tarihinde yapılan görüşmeden alınmıştır.
[61] Yeni Mardin Gazetesi, “ Acı Bir Kayıp”, (15.02.1962).
[62] Bu bilgiler, Nihat Sadi ile yapılan 09.05.2017 tarihinde yapılan görüşmeden alınmıştır.
[63] Kadir Özköse, “Ahmed b. Muhammed Ticânî", DİA, TDV Yayınlan, İstanbul 2012, c. 41, s. 133.
[64] Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, s. 109.
[65] Bu bilgiler, 02.06.2017 tarihinde Abdulaziz Tatlıdede ile yapılan görüşmeden alınmıştır.
[66] Bu bilgiler, 02.04.2017 tarihinde Abdulaziz Tatlıdede ile yapılan görüşmeden alınmıştır.
[67] Bu bilgiler, 02.04.2017 tarihinde Abdulaziz Tatlıdede ile yapılan görüşmeden alınmıştır.
[68] Bu bilgiler, 02.04.2017 tarihinde Abdulaziz Tatlıdede ile yapılan görüşmeden alınmıştır.
[69] Bu bilgiler, 02.04.2017 tarihinde Abdulaziz Tatlıdede ile yapılan görüşmeden alınmıştır.