Haberin Kapısı

Mardin Tasavvuf Tarihine Genel Bakış

TARİH

Mardin’in tasavvuf kültürünü, tekkeleri, meşâyihleri ve şehrin genel tasavvuf tarihini sizler için toparladık

Mardin’in tasavvuf kültüründen bahsetmeden önce konumuzun daha iyi anlaşılması için kısaca tasavvuf tarihinden bahsetmek faydalı olur.

Tasavvuf tarihi

Tasavvufun ortaya çıkışını, müesseselerini, büyük fikir adamlarını, tarikatları ve tarîkat kurucularını, diğer İslamî müesseselerle münasebetini, tarihi seyir içinde inceleyen ilmin adıdır. Tasavvuf tarihi, genel kabul gören görüşe göre şu dönemlere ayrılmaktadır:

  • Zühd Dönemi
  • Tasavvuf Dönemi
  • Tarîkatlar Dönemi[1]

Tasavvuf tarihinde; asr-ı saâdetten başlayarak tabiîn ve tebe-i tabiîn devrini kapsayan hicrî iki asırlık dönem, zühd dönemi olarak adlandırılmaktadır.[2]

Zaten tasavvuf, başlangıçta bir zühd hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tanımı yapan Ma'ruf Kerhî’nin tasavvufu, zühdü temel alarak tanımladığı görülmektedir. Mar'uf Kerhî’ye göre: “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümit kesmektir.”22 [3]

Zühd hareketi, asr-ı saadetten sonra ortaya çıkan aşırı dünyevileşmeye bir tepki olarak doğmuştur. İlk sûfîlerden Hasan-ı Basrî, dünyevileşmenin getireceği tehlikeleri sezmiş ve etrafındakilere şu şekilde öğütte bulunmuştur: “Ey Âdemoğlu! Yapayalnız öleceksin, yapayalnız gireceksin mezara, yapayalnız dirileceksin ve yapayalnız hesap vereceksin. Öyleyse bu yalancı dünyaya neden tamah ediyorsun?” Kısa süre zarfında Hasan-ı Basrî gibi zâhidlerin etrafında halkalar oluşmuş ve belli bölgelerde zühd mektepleri oluşmaya başlamıştır. Bunların başlıcaları Medîne, Basra, Kûfe ve Horasan mektepleridir.[4]

Bu dönemde ortaya konulan fikirler, âyet ve hadislerin yorumlanması ile teşekkül ettiğinden ortaya konulan fikirler bundan sonraki dönemlere nazaran tartışma konusu olmadığı gibi bu dönemin şahsiyetleri tarîkatlar üstü şahsiyetler olarak kabul görmektedir. Zühd döneminde, Kitabü’z-Zühd’lerin dışında eser yazılmamıştır. İlk defa sûfî diye nitelenen şahıs bu devrin simalarından olmakla beraber bu dönemde genel itibariyle sûfîleri tanımlamak için; âbid, nâsik, bekkâûn, zâhid, kurrâ gibi kavramlar kullanılmıştır.[5]

Tasavvuf dönemi, tasavvufun sadece zühd olmaktan çıkıp mistik bir karakter kazanmaya başladığı, IX- XII. asırlar arası süreleri kapsayan zaman dilimidir.[6]

Önceki dönemde kavramların, âyet ve hadislerden hareket edilerek yorumlandığına değinilmişti. Bu dönemde ise ayet ve hadislerden hareket etmekle beraber değişik yorum ve te’villere başvurulmuş, farklı açılardan izahlar getirilmiş ve tasavvuf bu yorumlar sayesinde kimliğini inşa etmiştir. Bu dönemde fenâ, beka, havf, recâ, kabz, bast, mahv, isbât, vârid gibi tasavvufun kendine has kavramları oluşmuştur. Tasavvufun meselelerini ve terimlerini açıklayan en önemli tasavvuf eserleri bu dönemde yazılmıştır. Vahdet-i vücûd’un nüvesini teşkil eden şathiyelerin sahipleri Bâyezid el-Bistâmî (v. 848) ve Hallâc-ı Mansûr (v. 921) bu dönemin sûfîlerindendir.[7]

Bu dönemde, Hallâc-ı Mansûr ve Aynülkudât-ı Hemedânî’nin (v. 1131) halka açık idamlarla cezalandırılması gibi sûfîlerin kovuşturmaya uğradığı hadiseler de yaşanmıştır.[8]

Tarîkatlar dönemi ise milâdî XII. Yüzyıldan günümüze kadar devam eden dönemdir. Bu dönemde tasavvuf! tefekkürün İbnü’l-Arabî gibi büyük temsilcileri yetişmiş, tarîkatlar ortaya çıkmış, zaman zaman medrese-tekke çatışması yaşanmış, tevbe ve zikir gibi ferdî ibadetler topluca yapılmaya başlanmış ve çile, râbıta gibi önceden olmayan uygulamalar ortaya çıkmıştır.[9]

Kısaca tasavvuf tarihine bu şekilde değinildikten sonra Mardin’in tasavvuf tarihine genel olarak bakılabilir. Evvela tasavvuf düşüncesinin teşekkülünde önemli yeri olan ve bölgeye kısa süre de olsa uğrayan zatların bölgedeki faaliyetlerine değinilecektir. Daha sonra ise bölgeden olan veya bölgeye yerleşen sûfî-meşrep zatlar hakkında bilgi verilecektir.

Bilindiği üzere sûfî kelimesinin ortaya çıkış tarihi tasavvuf tarihinin önemli konularındandır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu kelime bölgede ilk olarak İmam Malik’e (v. 795) gelen birinin, Nusaybin’de sûfî diye adlandırılan bazı grupların olduğunu haber vermesi hadisesinde karşımıza çıkmaktadır.[10] Tasavvuf tarihinde sûfî lakabıyla anılan ilk kişinin Ebû Hâşim el-Kûfî (v. 150)[11] olduğu düşünülürse bu bilgi, erken dönemlerde yörede sûfîlerin bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Mardin yöresinde karşımıza çıkan ilk önemli sûfî ise Ebû Bekr Zekkâk (v. ?), Ebû Bekr Mısrî (v. ?), Cüneyd-i Bağdâdî (v. 297) gibi büyük sûfilerle görüşen ve devrinin önde gelen sûfîsi olan Ebû Bekir Dukkî (v.970)’dir.[12] [13] Birçok kaynakta tercüme-i hâline rastladığımız bu zatın yöreye uğradığına dair bilgiye ise sadece Mevlânâ Camî’nin Nefâhât’ül-Üns adlı eserinde rastlamaktayız. Kendi ağzından yörede yaşadıkları, zikredilen eserde şu şekilde geçmektedir: Nusaybin’de Semî’î’ye misafir oldum. Keyifli, sohbeti hoş biriydi ve aramızda hiçbir yabancı da yoktu. Semî'î dedi ki: Hem aramızda yabancı yok hem içimizde ilâhi söyleyecek biri de varken bu durgunluk da nedir? Dükkî: Vaktimiz semanın üstündedir. Semî’î bu ne demek dedi? Dükkî: İlahicinin söylediği ilahilerde sen ben var hâlbuki tasavvufta sen ben yok, sûfîler bir olmak zorundalar. Bu sözden sonra hal hâsıl oldu. Meclistekiler bağrışmaya elbiselerini yırtmaya başladı öyle ki mecliste elbisesini yırtmayan hiç kimse kalmadı.33 Bu hadise erken dönemlerden itibaren bölgede semâ meclislerininin kurulduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Kaynaklardan İşrâk Felsefe’sinin kurucusu Şeyh-i İşrâk Sühreverdî el- Maktul’un (v. 1191) de Mardin’e uğradığını öğrenmekteyiz. Sühreverdî; Düneysır, Diyarbakır ve Hani’de bulunmuş ve özellikle bahar aylarını Hani’de geçirmekten çok hoşlanmıştır.[14]

Sühreverdî, bölgedeyken fikir alışverişinde bulunduğu ve dostluk kurduğu kişi Fahreddin el-Mardinîdir. Yörenin yetiştirdiği en önemli simalardan olan Mardinî, zamanın önde gelen filozof ve hekimlerinden olup 1118 senesinde Mardin’de doğmuştur. İbnü’s-Salâh’tan felsefe ve İbnü’t-Tilmîz’den tıp dersi alarak bu iki alanda uzmanlaşmıştır. Mardinî, 1198 senesinde Mardin’de vefat etmiştir.

Yanında bulunanlar vefat etmeden önce söylediği son sözünün “Allah’ım sana ve peygamberine inandık.” olduğunu belirtmişlerdir.[15]

Fahreddin el-Mardinî, çevresindekilere Sühreverdî hakkında şöyle demiştir: “Bu genç ne kadar zeki ve ne kadar fesahat sahibi! Zamanımızda onun gibi birisine hiç rastlamadım. Ancak ben, düşüncesiz hamlelerinin çokluğu ve tedbirsizliği yüzünden başına bir iş gelmesinden korkuyorum.”[16] Fahreddin el-Mardinî, Sühreverdi’nin öldürüldüğünü haber alınca çevresindekilere: “Size demedim mi? İşte ben bundan korkuyordum.” demiştir.[17]

Sühreverdiyye tarikatının kurucusu olan Ebu Hafs Ömer Şihâbüddin es- Sühreverdî (v. 1234) de Mardin’in Kızıltepe ilçesine uğramıştır. Şeyhler şeyhi olan Sühreverdî’ye Abbasi Devlet’inin 34. halîfe Nâsır-Lidînillah saygı göstermiş ve kendisine diplomatik görevler vermiştir. Bu diplomatik görevler sayesinde Necmeddin Dâye (v.1256), İbnü’l-Arabî (v.1240), Mevlânâ (v.1273) ve İbü’l-Fârid (v.1235) ile görüşme fırsatı bulmuştur.[18]

Sühreverdî, bu görevleri esnasında Kızıltepe’ye de uğramıştır. Kızıltepe’de el-Câmi'ul-Ğarbi en-Nâsırî’deki vaazına şehrin ileri gelenleri de katılmış ve vaazında sûfîlerin hayatından örnekler vererek halkta tasavvuf bilinci oluşturmaya çalışmıştır.[19] Bize bu bilgileri veren ve Kızıltepeli olan İbn İlalmış[20], ayrıca kısaca Sühreverdî hakkında bilgi de vermiştir. Bu bilgiler, müellif tarafından bizzat görülüp kaleme alındığından ayrı bir öneme hâizdir. Bu nedenden ötürü onun Sühreverdî hakkında yazdıklarını aynen aktarıyoruz:

“Sühreverdî muteber bir tasavvuf şeyhidir. Amcası Ebu’n-Necîb Sühreverdî’den hırka giymiş, tasavvuf ve zühd konusunda kitaplar te’lif etmiştir. Bağdât’da fakir bir halk gurubuna vaazla irşada başlamış, zamanla meclisine kadın ve erkeklerden oluşan büyük kitleler katılmıştır. Cemaat halinde yanında gelip tevbe edenler olduğu gibi yanında İslam’ı seçen gayr-i müslimler de olmuştur. ” Müellif, onun sade elbiseler giydiğinden ve halka seci bir dille hitap ettiğinden de bahseder.47

Şeyhu’l-Ekber İbnü’l-Arabî de Mardin bölgesine gelen sûfîlerdendir. Fütûhât-ı Mekkiye ’sinde niyet kutublarının sırlarını açıkladığı kısımda bu kutuplardan bir kişi ile Kızıltepe’de karşılaştığını belirtmiştir. Bu zatın ismi, Ömer el-Firkavî’dir.[21] [22] [23] Tespit edebildiği kadarıyla bu zat hakkında bu malumattan başka bilgi bulunmamaktadır.

Ayrıca İbnü’l-Arabî, Kızıltepe’de Recebîyyun taifesinden bir zatla karşılaştığını aynı eserinde zikretmiştir. Recebîyyun taifesinin sayısı devamlı kırk kişidir, sayılarında artma olmadığı gibi azalma da olmaz. Anlattığına göre, bu zata Râfizîler domuz suretinde görünmektedir. Belirttiğine göre bu zat, ne zaman Râfizîlerle karşılaşsa onları tanımakta ve hemen tevbe etmelerini istemektedir. Sadece diliyle tevbe etmeleri halinde ise onlar domuz suretinde görünmeye devam ettiklerinden onları tekrar tevbeye davet etmekte ve ancak içten bir tevbe sonrasında insan suretinde gözükmektedirler. Hatta iki tane sünnî hadis âlimi Râfizîliğ’e kaymış fakat bunu çevrelerinden saklamaktadırlar. Recebîler taifesinden olan zat onlarla karşılaştığında durumu anlar ve onlara şöyle der: “Sizi iki domuz olarak görüyorum, bu Râfizîler hakkında Allah ile benim aramdaki bir alâmettir.” Bunun üzerine bu iki âlim duruma şaşırır ve içlerinden tevbe edince onlara: “İşte şimdi o mezhepten döndünüz, çünkü sizi insan olarak görüyorum.”45 der.

Mardin’e gelen mutasavvıfların biri de İbrahim Gülşenîdir (v.1534). Aslen Diyarbakırlı olan Gülşenî, ilim tahsili için Tebriz’e gider. Burada ilim tahsilinin yanında Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın dikkatini çeker ve sarayda önemli bir mevkiye yükselir. Burada aynı zamanda Halvetî şeyhlerinden Dede Ömer Rüşenî’ye (v. 1486) intisap eder ve seyr ü sülûkunun ardından Dede Ömer Rüşenî kendisine halifelik verir. Uzun bir süre Tebriz’de kalan Gülşeni, Akkoyunluların zayıflamasıyla baş gösteren siyasi istikrarsızlık yüzünden Mısır’a gitmek için 1501 yılında yola çıkar. Bu sefer esnasında memleketi Diyarbakır’a gelen Gülşenî, hemşerilerinin büyük sevgisiyle karşılanr.[24]

Akkoyunlu Devlet’inde merkezi idarenin zayıfladığı bu dönemde Akkoyunlu sultanları çeşitli bölgelerde hâkimiyetlerini ilan etmişlerdir. Gülşeni’nin bölgeye geldiği dönemde Diyarbakır ve Mardin, Sultan Kasım’ın hâkimiyeti altında bulunmaktadır. Gülşen’i Diyarbakır’a geldikten birkaç gün sonra da Sultan Kasım’ın kızı vefat eder. Taziye için Sultan Kasım’a giden Gülşeni, sultanın yanında kaldığı sürede acısını dindirir ve onun muhabbetini kazanır. Sultan ile Güşenî’nin yakınlaşması bazı çevreleri rahatsız eder ve onun Akkyunlu sultanı Elvend Han’ın şeyhi olduğunu belirtirler. Güleşenî’nin Diyarbakır’a da eşrafın Elvand Han’a itaat etmelerini sağlamak için geldiğini söylerler ve bundan ötürü onun kentten kavulmasını isterler. Kısa bir süre sonra Mardin’e giden Sultan Kasım ise şeyhi de yanına aldırır. Mardin’de kendisine zâviye inşa etmeyi teklif eden Sultan’ın teklifini ise “Maşrikten mağribe değin mutlak benim zâviyem iken mukayyed zâviyeye niçin mukayyed olayım?” diyerek reddeder.[25]

Fakat daha sonraki gelişmeler, Kasım Padişah’ın adamlarını haklı çıkaracak şekilde gelişmiştir. Zira Elvend, Bağdat’ta zor durumda olduğundan dolayı Kasım Padişah’tan bazı yerleri ister. Kasım Padişah elçiye Elvend’in ülkesine gelmemesini aksi takdirde kan döküleceğini söyleyerek Elvend’in isteğini geri çevirir. Elçi, padişahın yanından ayrıldıktan sora Güşenî’ye Elvend için dua ve tasiye almak üzere uğrar. Gülşenî, dua ettikten sonra elçiye şöyle der: “Benden oğluma selâm söyle, doğru Mardin’e gelsin ve Mardin’in zehrini Müslümânlardan ref eylesin. Kimse önünde duramaz” der.[26]

Elçi, Sultan Elvend’e haber verince ordusunu hazırlar ve Mardin’de Kasım’ın üzerine yürür. Bir baskınla ordusunun çokluğuna güvenen Kasım’ı esir alır ve askerlerinin çoğunu öldürür.[27]

Şeyh, kutlama için Elvend’e geldiğinde büyük saygı görür ve Elevend onun zaferde büyük pay sahibi olduğunu ikrar eder. Ayrca Elvend, Mardin kalesinin kan dökülmeden teslimi için şeyhten yardım talep eder. Gülşenî’nin teşebbüsleriyle kale fethedilir. Bölgede uzun süre kalan Gülşenî, daha sonra Mısır’a yerleşmiş ve vefatına kadar faaliyetlerini burada sürdürmüştür.[28]

Görüldüğü üzere tasavvuf ilminin teşekkülünde önemli rolleri olan bu zatlar bölgeyi ziyaret etmiş ve yörede karşılaştıkları sûfî-meşrep zatlardan bahsetmişlerdir. Yörede geçirdikleri zamanlardaki faaliyetleri hususunda elimizde detaylı malumat bulunmasa da bu zatların yöreyi ziyaret etmesi ve daha sonra yöreden bahsetmeleri veya yörenin müelliflerinin daha sonra burada geçirdikleri zamanlarla onları anması önemli bir husustur.

Bunun yanında aşağıda hayatları aktarılacak olan ve yöreden olan ya da sonradan buraya yerleşen sûfîler de mevcuttur. Bu zatlardan, bölgede yetişen tabakat müellifi İbn İlalmış’ın ve bölgeye gelen seyyahların bahsettikleri zatlara değinilecektir.

İbn İlalmış’ın bahsettiği zatların ilki, Ebu'I-Meâlî b. Ebi'l-Ceyş ed-Düneysırî (v. ?)’dir. Bu zat, Şam’a ve Halep’e ilim tahsili için gider. Şam’da meşhur kurrâ Ebû Ca'fer el-Kurtubî’den (v. 1200) ders alır. İlim tahsilinin ardından Duneysir’a gelir ve burada zâhidane bir hayat sürmeyi tercih eder. Devamlı halvet halinde olan ve insanlar arasına karışmayan bu zat, devamlı Kur’an okur ve şöhreti sevmezdi. Sultanlar ve yakınlarıyla beraber olmaktan özellikle kaçınır hatta kendisine teklif edilen imamlık görevini devlet büyükleri ile karşılaşmamak için kabul etmemiştir.[29] Bu zat hakkında kaynağımızın verdiği bilgiler bunlarla sınırlıdır ve araştırabildiği kadarıyla kendisinden bahseden başka bir kaynak bulunmamaktadır.

Kendisi hakkında fazla bilgi sahibi olmadığımız Ebû Umran Mûsâ el-Mâkisî (v. 1211) de İbn İlamış’ın bize tanıttığı zâhidlerdendir. İbnü’l Cevzî (v. 1201) ve İbn Küleyb el-Haırânî’den (v. 1200) hadis ve Ebû Muzaffer’den (v. 1218) fıkıh dersleri almıştır. İlim ile ameli bütünleştiren el-Mâkisi, Düneysir’de bulunan Şihâbiyye Medresesin’de ders vermiştir. İlmî münazaralarda sesini yükseltmez, karşısındakileri sıkmamaya çalışır ve sadece gerçeklerin ortaya çıkmasını hedeflerdi. Zâhid olan bu zat aynı zamanda halvette bulunmaktan hoşlanır, genelde sâlihlerin hayatını araştırmak ve zühd kitaplarını okumakla meşgul olurdu. Devamlı zikir halinde bulunmaya çalışır ve çokça sadaka verirdi.[30]

İbn İlalmış, onun yanında fıkıh dersi aldığını ve Mekke yolculuğunda ona arkadaşlık ettiğini söyler. Arafat’a vardıktan sonra yaşadıklarını ise şu şekilde anlatır: “Arafat’ta yoğun bir şekilde duaya başladı. Ağlamaktan dua yapamaz hale gelince bana “sen dua et ben âmin diyeyim” dedi. Yaptığım dualara o kadar içten âmin diyordu ki ben onun âmin demesini kendi duama tercih ederim.”[31] Bu zat, 1211’de vefat etmiştir.[32]

Ebu Hafs Ömer Bin Abdullah el-Maridi el-Hayyât (v. ?) da İbn İlalmış’ın bize tanıttığı sûfîmeşrep zatlardandır. Bu zat, İbni Karkûbiyye olarak bilinir. İlim tahsili yapıp yapmadığı konusunda sadece Târîhu Medîneti Dımaşk eserinin müellifi Ebu’l-Kâsım İbn Asâkir’den (v.1176) hadis dinlediğine değinir. Bir dönem Mardin’de de bulunan İbn Asâkir’den hangi şehirde hadis aldığına ise değinmemiştir. Muhtemelen yaşadığı dönemde bu zat daha çok ibadete düşkünlüğü ve zühdü ile tanındığından zikredilen mevzularda hakkında daha ayrıntılı bilgiler nakleder. İlalmış’ın naklettiğine göre İbni Karkûbiyye namaza, oruca çok düşkün, devamlı zikirle meşgul ve genelde halvet halinde olmaya çalışan bir zattır. Fakihlerin ve diğer ilim erbâbının sohbetinde bulunmaktan hoşlanırdı. Bu nedenle bir âlimin veya zâhidin Duneysir’e geldiğini duysa hemen halvetten çıkarak derhal onları ziyaret ederdi. Kaynağımız, Duneysir’e gelen Ebu’l-Harem en-Nahvî’yi (v. 1218) İbni Karkûbiyye ile beraber ziyaret etmiştir.[33]

Meslek sahibi olan İbni Karkûbiyye terzilikle geçinir, sadaka kabul etmezdi. Mesleğini icra ederken müşterilerinden mümkün olan en az ücreti almaya çalışır, bulunduğu ortamda mâlâyânî konulardan bahsedilmesine müsaade etmezdi buna rağmen bu konularda konuşulsa derhal o meclisi terk ederdi.[34] Bu zatın vefat tarihi ve vefat yeri hususunda ise elimizde bilgi yoktur.

İbn İlalmış’ın, eserinde “Düneysirli veya Düneysir’e uğrayan zâhidler” bâbında zikrettiği Ebu Bekr İbnu’l-Hasan bin Halef es-Sereyânî (v.?) de bölgede yaşayan zâhidlerdendir. Ebu Bekr İbnü’l-Hasan bin Halefin nisbesini aldığı “Sereyâni” el-Cezire bölgesinde bir köyün ismidir.[35]

Bu zat, çok seyahat eden ve Allah yolunda savaşı seven biriydi. Cihadı sevmesinden özellikle bahsedilmesi haçlılarla yapılan muharebelere katılmış olabileceğini akla getirmektedir. Hicaz’ı hac mevsimi dışında da defalarca ziyaret etmiştir. İbn İlalmış, Duneysir’e defalarca gelen bu zatı ziyaret etmiş ve kendisinden Ebi’l-Hasan el-Cezerî’den (v. ?) naklettiği şu ilginç hadiseyi dinlemiştir:

“Peygamberimizi rüyada görüp ondan hadis dinlemeyi çok arzuluyordum. Bir cuma gecesi arzuma kavuşmak umuduyla namaz kılıp bin salavat getirdikten sonra uyudum. Rüyamda peygamberimizi gördüm ve ona kendisinden hadis dinlemek istediğimi söyledim. Bana olur dedi ve şu hadisi söyledi: “Kim benden hadis rivayet eder ve bu hadisin anlaşılması için çabalarsa Allah onun evini şereflendirsin, insanlar içindeki saygınlığını artırsın.” Uyandığımda hadisi hatırlayamadım bunun üzerine tekrar aynı rüyayı görme umuduyla iki rek 'at namaz kılıp uyudum. Rüyamda gene peygamberimizi gördüm ve kendisine hadisi unuttuğumu söyleyince bana aynı hadisi söyledi. Ama uyandığımda hadisi yine unuttuğumu fark ettim. Bu olay üç kere daha aynı şekilde tekrar etti. Tekrar namaz kılıp uyudum fakat rüyadan artık umutsuzdum. Uyuduğumda tekrar aynı rüyayı gördüm ve peygamberimiz bana aynı hadisi söyledi: “Kim benden hadis rivayet eder ve bu hadisin anlaşılması için çabalarsa Allah onun evini şereflendirsin ....” hadisin devamı gelmeden uyandım. Hadisin devamı olan “insanlar içindeki saygınlığını artırsın” cümlesini uyanıkken işitim ve hadisi ezberledim.”[36]

Araştırılabildiği kadarıyla es-Sereyânî hakkında anlatılan bu ilginç rüya dışında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

Bölgeye gelen ünlü seyyah İbn Cübeyr’in (v.1217) bahsettiği sûfî ise, Şeyh Ebu’l- Yakzân (v. ?) isimli zattır. İbn Cübeyr, bu zatın Nusaybin’deki büyük caminin bitişiğindeki zâviyede yaşadığını belirttikten sonra ondan şu övücü sözlerle bahseder:

“Şeyh Ebu’l-Yakzân’ın teni siyah içi ise tertemizdir. Allah ’ın gönlüne iman nurunu bahşettiği evliyalardandır. Makâm ve kerâmet sahibidir. Zühd ve inzivanın bedenini zayıf düşürmesine karşılık ibadetler yapısını tazelemiştir. Elinin emeğiyle geçinmekte ve yarın için bir şey biriktirmemektedir.”[37]

İbn Cübeyr, Şeyh Ebu’l-Yakzân hakkındaki düşüncelerini bu şekilde belirttikten sonra, onunla karşılaştığı için Allah’a şükreder.[38]

İbn Cübeyr’den yaklaşık bir asır sonra Nusaybin’e gelen ve uğradığı yerlerin tasavvuf hayatı açısından önemli bilgiler veren İbn Battûta[39], İbn Cübeyr’in bahsettiği bu zâviyeden bahsetmez. Nusaybin halkının dindar olduğunu söyler. Fakat Nusaybin’den sonra uğradığı Sincar’da bir tekkenin varlığından ve tekkede bulunan keramet sahibi, kırk günde bir yemek yiyen Şeyh Abdullah Kürdî’den bahseder. Sincar’dan sonra uğradığı Mardin’de ise Artuklu melikinin birçok zâviye inşa ettiğini söylerse de zâviyelerin tasavvufi yönünden bahsetmez ve Melik’in bu zâviyeleri yemek yedirmek için yaptırdığını söyler.[40]

İbn Battûta’nın Mardin’de karşılaştığı sûfî ise Kâdı Burhaneddin’dir. Kâdı Burhaneddin; sert yünden yapılan, değeri on dirhem bile etmeyen elbise giyen ve Şeyh Feth el-Mavsılî'ye intisap eden bir zattır. Sarığı da böyledir. Kâdı Burhaneddin çoğunlukla mescidin sahnında ibadetlerini yapar ve burada davalara bakar. Onu daha önce görmeyen biri onu kâdı değil de hizmetçi sanırdı.61

İbn Battûta Kâdı Burhaneddin’den bu şekilde bahsettikten sonra onun hakkında kendisine anlatılan şu hadiseyi anlatır:

Kâdı, mescidin dışında iken, bir gün bir kadın onun yanına gelir. Onu tanımadığı için de "İhtiyar, kâdı nerededir? " diye sorar. Kâdı: "Onunla ne işin var ?" der. Kâdın: "Kocam beni dövdü. Onun benden başka bir eşi daha var ve ikimize eşit davranmıyor. Bu yüzden ona kâdıya gitmeyi önerdim. Fakat o, kâdıya gelmeye yanaşmadı. Fakir olduğumdan onu mahkemeye getirtmek için kâdının görevlendireceği adamlara verecek param da yoktur. (Bu yüzden ben kendim geldim) " Kâdı: "Kocanın evi nerededir? Kadın: "Şehrin dışında Mellahin (Kabala) köyündedir" der. Kâdı Burhaneddin, kadına "Ben seninle beraber onun yanına geleceğim." der. Kadın "Vallahi sana verebileceğim param yok" der. Kâdı der ki: "Buna karşılık senden bir ücret almayacağım. Sen köye git ve köyün dışında beni bekle. Ben de ardından geleceğim." Kadın, kendisine tembih edildiği üzere köyüne gitti ve kâdıyı beklemeye başladı. Kâdı, kadını takip ederek kocasının evine gelir. Koca, kâdıyı görünce: "Seninle beraber gelen bu uğursuz adam da kim" diye sorar. Bu sözü duyan kâdı şu cevabı verir: "Vallahi, ben senin dediğin gibiyim. Fakat sen önce, eşini razı etmelisin". Söz uzayınca etraflarına insanlar toplandı. Gelenler kâdıyı tanıyarak selam verdiler. Bunu gören adam korkmaya başladı ve mahcup oldu. Kâdı ona şunu söyledi: "Korkma, eşinle aranı düzelt". Adam da hanımını hoşnut etti. Bunun üzerine kâdı, almış olduğu o günkü nafakasını da onlara vererek köyden ayrıldı. 62

Bu hadiseyi de anlattıktan sonra İbn Battûta kâdı ile görüştüğünü ve kâdının kendisini evinde misafir ettiğini nakleder.63

Bölgede, zühd döneminin ilk devirlerinden itibaren sûfîlerin bulunduğu ve tasavvufi hayatın canlı olduğu görülmektedir. Bu sûfi-meşrep zatların elinin [41] [42] [43]

emeğiyle geçinme, çevresindeki insanlara yardımcı olma, ilim tahsil etme ve ilim tedrisatında bulunma gibi güzel hasletlere sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Çalışmanın birinci ve ikinci bölümünde görüleceği üzere tasavvuf kültürünün günümüze kadar devam ettiği görülebilmektedir.

Ahmet Arslan

Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı
Tasavvuf Bilim Dalı

------------------------------------------------

[1] H.Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2015, s. 76.

[2] Kadir Özköse (Ed.), Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yayınlan, Ankara 2012, s. 237, s. 109.

[3] H.Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 29; Ethem Cebecioğlu, “Prof. Nichols’un Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”, AÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 29, s. 389.

[4] Annemarie Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları, Ergün Kocabıyık (Çev.), Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001; s. 49, H.Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 101.

[5] Kadir Özköse (Ed.), Tasavvuf El Kitabı, s. 122.

[6] Özköse, Tasavvuf El Kitabı, s. 141.

[7] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, Dergâh Yayınlan, İstanbul 1995, s. 104; Hülya

Küçük, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihine Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul 2015, s. 186; Kadir Özköse (Ed.), Tasavvuf El Kitabı, s. 143.

[8] Annemarie Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları, s.18; Hülya Küçük, Ana Hatlarıyla Tasavvuf

Tarihine Giriş, s. 259.

[9] Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 75; Hülya Küçük, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihine Giriş, s. 319.

[10] Kâdî İyâz, Tertîbü’l-Medârik ve Takrîbü’l-Mesâlik, Abdulkâdir es-Sehrâvî (thk.), Matbe’tü Fedâle-el-Muhammediyye, Mağrib 1966, c. 2, s. 53.

[11] Süleyman Uludağ, “Sûfî”, DİA, TDV Yayınlan, İstanbul 2009, c. 37, s. 471.

[12] Ebû Abdîrrahman es-Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, Mustafa Abdulkâdir Atâ (thk.), Dârü’l- Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1998, s. 335; Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân ez-Zehebî, Tarihu’l-İslam ve Vefâyati’l-Meşâhir ve’l-A’lâm, Beşâr Avâd Ma’rûf (thk.), Dârü’l- Garbi’l-İslâmî, yy 2003, s. 154; Câmî, Abdurrahman, Nefehâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Muhammed Edîb Câdir ( thk.), Dârü’l Kütübi’l-'İlmiyye, Beyrût 2003, s. 281.

[13] el-Câmî, Nefehâtü’l-Üns, s. 282.

[14] Seyyid Yahya Yesribî, Kalender ve Kale- Şeyhu’l-İşrâk Sühreverdî’nin Hayat Hikâyesi, Kenan

Çamurcu (Çev.), İnsan Yayınları 2015, s. 199-212.

[15] İbn Ebî Usaybia, 'Uyûnu’l-Enbâ fî Tabakâti’l-Etıbbâ, Dârü Mektebeti’l-Hayat, Beyrût ts., s. 402­

403.

[16] Şemsuddîn eş-Şehrezûrî, Nuzhetü’l-Ervâh Bilgelerin Tarihi ve Özdeyişleri, Eşref Altaş (çev), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2005, s. 874.

[17] İbn Ebû Usaybia, 'Uyûnü’l Enbâ’, s. 590.

[18] Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, İz Yayınları, İstanbul 2006, s. 106-107.

[19] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, İbrahim Salih (thk.), Darü’l-Beşâir, Dımaşk 1992, s. 27.

[20] Bu zat, Kızıltepe’de 1178 yılında doğmuş 1242 yılında vefat etmiştir. Kızıltepeli olan veya buraya sonradan gelen âlimlerin hayatını kaleme alan Târîhu Düneysir adlı eseri kaleme almıştır. Bu eser devrin ilim ve tasavvuf hayatını gösteren ve bölgede yaşayan biri tarafından telif edilen nadir eserlerdendir. Bizde bu bölümde büyük oranda onun eserinden istifade ettik. Tarihçi, muhaddis ve tıp âlimi olan bu zat ve eseri Târîhu Düneysir için bkz. (Abdurrahman Acar, Artuklu Tarihinin Bilinmeyen Bir Kaynağı: Ömer b.Hıdır b. İlalmış’ın Tarihu Dünseysiri, 15.Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 2010, c.3, s.635-65).

[21] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 143-144.

[22] Muhyiddin Muhammed İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiye, Ekrem Demirli (çev.), Litera Yayıncılık,

İstanbul 2014, c. 2, s. 160.

[23] Muhyiddin, Muhammed İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, c. 6, s. 119.

[24] Himmet Konur, İbrahim Güşenî, Hayatı, Eserleri, Tarikatı, İnsan Yayınlan, İstanbul 2000, s.116. _

[25] Konur, İbrahim Güşenî, Hayatı, Eserleri, Tarikatı, s. 117.

[26] Konur, İbrahim Güşenî, Hayatı, Eserleri, Tarikatı, s. 117.

[27] Konur, İbrahim Güşenî, Hayatı, Eserleri, Tarikatı, s. 117.

[28] Konur, İbrahim Güşenî, Hayatı, Eserleri, Tarikatı, s.118.

[29] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s.37; İbnü’l-Adîm, Büğyetü’t-taleb fî Târihi Haleb, Sehîl

Zekâr (thk.), Dârü’l-Fikr, yy ts., c. 10, s. 4629.

[30] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 127.

[31] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 128.

[32] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 128.

[33] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 139.

[34] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 139.

[35] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 141.

[36] İbn İlamış, Kitâbû Târihi Düneysir, s. 141.

[37] İbn Cübeyr, Rihletu İbn Cubeyr, Dâru Mektebetu’l-Hilâl, Beyrut ts. , s. 193.

[38] İbn Cübeyr, Rihletu İbn Cubeyr, s. 193.

[39] A.Sait Aykut, “İbn Battûta”, DİA, TDV Yayınları, İstanbul 1999, s. 361.

[40] İbn Battûta, Tuhfetü’l-Enzâr fî Garâibi’l-Emsar ve Acâibi’l-Esfâr, c. 2, s. 84.

[41] İbn Battûta, Tuhfetü’l-Enzâr fî Garâibi’l-Emsar ve Acâibi’l-Esfâr, c. 2, s. 86.

[42] İbn Battûta, Tuhfetü’l-Enzâr fî Garâibi’l-Emsar ve Acâibi’l-Esfâr, c.2, s. 87.

[43] İbn Battûta, Tuhfetü’l-Enzâr fî Garâibi’l-Emsar ve Acâibi’l-Esfâr, c. 2, s. 88

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.