Resulullah (s.a.v.)’ın devrinde ilimlerin hepsi şekil itibariyle hududları çizilmemiş, prensip itibariyle de belirgin hale gelmemişti. Ancak O’ndan sonra gelen İslam alimleri, İslam şeraitini çeşitli yönleriyle okuyup, derinliklerine daldıkları zaman İslam’ı tüm yönleriyle ihata etmek ve eğitimini kolaylaştırmak için bazı bölümleri ayırıp, taksimatını yapmak ihtiyacı duydular. Bu ihtiyaç sebebiyle ilimlerin sınırlarını çizmiş, belirgin hale getirip isimlerini koymuşlardır. İşte bu esastan hareket edilerek, ilimlerin hududu çizildi, bilinen kısımları ayrıldı. Her birine hususi bir isim kondu.
Tasavvuf da böyle idi. İlk zamanlar prensipleri belirlenmemiş ve özel bir isim konmamıştı. Ancak çeşitli ilimler arasında dağınık halde bulunuyordu. Fakat, ona işaret eden Kur’an ayetleri, Peygamber (s.a.v.)’in Hadisleri mevcuttu.
Nasıl ki, İslam alimleri, hususiyetleri dolayısıyla, çeşitli ilmi cemaatlere ayrıldılar. Her biri, sahasındaki ilimleri öğretmeye başladı. Bunlardan bir kısmı kendi dallarında büyük bir ilerleme kaydederek imamlık seviyesine ulaştılar. Aynı şekilde tasavvuf dalında da büyük önderler yetişti. İnsanın içini temizlemeye, nefsini terbiye etmeye çalıştılar. Ruhi hastalıklara karşı çetin mücadeleler vererek tasavvufta imam ve önderler oldular. Bize düşen, bu konuda onlara uymak, amel ve nasihatlarıyla aydınlanmak, kalbi ve ruhu temizleme hususunda onları önder ve rehber kabul etmektir.