Haberin Kapısı

İstikamet Ne Güzel Keramettir

TASAVVUF

Evet, şüphe yok ki ruhi hayat, ancak mücahede ve riyazetle elde edilir. Hem de kulun mutlaka uğrunda gayret sarfetmesi gereken bir hayattır. Cenab-ı Hakk fazl-ü kereminden bu batıni ni’meti ve ruhi hayatı dilediği şekilde insana verebilir,

Ey irşad talebinde bulunan kardeş, Allah (c.c.) seni de bizleri de hakka ve doğruya kavuştursun. Amin! Bilesin ki, harikulade şeyler iki türlüdür. Birincisi ilimler ve maarif-i ilahiyye ki, Vacibü’l-vücud olan Cenab-ı Hakk’ın vücud (varlık) ve sıfatlarına taalluk eder. Bu, akıl hududunun gerisinde, bilinenin, itiyad haline getirilenin aksinedir ve madde üstüdür. Cenab-ı Hakk has kullarını bununla imtiyaz sahibi kılmıştır. İkincisi ise mahlukatın suretlerini keşfetmek, alemi ilgilendiren bazı gayblardan haber vermektir. Birincisi hak sahibelerine ve ma’rifet erbabına mahsustur. İkincisi ise hem hak hem de batıl insanlara şamildir. Çünkü bu, sapık olan istidrac sahiplerinin elinde de gerçekleşebilir.

Avamın nazarında değerli ve muteber olan da bu ikincisidir. Hatta bu hal istidrac ehlinin elinde de görülse, cehaletleri sebebiyle ibadet edercesine itibar ederler. Hatta bu mahrumlar, birinciyi kerametten saymazlar. Onlarca keramet, mahlukatın suretlerini keşfetmek ve gaiblerden haber vermekten ibarettir.

ikinci gruba dahil olan hak ve batıl sahiplerini birbirinden ayırmanın ölçüsü şudur: Eğer o şahsın şeriat üzere bir istikameti varsa, sünnet-i seniyyeye bağlıysa, huzuruna gelindiği zaman kalbde bir meyil, cezbe ve Allah (c.c.)’a bir yöneliş husule geliyorsa o haktır. Aksi olursa batıldır.

Şeyhü’l-İslam El-Herevi der ki; “Bende tecrübeyle sabit olan şudur: Ma’rifet ehlinin feraseti, yarayanla yaramıyanı ayırmak ve Allah (c.c.)’la iştigal eden isti’dat sahipleriyle, isti’datsız olanları tanımaktır. Neticede de onları ona göre irşad edip, terbiye ederler. Zamanımızda ise insanlar itikad ve ameli ne olursa olsun kendisinden harikulade birşey zuhur eden herkese GAVS ve KUTUB diyorlar. Halbuki onlar gavsiyyet ve kutubluğun ne kokusunu almış ve ne de semtine uğramışlardır.” Selefi salihin (Allah c.c.’ın rahmeti üzerlerine olsun)in açıklayıp muhterem pederimin de te’yid ettiği gibi; eğer bir kişinin havada uçtuğunu, suda yürüdüğünü görseniz bile, ekseri hallerinde sünnet-i seniyyeye (en üstün salatu selam o sünnetin sahibine olsun) uymuyorsa onu hiçbir şey sayma. Böyle birinin eteğine yapışmak caiz değildir.

Hatta, sufiyye kerameti gizlemenin vacib olduğunu, ancak irşad talebesinin itikadını sağlamlaştırmak veya kendisine hal galip olmak gibi durumlarda keramet gösterilebileceğini söylemişlerdir.

Evet, şüphe yok ki ruhi hayat, ancak mücahede ve riyazetle elde edilir. Hem de kulun mutlaka uğrunda gayret sarfetmesi gereken bir hayattır. Cenab-ı Hakk fazl-ü kereminden bu batıni ni’meti ve ruhi hayatı dilediği şekilde insana verebilir, Zira O. her şeyden yüce ve büyüktür. Dilediği ve istediği şeyi yapar.

Bu münasebetle, riyazetin önce geldiğini, Allah (c.c.)’a vüsulün ise onu takip ettiğini ve buna süluk dendiğini anlamamız gerekir. Bazen de aksi olur, önce vüsul hasıl olur, daha sonra ibadetlere ve mücahedeye rağbet ve muhabbet artar. Bu yola da CEZBE denir. Bu hal başlangıçta insan kalbinin bir mürşid-i kamil vasıtasıyla Allah (c.c.)’a ünsiyet kesbetmesiyle, veya zahiri sebebi bulunmayan bir yolla kendisinde meydana gelir. Daha sonra süluka yönelerek kemale doğru merhaleleri kateder.

Muhterem pederimin (kuddise sırruh) yolunda da cezbenin süluktan önce geldiğini görüyoruz. Kendisi meczubi salikinlerdendi. (Yerinde belirtildiği gibi bu yol mertebece öbüründen daha üstündür.) Yaklaşık olarak otuz sene cezbe hayatı yaşadı, ancak ondan sonra ayıldı ve süluka geçti, onun tarikatı da fazla riyazet ve süluku gerektirmez. Sebebine gelince; bu tarikatta vüsul cezbe iledir, sülukla değil.

Konumuz olan bu cezbe, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sünnet-i seniyyesine ittiba etmenin bereketindendir. Zira sünnete ittiba etmek, Allah (c.c.) nezdinde sevilmeye götürür. Resulullah (s.a.v.)’a benzerlik zahiri de olsa, sahibi için bir cezbe meydana getirir ve Allah (c.c.)’ın rahmetinin kapısı da açıktır Cenab-ı Hakk hepimizi sühnet-i seniyyeye uymakta muvaffak kılsın.

Salikin iki ameli yerine getirmesi vaciptir. Bunlardan biri lazım ve vazgeçilmezdir. Oda zahiri ve batini tüm şer’i hükümleri hayatına tatbik etmektir. Diğeri ise müstehaptır ki, çokça zikretmektir. Ahkam-ı şer’iyyeyi hayata tatbik etmek Allah (c.c.) ın rızasını celbeder. Zikri çoğaltmak ise rızanın çoğalmasına vesile olur, işte tasavvufi manadaki sülukun özeti budur.

Burada sufiyye ıstılahındaki nefsin cezbe ve süluktan önceki ve sonraki makam ve tabakalarını zikretmemiz uygun düşer.

Bunlardan ilki: NEFS-i EMMARE’dir. Maddi tabiata ve şehvetlere meyleden nefistir. Şerlerin ve kötü ahlakın barınağı budur. Kibir, hırs, şehvet, hased, kin, gazab ve cimriliğin başlangıç noktasıdır. Sahibi tezkiyeye başlamadığı müddetçe NEFS-i EMMARE’nin hali budur.

Eğer bu nefsin sahibi herhangi nev’iden bir tezkiye ve süluke başlarsa, NEFS-i LEVVAME’ye dönüşür. Bu makamdaki nefis tam kemale ermeden nurlanan nefistir. Bazen isyan eder, bazen de pişman olup sahibini yaptığı kötülüklerden dolayı (levm) tenkid eder. Kısacası bu nefis pişmanlık ve nedamet kaynağıdır. Zira heva ve hırs başlangıcıdır.

Tezkiye çoğaldıkça NEFS-İ MÜTMAİNNE’ye

dönüşür. Bu nefis kötü sıfatlardan arınmış, kemalatın itmi’nanına kavuşmuş olan nefisdir.

Tezkiyenin devamı sayesinde NEFS-İ MÜLHİME’ye dönüşür. Bu nefis Allah (c.c.)’ın kendisine ilmi, tevvazuu, kanaatkarlığı ve cömertliği ilham ettiği nefistir. Sabrın, tahammülün ve şükrün kaynağı da budur.

Tezkiyenin artırılmasıyla NEFS-İ RAZİYE’ye dönüşür. Bu nefis Allah (c.c.)’a teslim olmak, emirlerine boyun eğmek, İlahi hükümlere ve sünnet-i seniyyelere ittiba etmekten lezzet almanın başlangıcıdır. Cenab-ı Hakk’ın

“Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.” (1) buyurduğu gibi rızanın kaynağıdır. Daha sonra NEFS-İ MERZİYYE’ye dönüşür. Bu Allah (c.c.)’ın kendisinden razı olduğu nefistir. Bu rızanın eseri ki, onda ihlas, ma’rifet, fiillerin tecellisi ve Allah (c.c.)’ı anmaktan bir an bile olsun gaflete düşmemeyi doğurur.

Bu da bilahere NEFS-İ KAMİLE’ye dönüşür. Bu nefis kemalatın kendisi için tabiat ve seciyye haline geldiği nefistir. Durmadan kemalata yükselir. Kullara dönüp onları irşad ve kemale erdirmekle emrolunur. Bunun makamı esma ve sıfat-ı ilahiyyenin tecelli makamıdır. Bu nefis Allah (c.c.)’la kalır. Allah (c.c.)’a gider. Allah (c.c.)’tan başka dayanağı yoktur. İlim ve ma’rifetleri Allah (c.c.)’tan kaynaklanır, şeri kemalatla ahlaklanır. Kur’ani hakikatlerle boyanır. Muhammedi (s.a.v.) nurlarla nurlanır, insani manaların kemalatına yükselir. Sahibi de gerçek manada insan-ı kamil olur.

Ey irşad talebinde bulunan kardeşim, Allah (c.c.) seni de bizleri de hakka ve doğruya kavuştursun, Amin! Bilesin ki, iki şey batıni nisbetin alametlerindendir. Birincisi zikrin ve Allah (c.c.)’ı her yerde hazır ve nazır görmenin yerleşmiş bir meleke haline dönüşmesidir. Böyle bir melekeye sahip olan kişide ilahi huzur kesikliğe uğramaz. Dolayısiyle o da bu huzuru elde etmek için zorluk ve meşakkat çekmez. İkincisi, nefsin ibadet, muamelat ve ahlak gibi şer’i hükümlere, tabii zevk ve lezzetlere rağbet duyması, şer’i yasaklardan da tabii yasaklardan kaçındığı gibi kaçınmasıdır.

Ey irşad talebinde bulunan kardeşim, böylece tasavvufun zahiri ve batıni tüm şer’i amellere ünvan olduğunu özet halinde anlamış bulunuyorsun. Farzlar ve vacipler dairesinde şeriatın zahiri ile batınına ve bunların her ikisine gereken önemi vermeye ve bunları birleştirmeye “VELAYET-İ AMME” denir. Ki, bu derecenin elde edilmesi her mü’mine gereklidir. İkinci dereceye gelince, bol miktarda zikre önem vermekle beraber nafile ibadetlerde de ilerlemek, onları benimsemektir. Bütün hal ve hareketlerinde bir an olsun Allah (c.c.)’ın zikrinden, murakabesinden ve huzurundan gafil olmamaktır. Ta ki, ibadetlerde ve sair amellerinde ihsanın keyfiyeti yerleşmiş olsun. Yaptığımız her şeyi Allah (cc.)’ın müşahedesinde ve O’nu görür gibi yapmış olalım. Eğer biz O’nu göremiyorsak da O’nun bizi görmüş olduğunu bilmiş olalım. İşte bu dereceye “VELAYET-İ HASSA” denir. Salik ve mürid bu yolda yürüdükleri halde dinin kemalini isteyenlerdir.

Sülukun hakikatı; bu iki derecenin zahiri ve batını amellerinde gayret göstermek ve onları ıslah edip takviye etmektir. Hakim ve hazık olan mürşid de ancak bu ıslah yolunu işaret edip gösteren delildir.

Tasavvufun hakikatı zahir ve batını tamir etmekten ibarettir. Zahirin ıslahı, söz ve fiilin şeriat-ı garraya uygun düşmesidir. Batının ıslahı ise kalp ve ruhun faziletlerle donatılması, pislik ve rezaletlerden tahliye edilmesidir.

İrşad talebinde bulunmak mürid, nefsinde bu gayreti göstermek, amel ve ıslahatı yapmak üzere mürşidine söz veren kimsedir. İrşad edici şeyh ise müridini tecrübesi, bilgisi ve basireti nisbetinde yönetmeye ve onu ilmi ve ameli olarak irşad etmeye, amelle ilgili zahiri ve batıni hastalıklarını teşhis edip, mesleğinin erbabı olan bir doktor gibi tedavi etmeye söz veren kimsedir.

Bütün bunlardan gaye, farklı riyazetler, çeşitli vesileler ve değişik ilaçlarla vicdani imanın derecelerini elde etmek, Allah (c.c.)’a dönüşün, tevbenin, ciliğin, cömertliğin, hayanın, iffetin, başkalarını kendine tercih etmenin, kanaatkarlığın, hikmetin, şeçaatın, sırrı muhafaza etmenin çeşitli mertebelerine ulaşmaktır. Ayrıca, insani manaların kemale ulaşması için çeşitli riyazet, mücahede ve tedavi yolları vasıtasıyla şehvet, gazab, kin, hased, cimrilik, tekebbür, hırs, kendini beğenme, riya, gıybet, kovuculuk, yalan, korkaklık, asık suratlılık, tembellik, günahkarlık, sırrı ifşa etme ve benzeri muhtelif rezaletleri insan ruhundan atıp uzaklaştırmaktır. Ama bu yolun uzun, hem de çok uzun olduğu gözden ırak tutulmamalı. Özellikle himmet ve gayretlerin çokça azaldığı bu asırda, ama Allah (c.c.)’ın fazl u keremi kesilmez.

Nitekim Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’inde:

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere biz elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah ihsan erbabıyla beraberdir.” (2) buyurur.

Çalış, cihad et, perdeli bütün manaları müşahede edeceksin.

Müridin vecd, cezbe, istiğrak, hayali bir noktada toplamak, elem duymak ve tabiat haline gelmiş aşk gibi elinde olmayan şeylere üzülmemesi, ihtiyarında olan Resulullah (s.a.v.)’ın ahlakıyla ahlaklanmada, sünnet-i seniyyeye ittibada ilerlemeye önem vermesi gerekir. Zira gayr-ı ihtiyari olan şeyleri elde etmeye çalışması, süluk yoluna engeldir. Hatta bazı zamanlar amel ve taattan uzaklaşır, kendisini gayeye ulaştırmıyor zannıyla onlarla meşgul olmaktan vazgeçer. Bazen arzu ve maksadının vecd ve istiğraklar olduğunu mürşidinin bilmediğini su-i zan edecek kadar yanılarak işi sürükler, Bazen de “bu kadar cehdime rağmen muvaffak olamıyorum, istiğraka dalamıyor ve kendimden geçemiyorum.

Nerede o;

“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere biz elbette yollarımızı gösterir” (3) ayetiyle sabit olan

“Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım” kudsi hadisteki ahdler?.. diyerek Allah (c.c.)’a küser, darılır.

Çoğu zaman bazı müridleri nefis tezkiyesi hususunda bir şey elde edemediği, mesafe kat edemediği endişesiyle üzüntülü ve tedirgin görüyoruz. Halbuki durum zannettikleri gibi değildir, zira zikre ve sohbete devam eden kişi için elbette nisbet hasıl olur, tedrici bir şekilde halden hale intikal eder. Ancak, intikal tedrici ve yavaş olduğu için çocuğunu hatt öğrensin diye hattata veren baba gibidir. Hattat hergün çocuğun seviyesini tesbit için bir miktar yazdırıp, kendinde muhafaza eder. Çocuk zamanla hatt sanatında az da olsa terakki eder, lakin babası yavaş olan bu terakkinin farkında olmadığı için, bir müddet sonra oğlunun henüz bir şey öğrenemediğini hattata şikayet eder. Bunun üzerine hattat kendinde muhafaza ettiği ilk çalışmalar ile son çalışmaları babasına gösterir. 

Baba iki çalışma arasındaki farkı görünce memnun olur ve açılır. İşte salikin durumu da aynen böyledir.

Evet, insanların düştükleri belalar dünya işleri için gereken bütün gayretleri gösterdikleri halde, ahiret için herhangi bir tedarikte bulunmamaları sebebiyledir. Ancak, dini ihtiyaçlarını da himmet ve ihtiyaç derecesine varmayan amelsiz bir dua ile yerine getirmek isterler. Halbuki uhrevi işlerle ilgili bir kusur işlediği zaman geçmişi istiğfarla telafi etsin. İstikbale himmet ve gayretini temizlemekle başlasın. Tazarru, huşu ve himmetlerini kullanarak ondan sonra duaya geçmesi gerekir.

Böylece tasavvuf gerçeğinin iki cümlede toplandığı ortaya çıkmış olur. Fakat onlar ellerinde olmayan tabiatları kökünden söküp atmak istediklerinden -ki o gaye değildir- zararlı çıkıyorlar. Mesela, kötülüğe meyyal tabiatlarını, riyazetlerle mahvetmek, kötü ahlakı söküp atmak istiyorlar. Halbuki riyazetler onları mahvetmez. Belki süsler, manevi ziynetlerle ziynetlendirir. Nitekim bir adam gazabını söndürmek ister, riyazet onu söküp atmaz fakat şu şekilde süsler; şeklini değiştirir. Eskiden iyilere de gazab ederken, riyazet sonrası kötülere gazab eder. Bu yolla zemmedilen kötü ahlak, kul için Allah (c.c.)’tan uzaklık vesilesi iken yakınlık vesilesine dönüşür. Hz. Ömer (r.a.) şöyle buyurur: “Gazabım kat’iyyetle benden ayrılmamıştır, ancak evvelce küfrün himayesindeydi, şimdi ise İslam’ın himayesinde açığa çıkıyor.”

Burada mühim bir şey var: Dense ki biz uzun zamandır amel-i salih işliyoruz. Fakat Allah (c.c.) sevgisi kalbimize yerleşmedi. Bunun cevabı şudur:

Amel mefhumu tek ve basit bir şeyi ihtiva etmekle yetinmiyor ki, o amel herhangi bir şekilde yapılıp bitsin. Bil ki, amel birçok parçalardan mürekkebdir. Bunlardan biri amelin kendisiyle mütenasib yollarla eda edilmesidir. Mesela, kuru bir oturma ve kalkmadan ibaret olan hareketler gerçek namaz değildir. O amelin eda edilmesi için ta’yin edilen yolun da, göz önünde bulundurulması gerekir. Ve işte o zaman Allah (c.c.) sevgisi neş’et eder. ikincisi ise Allah (c.c.) sevgisinin artması niyetiyle değil de bir itiyat olduğu için amel etmektir. Şüphe yok ki Allah (c.c.)’ın ni’metlerini, tasarrufatını ve azametini düşünerek kalbinin de iştirakiyle zikirde bulun. Öldürücü olan tüm günahlardan sakın Allah (c.c.)’ı sevenlerle bağlılığını kuvvetlendir. Ve o kişilerin sohbetlerini başkalarına tercih et. Halbuki insanların çoğu bundan uzaklaşıyor. Vakitlerinin bir bölümünü Salih ve müttaki bir zatın sohbetinde geçirmiyor. Hem de bir kaç kitap okuduktan sonra kendilerinin kamil ve fazıl kişiler haline geldiklerini zannediyorlar.

Heyhat, sırf kitap okumakla faziletli kişilerden olabilir miyiz?

Bunlardan sonra sıra, Allah (c.c.)’ın ve onun Peygamberinin muhabbetini nasib etmesi için ona dua etmeğe gelir.

Allah (c.c.)’ın selamı ve rahmeti Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, aline ve ashabına olsun.

Amin!

Şeyh Muhammed Nurullah El-Cezeri/Tasavvufun Sırları

Tercüme: İbrahim Öztürk

-----------------------------

(1) El-Maide: 119

(2) Ankebut: 69

(3) Ankebut: 69

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.