Keşf, gizli olan birtakım hususların zâhir ve açık olması, bazı örtülü ve karanlık olan şeylerin ortaya çıkmasıdır. Sır perdelerinin aralanmasıyla gayb olan bazı hususların meşhûd hale gelmesidir. Keşf, genellikle bazı riyâzat ve mücâhedeler sonucu bazı kâbiliyet ve melekelerin geliştirilmesi ve rûhi birtakım güçlerin ortaya çıkmasıdır. İfade ettikleri olağanüstülük bakımından keşf ile kerâmet aynı anlama gelse de kerâmet, daha yaygın kullanılan hissi ve mânevî yönü ağır olan bir olaydır. [1] Tasavvuf anlayışında keşf ve keramet amaç değil belki vasıta olarak kabul edilmektedir. Halk tarafından keşf ve keramet bir kemâl alameti olmaktadır. Ancak keşf yerine göre kâfirden de, mülhidden de, müminden de, yoga yapandan da zâhir olmaktadır. Herkesten zâhir olabilen bu vâsıf, kemâl meselesinden ziyade bir isti’dâd meselesi olarak kabul edilmelidir. [2]
Ehl-i İman olmayan kişide görülen olağanüstü haller keşf ve kerâmet değil, istidrâc veya sihir olarak adlandırılır. [3] Şeyh Seydâ’nın en büyük oğlu ve kendisinden sonraki halifesi olan Şeyh Nurullah, hak ve bâtıl olabilecek bu iki grubu birbirinden ayırmak için şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Eğer o şahsın şeriat üzere bir istikameti varsa, sünnet-i seniyyeye bağlıysa, huzuruna gelindiği zaman kalpde bir meyil, cezbe ve Allah ’a bir yöneliş husule geliyorsa o haktır. Aksi olursa bâtıldır. ” Yine Şeyh Nurullah, pederi Şeyh Seydâ’nın “Eğer bir kişinin havada uçtuğunu ve suda yürüdüğünü görseniz bile, ekseri hallerinde sünnet-i seniyyeye uymuyorsa onu hiçbir şey sayma. Böyle birinin eteğine yapışmak da câiz değildir.” dediğini ifade etmiştir. [4]
Şeyh Seydâ’ya göre evliyanın kerameti haktır. Bu tasarrufları gerek hayatta gerekse vefatlarından sonra da devam edebilmektedir. Ona göre, Kur’an-ı Kerim’de “Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjde vardır...” [5] ayetinde belirtilen müjde kelimesi; Allah’ın insana normalin üzerinde bir lütuf olan kerâmeti vermesi olarak anlaşılmaktadır. Yani Allah velî kullarına normalin üzerinde lütuflar verebilmektedir. Bu lütuflar da keramet adıyla açıklanmaktadır. [6]
Allah’ın veli kullarında keşf ve kerâmet görülebilmektedir ve haktır. Ancak bir velinin mutlaka keşf ve kerâmet sahibi olması şartı da yoktur. Velayetin ve Allah’a yakınlığın göstergesi keşf ve kerâmet gibi şeyler değil, zühd, takva, ibadet ve Allah Rasulüne benzemek yani onunla aynîleşmektedir. Bunu destekleyen bir ifade de Avârifü’l Maârif eserinin müellifi Ebu Hafs Ömer Sühreverdî tarafından belirtilmektedir; kendilerinden harikulâde haller zuhur etmeyen kimselerin, hârika gösterenlerden, daha üstün olduğunu; çünkü âriflerin en büyük kerametinin istikamet üzere yürümek olduğunu ifade etmektedir. [7] Şeyh Seydâ, sûfîlere kerâmeti gizlemenin vacip olduğunu bildirmiştir. Ancak müridin itikâdını sağlamlaştırmak veya kendisine hâl galip olması gibi durumlarda kerâmet gösterilebileceğini belirtmiştir [8]
Veliler, keşif ve ilham diye ifade edilen yollarla Allah Teâlâ’dan bazen özel bilgiler alabilirler. Güvenilirlik ve gerçerlilik açısından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur’an ve sünnetin açık ve net olan hükümlerine aykırı olmaması gerekmektedir. Ebu Saîd el-Harraz’ın şu ifadeleri bu konuyu açıklamak için önemlidir: “Zâhirî hükümlere aykırı olan her bâtın bâtıldır.” [9]
Sûfiler genellikle kerâmeti, kevnî ve hakîkî olmak üzere iki kısımda ele alırlar. Kevnî kerâmet, havada uçmak, denizde yürümek ve içinden geçeni bilmek gibi durumları ifade eder. Hakîkî kerâmet ise ilim, ma’rifet ve ahlâkla ilgili olup insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar kazandırmaktır. Halkın i’tibâr ettiği kerâmet kevnî, sûfîlerin i’tibâr ettiği kerâmet ise hakîkî keramettir. [10] Ebu Yezid el- Bistamî şunları ifade etmiştir: “Bir adamın havada uçacak derecede keramet ızhâr ettiğini görseniz bile Allah (c.c.)’m şeriâtını edâda, hududu muhafazada, emir ve nehiylerine uymada durumunu tesbit edinceye kadar ona aldanmayın.” [11] Mânevî kerametlerin maddî kerametlerden daha makbul olduğu görülmektedir. [12]
Kerâmetin gizliliği esas olduğundan sûfîler kerâmeti “hayz-ı ricâl” olarak tanımlamışlardır. Nasıl ki bir kadın özel hâli olan hayzı gizliyorsa, kerâmet sâhibi bir sûfî de aynı şekilde gizlemelidir. [13] Şeyh Seydâ’nın kerâmet anlayışı da gizlilik esasına dayanmaktadır. Zaman zaman kerâmetler ızhar etmiş olsa da bunların açığa çıkarılması ya da ifşâ edilmesi taraftarı olmamıştır. Övüldüğü ya da kerameti anlatıldığı zaman bundan hoşlanmayıp defalarca istiğfar etmiş ve şöyle demiştir: “Bu miskînin bir şeyi yok. Bu sizin bereketinizle hâsıl olmuştur. Veya silsiledeki meşayıhın hüneridir. Allah’ın izniyle bunu yapmışlar ki, Allah ’ın menfaat dilediği kimseler faydalansın.” [14] Cemaatine de keramete çok itibar etmemeleri ve keramet aramamaları hususunda telkinlerde bulunmuştur. Kerâmetten çok hoşlanmayan birisi olarak, en büyük kerâmetin istikâmet olduğu görüşünü savunan bir mutasavvıf olmuştur. [15]
Fatih Musa ELMALI ERZİNCAN ÜNİVERSİTESİ 2019
-------------------------------
[1] Yılmaz, TasavvufMes’eleleri, ss. 224, 225.
[2] Yılmaz, a.g.e. ss. 223, 224.
[3] Yılmaz, a.g.e. s. 225.
[4] Muhammed Nurullah Seydâ el-Cezerî, Tasavvufun Sırları, çev.: İbrahim Öztürk, Bursa 2007, ss. 158, 159.
[5] Yunus Suresi, 10/64.
[6] Baz, Şeyh Seydâ veSeydâî Kolu, s. 111.
[7] Yılmaz, Tasavvuf Mes’eleleri, s. 224.
[8] Nurullah el-Cezerî, Tasavvufun Sırları, 159.
[9] Seydâ el-Cezerî, Rabıtada Usul, s. 28.
[10]Yılmaz, Tasavvuf Mes’eleleri, s. 227.
[11] Nurullah el-Cezerî, Tasavvufun Sırları, ss. 53, 54.
[12] Seydâ el-Cezerî, Rabıtada Usul, s. 28.
[13] Yılmaz, Tasavvuf Mes’eleleri, s. 228.
[14] Farkınî, Mektubat, s. 210.
[15] 01/07/2018 tarihinde Samandıra İlim ve Sanat Vakfında Ömer Faruk Seyda ile yapılan mülâkat.