Şeyh Hüseyin Basretî’nin ailesi ve Şeyh Reşid ed-Dırşevî’nin ailesi de İngilizler’in işgali altında bulunan Cizre’den göç etmek zorunda kalmıştır. İlk önce Cizre’nin doğusunda olan Çiftik Köyünde kalmışlar daha sonra Musul ûlemasının istekleri üzerine Musul’a giderek oraya yerleşmişlerdir. [1] Aile ile kan bağları olmamalarına rağmen, Şeyh Seydâ’nın talebelerinden ve ilk ilim mücâzlarından olan Mele Ramazan-i Cilekî-i Botî ve Mele Süleyman-i Hoserî de muhabbet ve manevî yakınlıklarından olacak ki bu hicrete katılmışlardır. [2] Hicretlerinin ilk durağı Suriye, ardından Irak’ın Musul şehri olmuştur. Yaklaşık iki buçuk, üç sene kadar orada kalmışlardır.[3]
Bu üç aile, çalışanlarının olmaması ve kıtlığın var olduğu bir dönemde yaşamalarına rağmen yoksulluklarını kimseye hissettirmemeye çalışmışlardır. Bazı Musullu hayırseverler Ramazan ayı geldiğinde onları iftara davet etmişlerdir. Şeyh Seydâ el-Cezerî bununla ilgili şu anılarını anlatmıştır: “Bir gün Musullu bir hayırsever bizleri iftara davet etti. Bizde davete icabet ederek evine gitmek üzere adamı takip edip yürüdük. O kadar çok yürüdük ki ancak iftar vaktinde varabildik. Akşam ezânı okunduktan sonra sofra serildi. Sofraya çok sayıda kapağı kapalı olan yemek tabakları getirildi. Kapakları kaldırınca baktık ki tüm tabaklarda sadece haşlanmış beyaz turp var. Sofrada haşlanmış beyaz turptan başka bir şey yoktu. Bunun üzerine herkes birbirine baktı durdu. İlk kez böyle bir yemekle karşılaşıyorlardı. Fakat sırf adam mahcup olmasın diye iftarımızı zevkle yemeye başladık.” Yine başka bir hatırasında aktardığına göre yine Musullu bir adam onları iftara davet ediyor. Adamın evine gidiyorlar. Bu adam her türlü ikramda bulunuyor ve çok hizmet ediyor. Öyle hizmet ediyor ki tüm misafirleri bu aşırı hizmetlerinden dolayı hayrette bırakıyor. İftardan sonra kapıda onları uğurlarken adam misafirlerine diyor ki “verin bakayım yemek ve hizmet ücretlerimi!” Oysaki bu adam bu aşırı hizmet ve ikramlarını ücretli olarak yapıyormuş. Hiç kimsede de bir kuruş bile yokmuş. Bunun üzerine Şeyh Seydâ adamı yanlarına alarak “gel, sana kaldığımız yerde ücretlerini veririz!” diye ikna etmiş. Beraberce eve vardıklarında Şeyh Seydâ annesinin tek kulağındaki altın küpesini istemiş ve adama yemek ve hizmet karşılığını böylece ödemiştir.[4-5] Bu hatıralardan da anlayacağımız gibi Şeyh Seydâ ve beraberindeki diğer aileler tekkeler ve dergâhların kapatılma sürecinde hem medrese ve tarîkat çalışmalarına ara vererek hicret etmiş hem de birtakım maddi sıkıntılarla baş etmeye çalışmışlardır.
Şeyh Seydâ, Musul’da tanıştığı Şeyh Muhammed Salih el-Cevvâdî adındaki tanınmış kıraat âliminin kendisine intisap etmesi sonucunda ona hem ilmî hem de tasavvufî hilafet icâzeti vermiştir. Bunun yanında Şeyh Seydâ da adı geçen kıraat âliminden kıraat ve tecvid dersleri alarak “Kıraat-ı Seb’a” ve “Kıraatı Aşara” dan icâzet almıştır. Şeyh Seydâ’nın: “Şark ulemasının müthiş ilimlerle mücehhez olmalarına rağmen, kıraat ve tecvid ilminde ne kadar noksan olduğumuzu Musul’daki bu zevatlarla tanıştıktan sonra hissettim.” demesi üzerine kıraat âlimi Şeyh Muhammed Salih el-Cevvâdî’de: “Ben tasavvuf ve manevi ilimlerin önemini ancak Şeyh Seydâ el-Cezerî ile tanıştıktan sonra anladım, hayatımın da onunla tanıştıktan sonra bir anlam kazandığını hissettim.'’ Diyerek düşüncelerini dile getirmiştir.
Şeyh Muhammed Salih el-Cevvâdî’ye kaç yaşındasın diye sorulduğunda, demiş ki: “Ben şu yaştayım ancak şeyhim ve hocam olan Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî ile geçirmiş olduğum üç, üç buçuk seneyi yaşamış olarak düşünüyorum.” Yine Şeyh Muhammed Salih el-Cevvâdî, Şeyh Seydâ’dan ders aldığı yeri demir parmaklıklarla çevirip fırsat buldukça da ziyaret etmiştir.[6]
Bu iki âlim zâtın maddî ve manevî ilimlerin birlikte olmasının önemini kısaca anlatan bu ifadeler günümüzde de örnek alınması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Tarîkat ehli olan insanın Kur’an-ı Kerim, Hadis ve Fıkıh gibi İslam dininin zahir ilimlerinden kendini soyutlamaması gerekirken, İslamî ilimlerle uğraşan kimselerin de kalb ve manevî tekâmülünü gereksiz görmemeleri kanaatindeyiz. Şeyh Seydâ el-Cezerî bu konuda gerek sözlü gerekse kaleme aldığı eserleriyle bu düşüncelerimizi tasdik etmektedir.
1928 yılında o zamanki hükümetin af çıkarması ve memleketlerinin sükûnete kavuşması sonucunda Şeyh Seydâ aile efrâdıyla Cizre’ye tekrar geri dönmüştür.[7] Beraber gittikleri Basretî ve Dırşevî ailelerinden kimisi Irak ve Suriye’ye yerleşip orada ikamet etmiş kimisi de memleketleri Cizre’ye geri dönmüştür.[8]
Şeyh Seydâ Cizre’ye döndükten sonra kışın Cizre’de, yazın Bağlarbaşı (Serdehl) köyünde veya civar beldelerde ders ve irşâd faaliyetlerine devam etmiştir. Bölgedeki benzer ihtiyacı karşılamak amacıyla çok sayıda kişiyi medrese ve dergâh faaliyetlerinde görevlendirmiştir.[9] Bu hizmetleriyle nâmı gerek yurt içinde gerekse yurt dışında geniş bir coğrafyada yayılmıştır.[10]Yetiştirdiği yüzlerce talebesiyle ve telif ettiği fıkhî, tasavvufî ve ahlakî eserleriyle de birçok insana hizmette bulunmuştur.
Fatih Musa ELMALI ERZİNCAN ÜNİVERSİTESİ 2019
---------------------------------
[1] Farkınî, Mektubat, s. 45.
[2] Farkınî, a.g.e. s. 56.
[3] 01/07/2018 tarihinde Şamandıra İlim ve Sanat Vakfında Ömer Faruk Seyda ile yapılan mülâkat.
[4] Farkınî, Mektubat, ss
[5] Farkınî, a.g.e. ss. 45,
[6] Farkınî, a.g.e. s. 54.
[7] Farkınî, Mektubat, s. 136.
[8] Farkınî, a.g.e. s. 46.
[9] Abdurrahman Adak, "Seydâ, Muhammed Said”, DİA, c.37, s. 21.
[10] Farkınî, a.g.e. s. 46.