Ey irşad talebinde bulunan kardeşim! Cenab-ı Hakk seni de bizleri de hakka ve doğruya kavuştursun. Amin! Bil ki; bu bölümden gayemiz, deyim halindeki tasavvufu açıklığa kavuşturmaktır.
Tasavvufun insan hayatıyla ilgili konusu, içini rezaletlerden temizleyip, fazilet ve iyi huylarla süslemektir.
Gayesi ise, insan kalbinin ve ruhunun derinliklerinde Allah (c.c.)’a yönelme duygusunu yerleştirmekten ibarettir.
Bundan elde edilecek netice şudur: Dinin gayesi, insanı uhrevi saadete ve ALLAH (c.c.)’ın rızasına kavuşturmaktan ibarettir.
Allah (c.c.)’ın en güzel şekilde yarattığı kainatın her zerresi, O’nu gizli ve açık yönleriyle tanımaya yardımcı olunca, zahiri dini ilimler de zahiri amel ve hükümlerin ıslahına, güzel ahlak ve faziletlerle donatılmasına yöneldi.
Kemal ve vuslatın, dış görünüşten çok, hakiki keyfiyet ve maneviyatla ilgili olduğunu görünce, İslam’ı olgunluğa ve insani hakikatlere tasavvuf yolunda bir sufi hayatı yaşamadıkça erişilemeyeceğini açık seçik öğrendik. İnsanlar tasavvuf kitaplarını dini ve hayati birer vecibe olarak okuyup öğrenmelidirler. Çünkü bütün ilimleri okumak, insanın dinde ve hayatta mes’ud olmasına yetmez. Zira insan güzel ahlak ile bezenip, kötü huylardan arınmadıkça gerçek manada insan olamaz. Bilakis, insan şekline bürünmüş bir hayvan veya canavar olabilir. Tıpkı insan içine gizlenmiş bir akrep veya insan postuna bürünmüş bir kurt yahutta insan elbisesine sarılmış bir hayvan gibi… Eğer, iffet sahibi olmaz da; ister kendinin olsun, ister başkalarının olsun, helal haram ayırmadan her gördüğüne iştahı kabarırsa (20) veya mütevazi olmaz, başkasını kendisine tercih etmez de her gördüğünü kendinden aşağı, küçük ve daha zayıf kabul ederse; bu hal onu zulme, haddi tecavüze, ilahi hükümleri ve insani kaideleri kabul etmemeye götürür. Böyle olunca da; vakarı, doğruluğu, cömertliği, hayası kalmaz. Çünkü bunların hepsine muhalefet, insan hayatında büyük bir ihtilale sebep olur. Tek bir vücut hükmünde olan insanlığın bedeninde bu müzmin hastalıklar bulundukça, uyuşması mümkün olmaz. Zira insan; hilkati ve ahlakıyla diğer hayvan ve canavarlardan ayrılmadıkça, gerçek manada insan olmaz. Çünkü insan; bazı hayvanların karakterlerinde olduğu gibi, iffetli ve şahsiyet sahibi olmaz da, tamahkar ve obur olursa; hayvanlarda olduğu gibi düşünmeksizin, utanmaksızın isterse veya yırtıcı canavarların tabiatında olduğu gibi, öfkeli, kinli, hasetçi ve zalim olursa kamil manada insan olamaz. Aksine, yaratılış itibariyle hayvanlara benzemediğinden ancak insanlık değeri çok düşük bir insan olur (Yoksa ahlak yönüyle kamil bir hayvandır)
“Yoksa onların çoğunu, hakkı işitiyorlar veya hakkı anlıyorlar mı zannediyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Doğrusu gidişçe daha sapıktırlar.” (1)
Kendi dış görünüşünü düzenlemek için yıllarını verdiği halde, içini düzeltme yolunda birkaç ayını vermeme en büyük cehalettir.
Ey irşad talebinde bulunan kardeş, kısa bir zamanda olsa içini ıslah etme veya ıslah etme yolunu öğrenmen için bir mutasavvıf araman mutlaka gereklidir. Bu mutasavvıf da faziletli, alim, beşeri kirlerden uzak Resulullah (s.a.v.)’ın sünnetine ve edeplerine sıkı sıkıya bağlı olmalıdır. Böylece onun sohbetinde bulunur, ibadetinde, dini ve dünyevi hertürlü münasebetlerinde haliyle hallenir, tüm ahlakını hayaline nakşedersin. Ta ki, münasebet düşerde emsaliyle karşılaşır, onları hatırlayıp örnek edinirsin.
Eğer, ilim yalnız başına, insanın derecesinin yükselmesine, Allah (c.c.)’ın rızasına yaklaşmasına, özünün düzelmesine ve kemalin zirvesine erişmesine yeterli olsaydı. Sahabe-i Kiram’ın (Allah (c.c.) onlardan ve onların hürmetine bizlerden razı olsun) Müslümanlar arasında, hatta tüm insanlıkta bu derece üstün mevki olmalarına imkan olmazdı. Sahabe-i Kiram’ın, kendilerinden sonra gelen alimlere nisbetle fazilet ve üstünlükleri şüphe götürmez bir gerçek, münakaşa kabul etmez bir vakıadır. Hernekadar sonradan gelenler ilimde ve fazilette ileri seviyelere ulaşmış olsalar bile… Çünkü o sahabeler nefislerini; kainatın en büyük varlığı ve en mükemmel insanı olan birinin sohbetinde tükettiler. Bu üstünlük onların Resulullah (s.a.v.) ile olan sohbetlerinden kaynaklanmakta ve onlara “Sahabe” denmektedir. İşte onların yüceliklerindeki büyük sır ve eşsizliklerindeki tılsımı budur.
Resulullah (s.a.v.)’ın bu sünnetine ittibadandır ki, NAKŞİBENDİ’ler mürşidle sohbeti prensip edindiler ve onu riyaziyat ve mücahedat gibi diğer ıslah yollarından daha yararlı ve daha üstün gördüler.
Ey irşad talebinde bulunan kardeşim, Cenab-ı Hakk seni de bizleri de hakka ve doğruya kavuştursun. Amin! Bil ve duy ki; insan, nefsinin eksikliklerini ve içinin hastalıklarını çoğu zaman bilmez, tedavi yollarını ve ıslah çarelerini de bilemez. Resulullah (s.a.v.)’ın ahlakı ile ahlaklanmış kamil bir hekimin eğitiminden geçmedikçe nefsiyle mücadelede başarıya ulaşamaz. Durum böyle olunca insanın kamil bir eğiticiye, mahir bir murakıba, hakim ve dahi bir üstada muhtaç bulunduğu anlaşılıyor. Zira bu işleri bilen, hastalığı bilip tanıdıktan sonra ilacını ortaya koyan ve tedavi yollarını gösteren, ancak odur. Ayrıca irşad talebinde bulunan kimsenin nefsini ıslaha ve takvaya hazırlamayı, muhtaç bulunduğu tedavi şekline kolaylıkla kabule hazır hale getirmeyi, bazı hedefleri, zikirleri, virdleri ve benzeri ameller öğretir.tıpkı hastasının bedenine uygun ilaçları, hastalığın şiddeti ile mütenasib bir şekilde ayarlayarak hastasını sıhhate kavuşturan ve hayatı ile ilgili işleri noksansız yürütmeye hazır hale getiren “hazık” bir doktor gibi…
Şeyh Muhammed Nurullah (ra) - TASAVVUFUN SIRLARI
Tercüme: İbrahim Öztürk
-----------------------
(1) Sahih-i Buhari Muh., Tecrid-i Sarih, Terc, c.1, s. 60, Hadis No. 48.