M. Emin Saraç Hoca: Biz tahsil için Mısır’a gitmeye karar verdik amma o zaman bu, kolay bir iş değil. Önce pasaport alacaksınız. Pasaport almak için müracaat ediyoruz. Bir pasaport üç ayda çıkıyordu. İşlemler bir yere kadar varıyor, orada ümidimiz kesiliyordu. Nihayet Abdurrezzak isminde Cizreli bir şeyh efendiyle Aksaray Camii’nde bir ikindi namazında karşılaşıyoruz. O sene, yani 1948 senesinde Bağdat’tan Hamdi el-A’zamî hoca geliyor. Kendisi Bağdat’ta, İmam-ı Azam’ın civarında Külliyyetü’ş-Şerî’ati’l-A’zamiyye adında bir müessese kuruyor ve İstanbul’a geliyor. Bu zat vaktiyle İstanbul medreselerinde de tahsil görmüş ve Karagümrük’te evlenmiştir. O zaman neşredilen Sebîlü’r-Reşâd’da bir makale yazıyor… Diyor ki: “Böyle bir müessese kurduk. İslam dünyasından talebe-i ulûma kapılarımız açıktır. Yemek içmek bize aittir. İlim talebeleri buyursun gelsin.”
Biz Mısır’a gitmeye uğraşırken bir de bunu duyunca ufkumuz açıldı. Ancak pasaport alamıyoruz. Tek sıkıntımız bu olduğu için ben her yerde bu meseleyi konuşuyorum. Aksaray Camii’nde Cizreli Şeyh Abdurrezzak Efendi’yle tanışınca ona da bu sıkıntıdan bahsettim. O zaman camilerde gençleri görmek mucize gibi bir şeydi. Bu yüzden bizi camide kim görse alakadar olurdu. Biz de onların ellerini öper hürmet ederdik. Camide oluşumuz hasebiyle de bize alaka gösteren Cizreli şeyh efendi, “Bağdat’a gitmek istiyorsanız ben sizi oraya ulaştırırım” dedi. Bize böyle bir vaadde bulununca biraderimle birlikte yollara düştük. Trene binerek Diyarbakır’a gittik. Bir gece orada kaldıktan sonra o zamanki hurda vasıtalardan biriyle bozuk yollardan geçerek Mardin’e vardık. Mardin’de “Mardin Palace” adında eski bir otel var, karşısında da yüksek minareli bir cami vardı. O otelde kaldık. Günlerdir yollarda çok yorulduğumuz için uykuya çok ihtiyacımız var. Otelde yatıyorum, yüzüm ve boğazım acıyor ama hiç aldırmıyorum, uyumaya devam ediyorum. Ezan okunur okunmaz kalktım, lambayı yaktım… Bir de ne göreyim! Ellerim kanlı… Üstelik kokuyor da. Hay Allah meğer bu gece benim yüzümü gözümü acıtan şey tahtakurularıymış.
Her neyse o gün orada kaldıktan sonra bir sonraki gün Cizre’ye geçmemiz gerekiyor. Cizre’ye yalnızca kamyonlarla gidilebiliyormuş. Bir kamyona binerek Cizre’ye gittik. Orada şeyh Abdurrezzak Efendi’nin mekânına vardık. Tabi o günlerde rejim oraları rahatsız ediyor ya! O zaman da teftiş mi ne varmış. Şeyh efendi bizi evinde misafir ettiğini hissettirmemek için evinde ışık yakamadı. Karanlıkta oturduk. Sonra bizi Serdah köyünde Şeyh Seyda diye bilinen bir şeyhe gönderdi. Serdah köyüne gittiğimizde bizim hafız olduğumuzu öğrenen Şeyh Seyda o kadar sevindi ki bizim önümüzde kurban kestirdi. İltifat ve ikram gösterdi. Yemek yerken bize lokma hazırlar, suyu önce bize içirir… Öyle bir iltifat ve ikram. 3 ya da 5 gün bize izzet u ikramda bulundu. Sonra bize, Bağdat’a nasıl ulaşacağımızı, yol güzergâhımızı anlattı. Ben İstanbul’da öğrendiğim Arapçayla o zat ile Arapça konuşuyordum. Mustafa Efendi hocamız (Gümülcineli) bize böyle kavî bir Arapça öğretmişti.
Efendim daha sonra Dicle köyüne, nehrin üzerinden sallarla geçtik. Orada bir köyün camisinde yattık. Caminin yanı başında geniş bir göl vardı. Sabah uyandığımda gölün etrafında abdest alan insanlar gördüm. Daha sonra başka bir köye gittik. Burada evlerin iç kısmı tahtalarla ikiye ayrılmış. Bir tarafta insanlar diğer tarafta ise hayvanlar yatıyor. Böyle bir evde misafir olduk. Hayvanların seslerini duyuyorduk. Ertesi gün Zaho denilen yere geçeceğiz. O gece bir rüya gördüm ve o rüya sebebiyle Bağdat’a gitmekten vazgeçip geri döndüm. Bu vesileyle biz yaklaşık üç aylık bir zaman geçirdik doğu memleketlerinde.
Doğru memlekete döneceğiz. Seferin tesiri bütünüyle üzerimizde tezahür ediyor. Zayıflamışız… Perişan bir vaziyetteyiz. Memlekete döndük. Babam, “ne oldu size? Neden böyle oldunuz?” dedi. O zaman anneliğim Safiye Hanım vardı evde. Babama olan-biten hadiseleri anlattık. Daha sonra tekrar İstanbul’a geldik. Fatih civarında gezerken Remzi Bey’le karşılaştık. Remzi bey, Niksarlıdır. Karamürsel’de kaymakamlık yapıyordu. Kendisi bir hoca torunuydu. Dedemin arkadaşı Meletli Şeyh Efendi’nin oğlu. Onun babasıyla bizim babamız da ahbaptı. Bizi görünce “babamın sevdiği arkadaşının çocuklarısınız siz” diyerek iltifatta bulundu. Ben nasılsınız bile diyemeden kendimi tutamadım ve ağladım. “Biz tahsil yapmak istiyoruz fakat bize pasaport vermiyorlar” dedim ve daha bir sürü şey anlattım. “Siz, hüviyet cüzdanlarınızı bana verin. Ben sizin pasaportunuzu çıkartacağım” dedi. Ben kendisine iki adet hüviyet cüzdanını verdim.
Üzerinden bir hafta geçmeden pasaportları bize gönderdi. İzmit emniyet müdürü onun arkadaşıymış. Ondan rica etmiş ve bizim pasaportlar çıkmış. O zaman Üçbaş medresesinde kalıyorduk. Bir gün kapı çaldı ve postacı kalınca bir zarf getirdi. İmza atıp zarfı teslim aldım. Bir de baktım ki bizim pasaportlar. Sevincimden yerlere kapandım. Gözlerim doldu. Fakat 1950 seçimlerine çok az bir zaman kalmıştı. Seçim olursa musibet şiddetlenir diye endişe ediyorum. O sebeple, seçimlerden önce buradan çıkmaya karar veriyoruz. Hatırlıyorum, Ali Haydar Efendi hocamız 1950 seçimleri Müslümanlar lehine tecelli etsin diye bize bir takım vazifeler vermişti. Mesela ben haftada bir hatim okumakla vazifeliydim. Hatimi okuyup secdeye kapanacağım ve orada Müslümanlar için dua edeceğim. Vazife böyleydi. Ali Haydar Efendi hocamız o seçim öncesinde bütün ihvanına böyle benzer vazifeler vermişti. Seçimden önce çıkmak istiyoruz fakat Mısır sefaretinden vize alamadık. Bağdat vizesiyle çıktık. Bağdat vizesi daha kolay alınıyordu. Bağdat’a vardığımızda Hamdi el-A’zamî hoca çok sıcak karşıladı bizi.
Ömer Faruk Tokat: Hocam, bu, Cizre’de sizi misafir eden Şeyh Seyda, meşhur Şeyh Seyda hazretleri mi? Bu ara onun mektuplarını bastılar. Şimdilerde oğlu ya da torunu Ömer Faruk el-Cezerî Efendi postnişinlik yapıyor.
M. Emin Saraç Hoca: Evet. İşittiğime göre öyle. Şeyh Seyda bize çok izzet u ikramda bulundu. Allah rahmet eylesin. Şeyh Seyda ve ihvanı tam Ehl-i Sünnet üzere olan gayet müstakim kimselerdi. Bizi dergâhında misafir edip izzet ikramda bulundu. Allah Teâlâ ğarîk-i rahmet eylesin. Bağdat’a gittik ve orada üç ay kaldık. Hüseyin Atay, Kemal Işık ve bir de Nevzâdımız vardı. Yakınlarda vefat etti… İnegöllü Nevzâd. Bu üçü bizden evvel oraya gitmişti.
Ömer Faruk Tokat: Hocam, babanızın sizi Ali Haydar Efendi’ye (rh. a.) emanet ettiğini söylediniz. Babanız, Ali Haydar Efendi ile tanışıyordu yani…
M. Emin Saraç Hoca: Tabii… Babam, Bahrullah Efendi’nin mürididir.
Emin Saraç Hocaefendi kimdir?
Günümüzün önde gelen alimlerinden Emin Saraç Hocaefendi de Ali Haydar Efendi Hazretlerinin talebesidir. Ali Haydar Efendi'nin Fatih Dersiamlığı makamında icra ettiği klasik İslami eserlerin okutulması geleneğini bugün devam ettiren Emin Saraç Hocaefendi, aynı zamanda Eksel'li Bahrullah Efendi Hz. yoluyla İsmet Efendi Hazretleri'nden feyz alan Erbaa'lı Merhum Üzeyir Efendi'nin torunu, merhum Osman Saraç Hocaefendi'nin ağabeyidir. Rahmetli pederi Mustafa Hocaefendi tarafından, biri kız diğerleri erkek diğer dört kardeşi ile birlikte tek parti dönemindeki en zor zamanlarda okutularak hafız yetiştirilen Emin Saraç Hoca daha sonra Mısır'daki El-Ezher Üniversitesi'ne gitmiş ve çok zor şartlarda orada ilim tahsil etmiştir. Ezher'den döndükten sonra İslami ilimler alanında pek çok çalışmalar yapan ve şu anda önemli mevkilere gelmiş yüzlerce talebe yetiştiren Emin Saraç Hocaefendi, Fi Zılali'l-Kur'an adlı büyük tefsiri Türkçe'ye çevirmiştir.
Emin Saraç Hocaefendi, gerek Ali Haydar Efendi'nin ilmi, tasavvufi ve insani yönlerinin tanınmasında ve gerekse bu mekanın tarihinin ve manasının anlaşılmasında başvurulacak en doğru canlı kaynaklardan birisidir.