Kağıt üzerine geçmeyen ilim; zayi, iki dudağı aşan sır; şayidir
Mektupçu Âgah
Öncelikle ‘’Sır’’ ne demek onu irdelemeye çalışalım. Çoğul hali Esrar olan sır kelimesi ayrıca göbek deliği, veya birşeyin tam ortası, gizem, ruh gibi manalara gelir. Aramice ve Süryanicede benzer olarak şura-şera diye geçer. Esasında insanın bildiği ilk sır Allah (c.c.)’ın insan adlı projeyi başlatmaya karar verdiği andadır. Bakara suresi 30.ayette rabbimiz meleklere ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dediğinde, melekler bu beklenmedik (günümüz tabiriyle flaş haber) karşısında şaşırmış ve Allah’a iki soru sormuşlardı; Biz yetmiyormuyuz ve yeryüzünde kan dökecek birinimi yaratacaksın? (Ki henüz insan yaratılmadan insanın yeryüzünde kan akıtacağını nerden bildikleride ayrı bir sır) Yüce Rahman (c.c.) ise onlara sır olan bir cevap vermişti. Ben sizin bilmediklerinizi bilirim. Yani haddinizi bilin, haberiniz olmayan sırları bilirim ve beni sorgulayamazsınız, diye cevap verir. Ki Adem (a.s.)’ın yaratılış süreci, meleklerin ne kadar süre ona secde ettikleri, cennette ne kadar zaman kaldıkları, ağaca yaklaştıktan sonra ne kadar zaman pişman olup tevbe ettikleri de bilinmeyen sırlardır. İşte tasavvuf insana bu sırları açıklamaz ama böyle sırların olduğunu haber verir. Çünkü Allah arşındaki sır bölgesinden birkaç damla hz.Adem’e ruh üflenmesi ve cenetten ayrılmasıyla dünyaya da gelmiştir. Yeri gelmişken şunuda ifade edelim, ruh ve can ayrı şeylerdir. Her canlıda can vardır ama her canlıda ruh yoktur. Örneğin birşeyi beğenmeyince çok ruhsuz, donuz deriz. İşte ruh olmayınca insanlıkta olmaz. Mesela hayvanda can vardır. Yer, içer, uyur, ürür ve ölür. Ama ruh düşünmeyi, iradeyi, takvayı (sorumluluk) sağlar. Yunus Emre’nin ‘’ten fanidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez. Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil’’ dizesinde ifade ettiği can bu ruhtur. Eğer bir insan nefsine aldanmışsa, sırf dünya için materyalist bir hayat yaşıyorsa o ölmeden zaten ruhu alınmıştır. Sadece bir hayvan gibi yaşıyordur. Sırda ruh ile ancak bilinebilir. Bir insanda ruh ve akıl (beyin değil) var ise ancak sırlar bilinebilir. Üstad Muhammed Nurullah Seyda, Tasavvufun Sırları eserinde ‘’ Bu, akıl hududunun gerisinde, bilinenin, itiyad (alışkanlık) haline getirilenin aksinedir ve madde üstüdür’’ der. Tasavvuf insana kaybettiği ruh ve aklını buldurur. Eğer bir mutasavvıf bunu sağlamıyor, müridanları ile sadece maddi ilişki kuruyorsa zaten o gerçek tasavvuf ehli olmamıştır ve böylelerinden sakınmak gerekir. Yine Şeyh Muhammed Nurullah hazretlerinin pederleri şeyh Seyda hazretlerinden aktardığı şu söz gibi ‘’ eğer bir kişinin havada uçtuğunu, suda yürüdüğünü görseniz bile, ekseri hallerinde sünnet-i seniyyeye uymuyorsa onu hiçbir şey sayma. Böyle birinin eteğine yapışmak caiz değildir’’. Ayrıca Şahı Nakşibend diye bilinen şeyh Muhammed Bahauddin hazretlerinin şu müthiş uyarısıda oldukça etkileyicidir ‘’ Bir kişi bir bahçeye girse ve girdiği bahçedeki her ağacın yaprağının selam sana ey Allah’ın velisi dediğini duysanız bile o kişinin farz ve sünnetlerini tam görmeden eline yapışmayın’’. Eskiler veli bir kişi hakkında ‘’sırlı biridir’’ derlerdi. Yani keşf ehli. Yani elindeki manevi fenerle sır diyarlarında dolaşabilen. Demek ki herkes sır ehli olamıyor. Peki zamanımızda neden böyle sır ehli kişileri fazla göremiyor duyamıyoruz. Nedeni şudur, manevi alemler etki-tepki üzerinedir. Yani çok bilinen şeyh uçmaz mürid uçurur sözü aslında burayı işaret eder. Şeyhin, velinin kerametini göstermemesi, veya eski manevi olayların görülmemesi insanların dünyayı artık şehvet, para, maddiyat tapınağı haline getirmiş olmasındandır. Gerçekten bu asırda nereye baksak herkesin kalbi ‘’dünya dünya’ diye atıyor. Evliya maddiyat tapınağı olmuş bu dünyada neden dursun? O yüzdendir ki çoğu kendinide kerametinide, sırrınıda gizler ve bu sırları başkasına aktarmadan fani alemden göçer giderler. Hallacı Mansur, İmameddin Nesimi, Gencevi gibi sır ehli kişilerin anlaşılmayıp ve işkencelerle öldürülmeleri bu yüzdendir. Hatta Nesimi ‘’Ben bu aleme sığmazam’’ demeside bundandır. Ben Allah’ın sırrından bir zerre aldım ve aleme sığamıyor bütün sırlara vakıf Allah’ın (c.c.) büyüklüğünü varın siz düşünemeyin. Düşünemeyin dedim çünkü gerçekten düşünülemez, akıl onu alacak kapasitede değildir. Bütün bunların dışında Allah (c.c.) insana bir sırrı emanet etmiştir. Oda ‘’fakr’’ dır. (Çoğulu fukur) Fakir, fukara dediğimi durumdan öte fakr kulun kendini Allah’a muhtaç hissetmesidir. Kur’anı Kerimde Bakara, Âli İmran (genelde yazılarda Ali imran yazılır, bu yanlıştır, Ali bir isimdir, uzun  ise aile demektir.) Nisa ve Tevbe surelerinde fakr kelimesi geçer. Ama manevi anlamda fakr. Bir müslümanada maddi zenginlik yakışır, Müslüman fakir olacak diye bir kural yoktur ama manevi zenginlik dahada yakışır. Yani kişi ömür boyu manevi fakirlikte kalmamalıdır. Selefi salihin (Allah c.c.’ın rahmeti üzerlerine olsun)in açıklayıp muhterem pederimin de te’yid ettiği gibi; eğer bir kişinin havada uçtuğunu, suda yürüdüğünü görseniz bile, ekseri hallerinde sünnet-i seniyyeye (en üstün salatu selam o sünnetin sahibine olsun) uymuyorsa onu hiçbir şey sayma. Böyle birinin eteğine yapışmak caiz değildir. Bazı insanlar kal bazısı ise hal ehlidir. (Kal, arapça söylemek demektir). Ve hal ehli yani sır ehli olan biri asla bunları layık olmayana veya ortaya dökmemelidir. Nasr-i Hüsrev’in de dediği gibi, her insan sırdaş olmaz, her testi su tutmaz. Sırlı oldukça ağzına bir düğüm daha atmalıdır. Tıpkı Nasreddin hoca merhumun meselesindeki örnek gibi. Hoca’nın da hazır bulunduğu bir toplulukta Şeyyad Hamza; “Benim kemâlâtıma son yok. Her gece bu alemden geçer¸ göklere uçar¸ oradan dünyayı seyrederim” demesi üzerine Nasreddin Hoca “Sen göklerde uçarken¸ hiç eline samur gibi yumuşak bir şey dokunuyor mu?” diye sorar. Şeyyad Hamza’nın “Evet” demesi üzerine¸ “İşte¸ o eline dokunan yumuşak şey¸ benim eşeğin kuyruğudur” cevabıyla bir mutasavvıfın böyle bir tavra girmemesi gerektiğini de muhatabına öğretir. Selam ve dua ile.