Amin! Desin hep birden yiğitler.
"Allahü ekber!" gökten şehitler.
Amin! Amin! "Allahü ekber!"
Diyen bir İslam şairi. Akif demek cihad demek, dava demek, şehadet demektir. Onun şahsında şehadeti, mücadeleyi ve cihadı anlıyoruz. İstiklal marşı; şehadet, ezan temalarının en yoğun işlendiği marştır. Ama bize kimse istiklal marşını bu açıdan anlatmamış.
PEYGAMBER VE ŞİİR
Peygamber bile bazen eski şairlerin şiirlerini dinlerdi. Kendisine şiir yazan Kaab'a bürdesini hediye etti. Kur'an'ın koca bir süresi Şuara yani şairler adını almıştır. Resullah'ın da şairleri vardı. Kaab bin Malik, Abdullah bin Revaha, Hasan b. Sabit gibiler.
Rivayete göre Hz. Peygamber'in özel şairlerinden biri olan Ka'b b. Malik (ö.50/670) bir gün kendisine, "Ey Allah'ın Rasûlü şiir hakkında ne düşünüyorsun?" diye sorunca şu cevabı almıştır: "Mümin kılıcıyla olduğu kadar diliyle de mücadele eder."
Sahabeden Amr b. Şerid bu konuda şunları rivayet etmektedir: "Bir gün Rasûlullah'ın arkasında deveye binip yürürken bana şöyle dedi: ‘Ümeyye b. Ebû's-Salt'in şiirlerinden ezbere bildiğin bir şeyler var mıdır?' Ben de kendisine ‘evet' diyerek bir beyit okudum. Fakat Allah'ın Rasûlü bununla yetinmeyerek; ‘daha fazla söyle' de¬yince kendisine bir beyit daha okudum. Ancak O bununla da yetinmeyip; ‘daha fazla oku' deyince ben de kendisine tam yüz beyit okudum."
İSTİKLAL MARŞININ BİZE HATIRLATTIKLARI
İstiklal marşındaki
Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli
ifadeleri günümüzde kelime-i şehadeti eksik yorumlayanlara tokat gibi cevap verirken şehadeti ve ezanı da bize farklı bir bakış açısıyla anlatmakta, bağımsızlıkla ezanı birleştirmektedir.
Bu vesileyle Akif'e rahmet diliyorum. Allah bu millete başka İstiklal Marşları yazdırmasın!
Mehmet Akif Ersoy
2. Abdulhamid’e karşı yazılan şiirlerinden bazıları:
‘’Ortalık şöyle fena, böyle müzebzep işler,
Ah o Yıldız’daki baykuş ölmezse eğer.’’
‘’Çoktan beridir vardı benim bir derdim,
Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim,
Kafes ardında hanımlar gibi Saikliydi Hamid,
Al-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümid.’’
Peki 2. Abdulhamid tahttan indirildikten sonra ne yazdı Mehmet Akif:
‘’Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş;
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!’’
Ayrıca Akif’in Mısır’dayken, saygı duyduğu yakın dostlarından Yozgatlı Mehmet Efendi’ye söylediği şu sözler hastalandığı yıllarda II. Abdülhamid hakkındaki görüşünü değiştirmiş olduğuna bir delil olarak kabul edilebilir. “Ölmez de iyileşebilirsem hatıralarını yazmak istiyorum. Hatıralarımda Sultan II. Abdülhamid’e karşı özür ve itiraflarım olacak.” (Aktaran: Şemsettin Şeker)
Akif’in Sultan Abdülhamid ile ilgili düşüncelerinin değiştiğine dair verilebilecek en güzel misallerden biri de, kendi ağzından aktarılan şu ibret dolu anekdottur:
Mehmet Akif’in, İstanbul’daki bir camide, Abdülhamid Han döneminde orduda önemli bir görev sahip olan bir subayın ağzından dinlediği şu hatıra, Abdülhamid Han’ın “veli padişahlardan” olduğunu ispatlayan en çarpıcı misallerdendir:
Mehmet Akif, sabah namazlarını Sultanahmet Camii’nde kılmayı adet haline getirmişti. Bir zaman, her sabah camiye erkenden gelip, mihrabın bir köşesinde sürekli gözyaşı dökmekte ve inlemekte olan, saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir zât dikkatini çeker. Durmadan ağlayan bu adamın uzun süre büyük bir hayret ve merakla takip eder.
Nihayet bir gün yanına yaklaşarak, derdinin ne olduğunu, nende kendini bu kadar derbeder ettiğini sorar: “Muhterem, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümitsizlik olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun?”
O zât, “Beni konuşturma, kalbim duracak” diyerek önce konuşmak istemez. Ancak, çok ısrar edince, bu halinin sebebinin ne olduğunu Akif’e gözyaşları içerisinde şöyle izah eder:
“Ben, Abdülhamid devrinde binbaşı idim. Anam- Babam vefat edince sadarete (Sadrazamlığa) bir dilekçe gönderdim. Dedim ki: “Mallarımız, gayrimenkullerimiz var. Bunların bir nezarete (bakıcıya) ihtiyacı vardır. Kabul buyurulursa istifa etmek istiyorum.”
Sadaret benim dilekçemi padişaha göndermiş. Bana doğrudan doğruya Hünkârdan bir yazı geldi: “İstifa kabul edilmedi” deniyordu.
Ben bir daha gönderdim. Yine aynı cevap geldi. Bizzat huzura çıkıp şifahi (yüzyüze) görüşmek istedim. Ben o cehalet ile padişahın huzuruna çıktım:
Sultanım, istifamın kabülünü istirham edeceğim. Durumumuz budur, dedim.
Derin derin düşündü istifa etmemi istemiyordu. Yüzünden belli idi. Israrıma dayanamadı. Öfkeli bir edayla, elinin tersi ile:
-Haydi, istifa ettirdik seni, dedi.
Ben dönüp işimin başına geldim. Gece manâ aleminde orduların teftiş edildiğini gördüm. Rasulullah Efendimiz (a.s.m.) Yıldız Sarayı’nın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusunu teftiş ediyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri de orada idi. Abdülhamid, edeple Fahri Kâinat Efendimiz’in arkasında duruyordu.
Derken, benim birliğim geldi. Başında kumandan olmadığı için darmadağınıktı.
Efendimiz: “Nerede bunun kumandanı?” diye sordular.
Abdülhamid de: “Ya Rasulullah çok ısrar etti. İstifa ettirdik.” dedi.
Efendimiz: “Senin istifa ettirdiğini bizde istifa ettirdik!”. Buyurdular.
İşte ben o gün bugündür bunun hicranı ve pişmanlığı ile gözyaşı döküyor, kederleniyorum. Ben ağlamayayım da söyle kim ağlasın?