Bazı insanlar liderlik genine sahiptirler. Doğup büyüdüğü ortam onlar için liderlik ortamı sağlamıyorsa, ne yapıp edip kendisine bir ortam bulup liderliğini icra etmeye çalışırlar.
Bunlarda iki kategoriye ayrılırlar:
Birinci kategoride olanlar; Aristokrat bir aile (Malbat) ortamında doğarlar. Eğer bu ortamda olanlardan biri liderlik genine ve ruhuna sahip ise küçüklüğünden itibaren ailesi ve çevresi işin başında geleneksel liderlik ahlakını, mantığını, adap ve usullerini de öğreterek–eğiterek, onu kademe kademe liderliğe hazırlarlar.
İkinci kategoride olanlar ise; Aristokrat (malbat) bir aileye mensup olmadığı halde, liderlik genine sahip kişilerdirler. Bunlar da ikiye ayrılırlar:
Kimisi liderlik için uygun ortam arayışlarına girdiklerinde, liderlikle ilgili sosyal ve toplumsal ahlakı, adabı muaşeret ve toplumsal gelenekleri önemseyerek, bunu göz önünde bulundurarak çalışma ve arayışlarına girerler. Mahatma GANDİ gibi.
Kimisi de, bu konuda çok hırslıdır ve kendisini hiçbir sınıra bağlı görmeyerek, amacına ulaşmak için her şeyi, her vasıtayı mubah görerek liderlik ortamının arayışlarına girerler. Bu günkü Abdullah Öcalan da bunlardan biridir.
İşin detayına girmeden önce liderliğin olmazsa olmaz evrensel evsaf ve şartlarını bilmemiz gerekir.
Liderliğin olmazsa olmazının 4 şart ve evsafı vardır. Bunlardan tek birisi lider adayında bulunmazsa o şahıs lider olamaz. Olsa bile başarı elde etmesinin imkanı yoktur. Bunlar:
Lider;
1– Bilgili olacak. Yani, neyin liderliğinin peşinde ise o şeyi çok iyi bilecek, anlatımıyla kitleyi ikna edip arkasına sürükleyebilecek birikime sahip olmalı.
2– Cesaretli olacak, önemli derecede bir cesarete sahip olacak, yani korkuyu yenmiş olacak ki takipçilerine güven ve cesaret vererek takipçi ve taraftarlarının dik durmalarına örnek olacak.
3– Ye’s-Umutsuzluğa kapılmamak, Hiçbir suret ve şartta ye'se – umutsuzluğa kapılmayacak. Ne kadar yenilgi yaşasa da davasında umutsuzluğa kapılmadan her daim taraftarlarını motive edecek azmiyle zafere odaklanmış olacak.
4– Gönül tokluğu sahibi-cömert olacak. Maddi ve manevi çıkarlara boyun eğmeden her hal-u karda gönlü tok bir kişiliğe sahip olacak. Davasının tasfiye ve yenilgisine karşı her türlü makam ve maddi çıkar tekliflerine kapalı olacak, hiçbir güç onu satın almayacak, onu davasından alıkoymayacak.
İşte ancak bu şart ve evsaflara sahip olan kişi bir davanın ve halkın lideri olabilir. Ve ezilen halk da ancak böyle bir liderin öncülüğünde düzlüğe çıkabilir.
Modern dönemde Milli kurtuluş mücadelelerinde iki yol, iki yöntem takip edilmektedir:
Yurtseverlik ve Milliyetçilik.
Yurtseverlik; Yurdu-toprağı sevmek. Toprağı önceleyip ona odaklamak. Bilindiği gibi Yurt-toprak, her türlü gelir-çıkarın kaynağı olduğu için, burada maddi kazanca ve çıkara dayalı bir beklenti ön plandadır. Bunun kökü tarihi "Maddecilik-Materyalist" düşünceye dayandığından maddi menfaat veya mevki–makam esas alınır. Bu yolda olanlar, kişisel çıkar ve egoları ön planda olduğu için, İnsanları rahatlıkla bu egolarına kurban etmekte sakınca görmüyorlar. Yeter ki hedefledikleri makam, çıkar ve iktidarı elde etsinler
Milliyetçilik ise; İnsan odaklı olup, insan sevgisi ön plandadır. İnsanı önceler. Burada her şey insan içindir, her şey insana feda edilir. Bunların ülke sevgisi de, sevdiği insanların yaşadığı toprak olduğundan ve onlara ait olduğu için severler.
Bu anlattıklarımız çerçevesinde Abdullah Öcalan'a bakacak olursak,
Abdullah Öcalan Urfa'nın Halfeti ilçesinin bir köyünün sıradan bir çocuğu olarak dünyaya geldi. Liderlik genini taşıyan ve liderlik için yanıp tutuşan zeki ve hırslı bir kişiliğe sahiptir. Bu hırsı nedeniyle, ulusal ve uluslararası siyaset, istihbarat ve karanlık odakların merkezlerinden biri olan Türkiye'nin başkenti Ankara'da, dindarlarından tut milliyetçilerine, Sosyalist–Komünistinden tut MİT'e bağlı Fikir Ajansı kulübüne kadar çalınmayan kapı bırakmadı. Böyle zeki, enerjik ve son derece hırslı ve talepkar bir gencin Ankara’nın mahfillerinin dehlizlerinde gezip de çengel atılmaması mümkün mü? Tıpkı yoksul ve güzel bir kızın, moda ve sosyetenin göz kamaştırıcı ışıltılı hayat dünyasına göz dikip de yoksulluğundan dolayı buna ulaşamama, elde edememe nedeniyle bunu elde etmek için nasıl ki bu mahfillerin ve bu hayatın patronlarının istismarına-kullanımına her daim açık ise…
Geleneksel ve evrensel siyasi ve liderlik eğitim ve ahlaki alt yapısına sahip olmadan, fakat liderlik genini taşıyıp da, liderlik için yanıp tutuşan zeki ve hırslı bir kişiliğe sahip olan Abdullah Öcalan gibi kişilerin de her daim kullanıma hazır oldukları gibi bu emellerine ulaşmak için vermeyecekleri taviz de olamaz… Bu yazı dizisinin ileriki bölümlerinde bu konuyu somut ve sağlam belgeler detaylı bir şekilde ezilmiş, sömürülmüş ve özellikle aldatılmış Kürt halkının önüne koyacağız İnşallah. İnşallah aldatılmışlığın farkına varırlar…
Abdullah Öcalan kendi isteği ve müracaatı üzerine Türkiye Cumhuriyet Savcılığına 03.04.1999 tarihinde verdiği ifadesinde çok dikkat çekici bir ifade kullanıyor ve şöyle diyor;
“1940’lı yıllardan 1970’lı yıllara geldiğimizde, Türkiye de sağ-sol çatışması başlamıştı. Marksizm ve Kürtçülük hareketleri başlamıştı. Ben de Ankara da yoksul bir aileye mensup kişi olarak kendimi bunların ortasında buldum. Ve bu harekete katıldım. Fakat sürecin böyle sonuçlanacağını (yani dünyaca dışlanıp tutuklanacağımı) bilseydim bu işe girişmezdim.”
1925’ten 1940’lara kadarki Kürt başkaldırıları ve bu başkaldırı nedeniyle Kürtlere yapılan katliamlar neticesinde sinmiş olan Kürt siyaseti, 1958 de, 49’ların yakmış oldukları kıvılcımla uyanmaya başladı.
Bu arada Irak'ta darbe yapan Abdülkerim Kasım'ın daveti üzerine Sovyetler Birliğinden Irak'a dönen Mele Mustafa Barzani, Irak hükümeti ile anlaşamamış, 11 Eylül 1961 yılında “Eylül devrimi” adı altında Kürt ayaklanmasını başlatmış, bu devrimin rüzgarı, başta Türkiye Kürdistan'ı olmak üzere Kürdistan’ın dört parçasında bulunan Kürtler arasında esen Kürt milli rüzgarı Kürt halkını kasıp kavuruyordu. Barzani’nin başlatmış olduğu bu yeni milli Kürt hareketi, geleneksel Kürt mücadelecileri ile modern Kürt aydınların Kürtlük aşkıyla dolu kalplerini hoplatırken, özellikle bu hava, (Mele Mustafa Barzani'nin dindar, Melle ve ailece bölgede Nakşibendi tarikatının merkezi konumda olmaları hasebiyle de olsa gerek,) Kürt dindar kesim arasında, Kürtlerin eğitim ve kültür merkezi sayılan Kürdistan’nın Nakşibendi medreselerinde bu Kürtlük milli duygu hareketliliği doruğa ulaşmıştı.
Bu durum din dışı ,farklı fikir ve düşüncelere kapalı olan tek tip ulus -devlet sisteminin,tek parti idaresinin ; “bunlar Komünist, dinsiz ve gavurların ajanlarıdırlar" gibi propagandaların önünü kesmişti.
Çok dinli ,çok dilli ve çok kültürlü bir sistem üzerine kurulu olan Osmanlı sisteminin tersine, tek tip ,tek dil ve İslam’ı dışlayan bir tarzda tasarlanmış olan yeni sistemin arızalarının farkına varan Kürt tarikat, dergah ve Medreselerinde hayata geçirilen Barzani Hareketi , milli Kürtlük havası, Kürt burjuvazisi, aydın, gençlik ve özellikle dindar Kürtler arasında hızla yayılıyordu. Bu mücadelede, Kürt burjuvazisi ve Muhafazakâr dindar Kürtler.lokomotif görevi alınca ve bunlar vasıtasıyla Kürt burjuvazisi ile şehirli ve kırsal kesimdeki halk da bu Kürtlük davasına kapılınca, Kürt halkı bu davaya sel gibi akmaya ve artık bariz bir şekilde saflar netleşmeye başlamıştı. Bu hava, “bu rüzgar, başta Diyarbakır, Batman, Ağrı olmak üzere, Kürdistan’ın belli başlı şehirlerinde Kürt kimliğiyle bağımsız belediye başkanı ve millet vekili çıkarınca,” sistemin adeta eteği tutuşuyor, acilen yeni bir planlama yapmaya ihtiyacı duydular. Bu planlamada; adeta meşhur İranlı sosyolog Ali Şeriati'nin mealen; "Bir fikre direk karşı koyacağına, (onu içten yıkmak için mensupları tarafında) onu kötü kullanman (veya kullandırman) yeterlidir" olan sözünü tatbikata niyetlendiler.
Bilmemiz gerekir ki, (genellikle insanlar fark etmese de) İnsanlığın sosyal hayatında iki çeşit düşmanlık söz konusudur:
Birinci tip düşmanlık; her kesin bildiği gibi bir nedenden dolayı hasım olarak karşı karşıya gelen kişilerin klasik düşmanlığıdır. Bu tip düşmanlık bilinen ve açık seçik olduğu için bunda fazladan bir sorun yok. Fakat ikinci tip düşmanlık ise, işin içinde bulunup da, hatta işi yönetip de işi bilerek veya bilmeyerek yanlış ve kötü yönetmekle-yapmakla bu işe en büyük düşmanlık yapılmış demektir. Bir kere yanlış yapıldığı için işin olma imkanı yok. Kötü yapıldığı için de, iş halkın gözünde kötülenmiş olduğu için iyi yapmaya kalkanların önü de kesilmiş olur.
Evet Kemalistler, tabanından tavanına leke kaldırmayacak kadar saf, temiz, kazanıma ve sonuç almaya odaklanmış bu Barzani düşünce odaklı Milli Kürt mücadelesini “sahte Kürtlükle vurma kararı aldılar" ve bunun için İngiliz beslemesi ve onların taşeronu olan Kemalistlerin planlama ve pratiğiyle, şeytani bir planı devreye sokma kararı alıyorlar.
PKK'nin devreye sokulması;
Tarihi Kürt düşmanı “İngilizler, Mustafa Kemal'e yeni devleti kurarken, kendisine vekaleten, onlarla mücadele etmek için iki emanet bıraktı. “Kürtlerle mücadele ve Anadolu’yu İslamsızlaştırmak için İslam dini ile mücadele.”
Hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal yaşamı boyunca İngilizlerin kendisine bıraktığı bu iki emanete dair vasiyeti en mükemmel şekilde yerine getirdi.
"Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, Barzani düşünce merkezli Kürt siyasetine ilaveten, Kürtlerin muhafazakar politik tarihinde ve bu muhafazakar taban destekli, Modern Kürt Siyasetinin doğuşu olarak da tanımlanabilecek (maalesef ileride Kürt siyasi hayatını zehirleyecek ve onarılması imkansız gibi görülecek yaraların açılmasına sebep olacak) Marksizm felsefi düşünceye dayalı “Devrimci Doğu Kültür Ocakları-DDKO, 21 Mayıs 1969 günü, önce Ankara’da, birkaç gün sonra da İstanbul’da ve daha sonra Kürdistan’da Diyarbakır, Silvan, Ergani, Kozluk ve Batman’ da aynı tüzüklerle kuruldular.”
Bununla Kürtler Kemalist Türkiye'sinde ilk kez legal bir örgütlenmeye ve Modern siyasete doğru adım atmayı başardılar."
Bu çalışmayla, nitelikli aydın ve toplum mühendislerinin içinde barındırdığı DDKO'nun başını çektiği, hem nitelikli hem de niceliğe sahip muhafazakâr Kürtlerinde yoğun bir şekilde destek verdiği veya ilgi gösterip yer aldığı bu (Marksist düşünce merkezli) Kürt milli hareketin bertaraf edilmesi için, bu hareketi "ismen ve cismen" yozlaştıracak (Kemalist derin devletin denetiminde) bir Kürt hareketin başlatılması ile ancak sonuç almaya odaklanmış, yeni ortaya çıkan ve Kürt halkı arasında hızla yayılmaya başlayan bu milli Kürt hareketinin önünün alınabileceği inancındaydılar. Bunun için, çoğu Anadolu Türk halkından yüz bulamayan hareketi yönetenler düzeyinden Türk solunun da yer alıp PKK kısaltılmasının asıl açılımı olan "Partîya Komonistên Kurdistan’ı – Kürdistan Komünist Partisi–PKK" yi kurdurdular. https://m.nerinaazad.org/tr/columnists/yahya-munis/hdpye-kemalistler-tarafindan-kayyum-atanirken
Kürt toplumunun inanç ve sosyolojik Toplumsal yapısına 180 derece zıt olmasına rağmen, bir yanda Kürtlerin mazlumiyet konumunu ve Kemalist sisteme beslediği kini, bir yanda da şiddet kullanarak Kürt halkına evvelden kuruluşundan itibaren çoğu yöneticisi Türk olmayan,yer yer Türkleri de mağdur eden, idam eden( İskilipli Atıf Hoca , Menderes vd.gibi ) ve Türklere de danışılmadan kurulan Sabetaycı kökenli Kemalist sistemin hazırlamış oldukları planı Kürt milletine dayatmaya çalıştılar.
Bir İngiliz projesi ve taşeronu olan Kemalist sistem ?, efendisi tarafında kendisine vasiyet edilen ve toplumu İslami ahlak, şeriat, aile yapısı, adap, gelenek ve göreneklerinin tahribatını amaçlayan "Kemalist rejimin ilkeleri" Türk halkının genlerinde yerleştirilmiş "vatan-devlet söz konusu ise diğer her şey teferruattır" inancı gereğince, Türk devleti karşılığında Anadolu'daki dindar ve diğer Türkler arasında fazla pürüzle karşılaşmadan çok rahat uygulama gördü.
Fakat bu Kemalist proje 90 yıl süre zarfında (her türlü baskı ve katliamlara rağmen) Kürdistan’da (Kürt ve Kürtlük merkezli Nakşibendi Tarikatının ve onların desteğiyle kurulmuş bulunan Kürdistan Nakşibendi medreselerin ölümüne direnme çabalarıyla ne asimilasyon gerçekleşti ne de Kemalizm’in ilkeleri uygulama sahası bulabildi.
Fakat 90 yıl zarfında, Kemalistlerin direk olarak Kürdistan da uygulamaya koyamadığı ilkelerini, ismen ve cismen sahte Kürtlük ambalajı ile görünümde aileden biri olan taşeron olarak seçtikleri Öcalan-PKK vasıtasıyla, (hem de Kürtleri aptallaştırma ve sosyolojik olarak ismen ve cismen Kürtleri bitirme ve son derecede acımasızca Kürtleri kullanma pahasına) uygulamaya çalıştı ve kısmen de başardılar.
Peki, Kürtler arasında Barzani düşünce merkezli Kürt milli şuurun dorukta olduğu böyle bir zaman ve ortamda, istikbali için her dalda oynamaya ve her güç odakları ile işbirliğine yatkın bir Abdullah Öcalan, Kürdistan’a giderken Kürdistan da nasıl bir toplumsal yapı, siyasi ortam vardı ve Kürt toplumunda nasıl bir psikoloji hâkimdi?
150 yılı aşkındır, yani Osmanlı devletinde merkezileşmeye gidildiğinden beri, Kürtler devletten baskı görüyorlar. Bu baskı Kemalist Türkiye’sinde de doruğa çıktı. Öyle ki; tüm Kürtler gibi “ben şahsen bir Kürt olarak küçüklüğümden beri, bir polisin ya da askerin (ki o zaman halk arasında bunlara Romi deniliyordu) düğmesini koparmanın suçu idamdır korkutmalarıyla büyüdüm. Şu anda dahil bunlardan birini gördüğünde ruhu ürpermeyen bir Kürde rastlamak mümkün değildir. Bu baskı ve korku Kürt’te bir nefret oluşturdu, içini kin doldurdu. Kürt toplumu olarak ömürleri bu kinin intikamını alacak birisini gözetlemeyle geçti. Kurtuluştan ziyade hıncını alacak bir ortam arayışına girildi. Bu kin, Kürtleri öyle bir hale getirmiş ki Kürtler kazanıma yönelik seçiciliğini de büyük ölçüde kayıp etmişti ve en iyisini seçme imkanına da sahip değildi. Tam manasıyla “Denize düşen yılana sarılır” sıkışmışlığı konumundaydı. Öcalan, cin aklıyla bunu fark etti. Tam zamanında PKK vasıtasıyla tetiğe bastı, değil o Romi-Askerin düğmesini koparmak, o askerleri ve polisleri öldürdü. Bu Kürtlerin korku dolu bilinçlerini alt üst etti. Olup bitenler karşısında, demek ki polis de asker de öldürülebilirmiş diye düşündüler. Ezici çoğunlukla Kürtler, PKK’yı intikamlarını alan bir güç olarak gördüler. Ve böylece Kürtler sorgusuz-sualsiz PKK kucağına düştüler. Öcalan, Kürtlerin bu çaresizliğini çok acımasızca ve aldatarak kullandı. PKK belki bir zamanlar, devlet korkusunu ortadan kaldırdı, ama onun yerine kat be kat kendi korkusunu koydu. Bu korku öyle acımasız bir safhaya ulaştı ki; çıldırtılmışçasına imza ile “Abdullah Öcalan mutlak irademdir” dedirtip insanoğlunun en değerli varlığı olan Kürdün iradesini bile elinden almakta sakınca görülmediler. Oysa insanların yaratıcısı olan Allah bile insanların mutlak iradesini elinde almamıştı. Zaten insanoğlunun en bariz özelliği irade sahibi olması değil midir? Kürtlerin işgalci devletlerden temel istekleri; “özgür irademle kendi kaderimi tayin etmek istiyorum” isteği değil midir?
Oysa buna mukabil; “Kürtlerin en fazla korkusuzca yaşamaya ve özgürce karar vermeye ihtiyaçları vardır.”
Öcalan PKK’sinin Kemalistler adına bu tahripkar girişimine değinmeden önce, Kürt toplumsal yapısının sosyolojik yapısına bakmamız gerekir.
İnşallah konuya buradan devam edeceğiz…
İrtibat ve yorumlar için:
yahyamunis@hotmail.com
Bir "Halk Çocuğu " olarak Abdullah Öcalan ve onun liderliği –1
Paylaş