Anadolu’nun mayası aşk ile karılmış, irfan ile yoğrulmuştur.
İşte bu nedenledir ki aşkın ve irfanın sahibi sûfilerin kendilerine mahsus kelimeleri, kavramları ve cümleleri yani dilleri hala Anadolu’yu diri tutan temel unsurdur.
Zinde olmak ve zinde kalmak isteyenler için sufilerin bu sözleri birer ruh antrenörü gibidir. Aşikâr veya örtülü şekilde üzerini açacak mana avcılarını beklemektedir.
Onu kalpleriyle okuyacak kâşiflerin kendisini kuşatmasını ve kuşanmasını beklemektedir.
Bu sözlerin tamamı tevazu öğretirler insana...
Tevazu ki toprak gibi olmak ve toprakla irtibatı canlı tutmaktır.
Yakında çıkacak kitabımızın adı bu nedenle “Boynu Bükük Sözler” oldu.
İlmin kibrinden kurtaran, irfanla aşkın eşliğine ulaştıran sözler...
Hakikat ülkesinin yol tabelaları...
Boynu bükük bu sözlerin başında Edep Ya Hu, Hiç, Hu, Bu da geçer Ya Hu gibi günlük dilde yaygın kullanılan tablo sözler bulunmaktadır.
Bunlar arasında pratik hayatta insana en çok değeni kuşkusuz “Bu da geçe Ya Hu” sözüdür.
Günlük dilde zorda kalan bir dosta nasihat kabilinden söylediğimiz “sıkma tatlı canını bu da geçer” cümlesi arka planında bir iman ve bir derviş kültürü barındırmaktadır.
Yahut zorda kalmışlara hitaben söylenen İbrahim Tatlıses’in arabesk dilinden dinlediğimiz “Hemen karar verme sabret; bu da geçer bu da geçe, dayanmalısın...” şeklinde başlayan “Bu da geçer” şarkısı da arkasında bir iman ve irfan saklamaktadır.
Veya Erzincanlı âşık Dâimî’nin dilinden dökülen “Ne Ağlarsın” diye bildiğimiz türkü de aynı irfan ummanın bir incisidir:
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Göklere erişti figanım ahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Bir gülün çevresi dikendir, hardır
Bülbül gül elinden âh ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir, bu da geçer, ağlama
Kısaca “Bu da geçer” şeklinde dillendirilen bu hakikat aslında dergahlara serlevha olarak asılan ve dergahta pişenlerin mgönüllerine bir mühür gibi basılan “BU DA GEÇER YÂ HÛ” sözünün özü ve özetidir.
Bu söz kendi içinde zıt iki hakikati ifade eder.
Bu da geçer; Yani dünya ve dünyalık...
Yâ Hû: Baki olan Hak...
...
İlim talibi olmanın yolu okumak ve sormak, irfan yolunda yürümenin esası ise susmak ve dinlemektir. Hızır huzurunda Musa gibi...
Derviş mürebbisi olan “Bu da geçer” sözü, “bişnev-dinle” emrine kulak kesilenlere der ki,
Başa geleni geçici görmek, imanın alametidir. Zira iman, zorun da kolayın da, güzelin de çirkinin de geçici olduğunu bilip, kaderin bir miktarından dolayı kederlenmek yerine Allah’ın rahmet ve azametine güvenerek bir sonraki adımda vereceği nimet için kederi sancı görmektir.
Zorluk anında kulun acizliğini itiraf ederken yaşlı gözlerle inlemesi yani “enîne’l-müznibîn”i rahmet için bir şimşek çakması bilmektir.
Gözyaşı, gönül yıkar...
Yıkanan gönülde göz açılır.
İşte bu gözdür fani ile baki olanı gören ve imanın hakikatine eren.
İşte o zaman insan eşhedü der: Görüyorum ve bu nedenle şahidim ki...
Tevhidin tahakkuk ettiği an...
İslam olanların imana ermesi...
İnsan fani olanı bilmeden ve görmeden, baki olanı bilir ama anlamaz.
Âlim olur da Arif olamaz.
İşte budur “Bu da geçer Yâ Hû” nun mesajı.
Bir de meşhur hikâyesi vardır malum bu sözün, yine bir dervişten nakledilen.
...
Nice zaman önce bir padişah dalkavuklardan sıkılmış ve kendine hakikati hatırlatacak bir arayışa girmiş.
Kadrolu dalkavuğu olduğu için dalkavukluk yapanlara “sen onu ehline bırak, zaten onu yapan var” dese de bir türlü onların elinden kurtulamamış.
Artık öğrenmiş ki sarayların soytarıları sarayların savaşçılarından daima daha çok oluyor.
Nihayet bir gün vezirine demiş ki;
“Parmağıma taktığım şu yüzüğe öyle bir söz yazayım ki başkasına lüzum kalmadan beni her halimden uyarsın...”
Herkese haber salınmış, her birinde bir söz alınmış ama padişahın kalbi onaylamamış.
Vezir biliyormuş ki kalbin kanaat getirmediği insanı huzursuz eder.
Birkaç gün sonra, konudan haberdar olan bir garip derviş bir kâğıda “Bu da geçer Yâ Hû” yazıp, kapıdaki görevlilerle padişaha göndermiş.
Elbisesi eski, boynu bükük dervişin gönderdiği yanı yönü yırtık yarım kâğıdı eline alan vezir yazıyı Padişah’a okumuş;
“ Bu da geçer Yâ Hû”
Padişah vezire sormuş;
“Nedir bu sözün anlamı?”
Vezir güngörmüş, mürekkep yalamış bir kişiymiş. Padişaha cevaben şöyle demiş:
“Ulu Sultanım!
Hani derler ya “Harabat ehlini hor görme Zâkir!
Defineye malik viraneler var!”
Bu sözde zahiri harabe olan mütevazı bir derviş tarafından bırakılmış kapıya. Maksadı nedir ona sormak lazım gelir.”
Padişah’ın emri ile derviş bulunmuş ve kendisine bizzat Padişah sormuş:
“Bu sözün anlamı ne ola derviş efendi?”
Derviş kendine gösterilen yere oturup tane tane anlatmaya başlamış:
“Padişahım bu söz bana ait değil, ben de başkasından öğrendim. Hikâyesi şöyledir.
Nice zaman önce, dervişiz ya hani bizim işimiz seferde olmaktır, biz de dolaşırdık dört yanı. Günlerden bir gün bir köye vardım yorgun ve aç şekilde.
Beni görenler dediler ki şu Şakir efendinin konağıdır. Ona varın size ikram etmekten mutlu ve mesrur olacaktır.
Ben de vardım.
Kocaman bir konak.
Her türlü izzet ve ikram sonrası o akşam orada kaldım. Ertesi gün ayrılırken Şakir Efendi beni kapıya kadar uğurladı. Ona dedim ki;
“Şakir Efendi Allah sana ne büyük ikramda bulunmuş şükrünü daim eyle.”
Şakir efendi konağa bakıp elini sallayarak şöyle dedi:
“BU DA GEÇER...”
Köyden ayrıldıktan birkaç yıl sonra yine uğradım köye. Biz olamasak da, derviş yolu vefa yoludur derler ya hani.
Vardım ki Şakir Efendi’nin konağı yerinde yok, yıkılmış. Yanındaki konağa sordum onu.
Bana dediler ki;
“Şakir efendinin evi bir fırtına da yıkıldı. Malı mülkü kalmadı. Ama bizim bahçedeki şu küçük kulübede kalır eğer görmek isterseniz.”
Şakir efendinin yanına vardım. Yemek yiyordu. Beni de çağırdı yanına beraberce yedik. Önceki görüşmemizde “tebessüm yüzün selamıdır” demişti. Hala yüzü, sözü gibi mütebessimdi.
Ayrılırken kulübesine baktığımı fark edince üzüldüğümü sanmış olacak ki, üzülme manasında sözünü tekrar etti:
“ BU DA GEÇER”
Aradan birkaç yıl sonra tekrar uğradım köye. Kulübenin kapısını bir başkası açtı. Şakir efendiyi sorunca:
“O konakta yaşamaktadır. Sağ olsun beni de buraya aldı” dedi.
Konağa vardım ki artık ev sahibi Şakir Efendi olmuş gerçekten. Hikâyesini anlattı.
“Konak sahibi ölünce mirasçısı bulunmadığından benim kulübede yaptığım hizmetler nedeniyle mirasını bana bıraktığını yazmış. İşte böyle...” dedi.
“Hani siz dervişler dersiniz ya himmet için hizmet lazım diye. Dünyada bile öyle imiş...
Ayrılık vakti geldiğinde yine konağa baktığımı fark etmiş olacak ki Şakir Efendi sözünü bir kez daha tekrar etti:
“ BU DA GEÇER...”
Aylar sonra bir gün yine yolum Şakir Efendi’nin köyüne düştü.
Konağın kapısında duran adama Şakir Efendiyi ziyarete geldiğimi söyleyince bana az ilerdeki tepede duran mezarı gösterdi.
Üzüldüm ve bunca hukukun karşılığı olarak bir Fatiha okumak üzere mezarın başına vardım. Bir de ne göreyim. Mezar taşında adının yerine şöyle yazılmış:
BU DA GEÇE YÂ HÛ..."
Fatiha okuyup tepeden inerken içimden şöyle demek geçti:
“Bundan sonra daha ne geçecek be Şakir Efendi!...”
Meğer gerçekten daha çok geçecek şey varmış.
Devri dünya bir değirmen gibi öğütüyormuş...
Aylar sonra yolum köye düşüp tekrar bir Fatiha okumak isteyince anladım bunları.
Bir büyük sel etrafındaki her şeyle birlikte Şakir Efendinin mezar taşını da meçhul bir mekâna taşımış.
Mezarın yeri bile belirsiz olmuş.
...
İşte Padişahım benim başımdan geçenler böyledir.
Aslında hepimizin başından geçen budur. Gelen gidiyor, konan göçüyor. Yazıp da size gönderdiğim sözün hakikati de budur.
Yani hepimizin hakikati...
Padişah dervişe ikramda bulunup onu yolcu etmiş ve vezirine yüzüğü uzatarak şöyle demiş. Bunun üzerine aynen yazılsın:
BU DA GEÇER YÂ HÛ....
Ercan 4 Yıl Önce
EyvAllah. Gönüllere dokundun kıymetli Hocam teşekkürler.
M.Emin Atım 4 Yıl Önce
Gönül dostum diline ve gönlüne sağlık. Hayattı üç kelimeyle özetlemişsin.