Kadim beldelerin mühürleri vardır; Mekke-i Mükerreme’nin Kâbe-i Muazzaması, Medinet’ül Münevvere’nin Mescid-i Nebevîsi, Kudüs’ün Mescid-i Aksası, İstanbul’un Ayasofyası bunlardandır. İlk çağrıdan beri Kâbe-i Muazzama insanlığa kucak açıyor, Mescid-i Nebevî aziz misafirleriyle dünyayı aydınlatıyor, Mescid-i Aksa mübarek çevresiyle feryad ü figanlar arasında yanıyor, Ayasofya 81 yıldır prangalarından kurtulacağı günü bekliyor.
Ayasofya, ah Ayasofya!..
Utanç içinde bugün yine sana dokunup, dertleneceğiz!..
Yine ve yeniden seni unutmayacağız; unutturmayacağız!..
***
“İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ...” (Şübhesiz biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik) duaları eşliğinde, zincirler kırılıyor, kaleler yıkılıyor, burçlara İslâm sancağı dikiliyordu. Bir karanlık çağ kapanıyor, aydınlık çağı açan kumandan ve askerleri “şükür secdesi” için sana koşuyordu. Zulmün, adaletsizliğin ve inkârın teslim olduğunu, hakkın ve hakikatin galip geldiğini senin kucağında haykırıyorlardı. O övülmüş kumandan, harap ve perişan haline aldırış etmeksizin “Ayasofya fethin sembolü”sün diyordu. Sana öyle bir saygı duyuyordu ki, ismini bile değiştirmiyordu.
Fethin üçüncü günü Akşemseddin koluna girip Sultanını minbere çıkartıyor, Fatih’in yüreğinden hamd ve senâlar dökülüyordu. Ulu ma’bed ilk defa böyle bir ritüele tanıklık ediyordu. Sonra o koskoca İstanbul’u dize getirenler, Akşemseddin’in öncülüğünde secdeler ederek Ayasofya’ya bûseler konduruyordu. Ve yepyeni bir medeniyete İstanbul değil, Ayasofya tanıklık ediyordu.
Her secdeye gidişte, her boyun büküşte, her yalvarışta, her gözyaşı döküşte Ayasofya da arınıyordu. Yeni ev sahiplerine biat edip, rengarenk ihramlara bürünüyordu. Hafızasındaki tasvirleri, putları hatırlatan heykelleri birer birer siliyordu. Hicap örtüsünü giydikçe güzelleşiyor, semadan melekler indikçe uhrevîleşiyordu.
Ateşten çıkan tuğlalar bir taraftan sinesini dağlarken, diğer taraftan övündüğü kubbesini geçiyordu. Ne Dikilitaş’a, ne de Çemberlitaş’a benziyordu; içinden her vakit “Allahû Ekber” sadaları yükseliyordu.
Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman fethettiği Macaristan’dan en güzel hediyeleri Hürrem’e değil, büyük dedesinin vakfiyesi Ayasofya’ya getiriyordu. Kandillerin ışıkları, direkler arasından süzülüp, semaya değen kubbeyi parlatıyordu.
Yılların yorgunluğu belli edince kendini, Mimarbaşı Koca Sinan neşterini Ayasofya’nın kalbine saplıyordu. Kubbeyi taşıyan payeler, semaya uzanan minareler Sinan’a dua ediyordu.
Kazasker İzzeddin Efendi’nin aşk ile süslediği Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin levhaları Ayasofya’nın azametini ne kadar da aşıyordu. Nereye bakılsa Allah gözüküyordu; nereye bakılsa Muhammed.
Yüzyıllar geçti böyle; Ayasofya huzur içinde...
Bir gün geldi, huzurun yerini huzursuzluklar kapladı. Yetim kaldı Fatih’in İstanbulu. Ulu ma’bedin tozunu almak da Bizans Enstitüsü’nden Thomas Wittemore’ye düştü.
481 yıldır kubbesi altına sığınana huzur dağıtan Ayasofya’ya 1 Şubat 1935’te acı bir haber geldi. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği, 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla; “Ezanlar susacak, bu ma’bed müze olacak” denildi. Ayasofya’nın işgal yıllarında bile susmayan ezanları böylece susturuldu. Hafızamız dumura uğratıldı, kendimizi en iyi hissettiğimiz ve kötülüklerden en emin olduğumuz sığınağa kilit vuruldu. Ayasofya âmâ olunca; Filistin’in başını okşayan el çekildi, Rumeli’deki Evlâd-ı Fâtihân yetim kaldı.
Fatih’in öz malı, ilk vakfiyesi 481 yıl sonra gasp edildi. Önce secdeye gidilen halılar kaldırıldı, sonra sıvanın altına gizlenen insan figürlü mozaikler bir dönemi tekrar canlandırmak için kazındı. Kucağında çocuğu İsa’yı taşıyan Meryem Ana, Cebrail ve Mikail’i tasvir eden mozaikler geldi, fakat bütün melekler terk etti Ayasofya’yı.
“Geçici”olarak kapatılan ve müzeye çevrilen Ayasofya, Atatürk’ten sonra açılmadı. Wittemore, manevî tozların tamamını bertaraf(!) etti, yine açılmadı. Tek Parti döneminde ulu ma’bedin ızdırapları bir kat daha arttı. Yalnızlığını paylaşan, martılarla haberler salan, her seher vaktinde bûseler konduran Sultanahmet Camii kışlaya çevrildi.
İş uzadıkça uzadı!..
1970’li yıllarda Ayasofya önünde muazzam kalabalıklarla mitingler yapıldı. “Zincirler kırılsın, Ayasofya ibadete açılsın” sloganları payitahtı inletti. O dönemin en heyecanlı gençlerinden Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya’yı ibadete kapalı tutanlara ecdadının diliyle “one minute” diyerek haykırdı.
Gün geldi, devran döndü...
“Minareler süngümüz, kubbeler miğfer / Camiler kışlamız, mü’minler asker...” diyen genç, önce Şehr-i Emini, sonra Başbakan ve nihayetinde Cumhurbaşkanı oldu. Heyhat ki, Ayasofya’nın kubbesinde saklı melek tasvirinin yüzündeki sırrı parçalamak, bu muhterem devletlinin iktidarına nasip oldu.
İktidar ruhuyla, fetih ruhu yer değiştirdi. Fethin mührü Ayasofya; secde bûselerine yine hasret kaldı. Ayasofya’nın boynuna asılı “müze” yaftası, fetih ruhunu aldı götürdü, hâlâ da götürmekte...
Ayasofya, ah Ayasofya!..
Bir tarafında kadehler kalkıyor, bir tarafında alınlar secdeye kapanıyor. Hoyratça kahkahalar; Firuzağa’dan, Sultanahmet’ten yükselen ezanları bastırıyor. Buz kesiyor kubbenin altındaki mihrabın saçaklardan damlayan hüzün zerreleri, yanaklarında kıpkızıl gözyaşlarına dönüşüyor...
Ayasofya, ah Ayasofya!..
Mahremiyet giysileri çıkartılıp, acılar içinde her gün pazara sürülüyor. Secdesiz alınlara, duasız ağızlara, abdestsiz ayaklara çiğnetiliyor. Fatih’in açtığı Yeniçağ kapatılıp, “dilek deliği”nde Bizans’ın Ortaçağı hayal ediliyor.
Ayasofya artık yeni bir fetih değil, yeni Fatih’ler bekliyor; tam 81 yıldır.
Yeter artık, bunca zulüm!..
“Gül Medeniyeti”nin huzur sokaklarından koşarak bir “ruh şöleni” gerçekleştirmek, mahzun Ayasofya’ya secdelerimizle bûseler kondurmak istiyoruz. Çünkü 81 yıldır insanlığın değil, İslâmlığın mirası Ayasofya’ya hasretlik çekiyoruz.