Allah’ın salat ve selamı üzerine olsun” sadaları eşliğinde ve Sensizliğin girdabında perişanız Yâ Resûlullah.
Şeytanın askerleri Senin araladığın rahmet perdesini yırtıp atmak istiyorlar; nûrundan, kokundan, öğrettiklerinden bizleri mahrum etmek için.
Ebu Leheb, Ebu Cehil, Haris bin Tulatıla, Huveyris bin Nukazi, Ümmi Sa’d ve Erneb’ler türedi yine; Seni bizden almak için.
Oysa bilmezler mi ki, biz Seni kalbimiz bildik Yâ Resûlullah. Seni hiç görmedik amma, Hazreti Sıddık-ı Ebu Bekir gibi hiç şüphesiz Resûllüğüne iman ettik. Ve hicret aleminde yılanlar sokarken bizi, gözlerimizden akan yaşlarla “Anam-babam Sana feda olsun Yâ Resûlullah” dedik.
Hayalini kurduk rüyâlarda ve asırlarca uzaklıkta. Bir tebessümüne hasret kaldık, yüreğimizin seraplarında; yaklaştıkça uzaklaşan, uzaklaştıkça yaklaşan ve yakan. Âh yolunu bulup muhabbet menbaından gönlüne bir akabilsek; hep aşkınla oturup, aşkınla kalkabilsek Yâ Habibullah.
İçimize bir kor düştü de, yine Seni pervasızca incitenleri hatırladık. Hatırladıkça da “babasının annesi” dediğin Fâtımatü’z-Zehrâ gibi hüngür hüngür ağlamaktan kendimizi alamadık Yâ Resûlullah.
Amcan Ebu Talib ölünce himayesiz kaldın diye pervasızca saldırıyorlardı müşrikler. Nasipsizler bilmiyorlar mıydı; Seni himaye edeni, Seni alemlere rahmet kılanı. Başına pislik saçıyorlardı, başları başına feda olasıca başlar. Nasıl da zevk alıyorlardı, yaptıkları çirkinliklerden.
Ve Sen, “Amcam ne çabuk hissettirdin yokluğunu” diyerek “hüzün” gözyaşlarını dökmeye başlayınca, Mekke sokaklarından Sana doğru koşarak gelen “velilerin anası” Fâtımatü’z-Zehrâ’yı görüyordun. Yüzünü, gözünü siliyordu biricik kızın, gözyaşları arasında. O’na, “Ağlama kızım...” deyişini tekrar tekrar hatırlıyor, “Canımız, anamız-babamız Sana feda olsun” diyoruz Yâ Resûlullah.
Kalbimiz bir tutsak güvercin gibi titriyor kafesinde. Her kanat çırpışımızda; bulutlar yağmura, katreler ummana, tutkular mecnunluğa, zindanlar aydınlığa dönüşüyor Sende. Kölelik ruhundan arındırıp, nûrunun şûlesinde özgürlüğe pervazlandır bizleri Yâ Habibullah.
Torunun Hz. Hüseyin dünyaya geldiğinde, kızının yanına gidip; “Hüseyinimi bana getir” demiştin. Ve o kucağına verildiğinde, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okuduktan sonra ağlamaya başlamıştın. Neden ağladığın sorulduğunda ise, “Cebrail(as) yanıma gelerek Hz. Hüseyin(ra)’in ümmetim tarafından öldürüleceğini haber verdi...” buyurmuştun. Seni ağlatan, Hz. Hüseyin’i şehit eden Yezidler şimdi İslâm beldelerinde oluk oluk ümmetinin kanını akıtıyor Yâ Resûlullah.
Hicap perdesi parçalandı, mazlumlar üryan düştü. Güller sarardı birer birer, bülbüle hüsran düştü. Kırıldı adaletin kalemi, hakime zindan düştü. Sensizlik ikliminde bozulan dengeye ziyan düştü Yâ Resûlullah.
“Benden sonra öyle kimseler gelecek ki, keşke Peygamberi görseydik de ne malımız, ne evladımız olsaydı diyecekler” diye işaret ettiğin ümmetin, Seni görüyormuşcasına Hz. Hatice, Hz. Sıddık-ı Ebubekir, Hz. Ali, Hz. Bilal gibi Sana iman etti Yâ Resûlullah.
Biat ettik, itaat ettik, kapına diz çöktük; “Canımız, anamız-babamız Sana feda olsun Yâ Resûlullah.”
Çağlayan olsak, Sana, hep Sana aksak. Çöl sıcağında ayağına tûrab olsak. Bir yetim çocuk gibi başımızı okşadığında, muhabbet ateşinde doya doya yansak. Ve bütün üzüntüleri unutup hüngür hüngür ağlasak. Tâ ki, “ümmetime bütün perdeleri kaldırdım” muştunla biz de, “Canımız, anamız-babamız Sana feda olsun” diye bir kez daha haykırsak Yâ Resûlullah...