Tunus’ta fitili ateşlenen “Arap Baharı”nın üzerinden tam 13 yıl geçti. Yaşanan bu süreçte domino etkisi ile önüne çıkanı yakan, yıkan, yok eden olayların etkileri artarak devam ediyor.
Medeniyet olgu ve algısını istismar etmekle kalmayıp, yok etmeye ayarlanmış “bâtıl” zihniyetin karşısında idarî, politik, hukukî, sanatsal, bilimsel ve zihinsel gelişimi gerileyen toplumların üzerindeki baskı her geçen gün artıyor. Âdeta “Çivisi Çıkmış Dünya”da yaşıyoruz.
Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un ilk baskısı 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış ve 30 baskıya ulaşmış “Çivisi Çıkmış Dünya” isimli deneme eserinde, ego tatmini yapmadan, dünyada yaşayan akıl sahibi herkese yakın tarih okuması yaparak, bir hekim hassasiyetiyle hastasına eziyet çektirmeden kaliteli yaşamanın sırlarını vermiş.
Maalouf eserinde, ego tatmini yapmadan, dünyada yaşayan akıl sahibi herkese yakın tarih okuması yaparak, bir hekim hassasiyetiyle hastasına eziyet çektirmeden kaliteli yaşamanın sırlarını vermiş. Alışılmışın dışında, dünyaya farklı bir pencereden bakarak okuyucusunu “beyin fırtınası”na maruz bırakmış.
Çivisi Çıkmış Dünya’nın son sayfasına geldiğimde “Dünyanın böyle ‘dertli’ insanlara ihtiyacı var” demekten kendimi alamadım. Dolayısıyla hemen belirteyim, yaşadığımız dünyaya dair “derdiniz” varsa, bundan sonraki satırları okumaya devam edin. Yoksa kendinizi hiç yormayın, bu yazıdan size malzeme çıkmaz.
***
Amin Maalouf, kadim tarihin hayat bulduğu topraklardan topladığı nüvelerle “Çivisi Çıkmış Dünya”sında artçı depremlerle okuyucuya kapı aralayarak 20 ve 21. yüzyılda vuku bulan yanlış ve çıkarcı politikaların doğurduğu ekonomik ve siyasal krizler, “medeniyetler çatışması” adı altında bütün kültür ve halkların geleceğini tehdit eden hoşgörüsüzlükleri, iklim değişiklikleri ve doğal felaketleri önlemede geç kalındığını, ifade ederken; çöküşü ve gerilemeyi önlemek için bir şey yapmamanın bir intihar, bir suç olduğuna dikkat çekiyor. Kötü gidişata karşı düşünce ve davranış alışkanlıklarımızı kökünden değiştirecek yol haritası ve çözüm pusulasını okuyucunun önüne koyuyor.
Okurların daha çok tarihsel romanlarıyla tanıdığı şark penceresinde gözlerini dünyaya açıp, garp penceresinden “yolu şaşırdıysak da, atalarımızın çizdiği yol değil söz konusu olan; çocuklarımız için çizmemiz gereken yoldur asıl sorun” saptamasında bulunarak, “Kendimiz olmadan çıkmadan, tamamen bizden biri olabilirsiniz”in önemine dikkat çekiyor. Ve şarkın bilge adamı, “Göçmen gerçekten iki kişidir, kendini de öyle görür”ifadesiyle içinde kopan fırtınaların sesini okuyucusunun kulağına fısıldıyor.
HER ŞEYİN ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DURUMDA
21. yüzyıla pusulasız girdik; entelektüel dünyanın, ekonominin, iklimin, jeopolitiğin, etiğin çivisi çıkmış durumda. Ve yaşadığımız zaman müttefikimiz değil bizim, yargıcımız. Bindiğimiz gemi yönünü kaybetmiş bir şekilde dev dalgalar arasında ilerlerken aslında cezamızın erteleme sürecini yaşıyoruz. İnsanlık, tarihte eşine rastlanmayan yeni tehlikelerle karşı karşıya ve bunlar yepyeni küresel çözümler gerektiriyor; yakın gelecekte medeniyetimize ait büyük ve güzel şeylerden geriye hiçbir şey kalmayacak.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte dünyada umutlar yeşermiş; demokrasi, gelişme ve refah çağının başlayacağı inancı hakim olmaya başlamıştı. Sovyet blokunun parçalanması bir zaferdi. Avrupa Birliği zafere ulaştığı anda onca halk sanki bir yeryüzü cennetiymiş gibi, gözü kamaşmış biçimde ona doğru ilerlerken, Avrupa ne yapacağını şaşırıverdi. Bu silahsız akın karşısında AB, bugün, geçmişte olduğundan daha fazla, kimliğini, sınırlarını, gelecekteki kurumlarını, dünya üstündeki yerini sorguluyor; cevaplarından da hiç emin değil.
Arap-İslâm âlemi bir daha çıkamamazcasına tarihsel bir “kuyu”ya gömüldükçe gömülüyor; bütün dünyaya karşı, Batılılara, Ruslara, Çinlilere, Hintlilere, Yahudilere vb. ayrıca her şeyden önce kendisine karşı öfke duyuyor. Afrika ülkeleri, ender istisnalar dışında, iç savaşlarla, salgın hastalıklarla, iğrenç kaçakçılıklarla, iyice yaygınlaşan rüşvetle, kurumların yozlaşmasıyla, toplumsal dokunun parçalanmasıyla, umutsuzlukla boğuşmak durumunda.
Rusya 70 yıllık komünizmden ve sonrasındaki kargaşa halinden kurtulmakta zorlanıyor. ABD’ye gelince; küresel rakibini alt etmenin hazzıyla neredeyse tek başına, boyun eğmez bir dünyaya boyun eğdirmeye çalışıyor. Göz alıcı bir tırmanışa geçen Asya devi Çin ise elindeki pusulayla belirsizliğe doğru sürükleniyor.
ARAPLAR HER ŞEYE KÖR, BATILILAR AÇGÖZLÜ
Şu veya bu şekilde, dünyadaki halkların tümü bir karışıklık yaşıyor. Zengin ya da yoksul, küstah ya da uysal, işgalciler, işgal altındakiler, kısaca hepimiz aynı dayanaksız sala binmişiz; hep birlikte suya gömülmek üzereyiz. Gelgelelim yükselen denizi hiç dert etmeden birbirimize sövüp saymayı, kavga etmeyi, katletmeyi sürdürüyoruz.
Bugün, Arap toplumlarının yüzyıllık körlüğünü ya da Batılı güçlerin yüzyıllık açgözlülüğünü kınamak gerekip gerekmediği konusu artık pek önem taşımıyor.
On yıllardır Arap-İslâm âlemindeki gizli modernlik yanlısı, laik insanlar Batı’ya karşı mücadele ettiler; bu yüzden de, çıkış olmayan bir yolda, maddi ve manevi anlamda yollarını şaşırdılar. Batı da çoğunlukla korkunç bir şekilde ve kimi zaman da dinsel hareketlerin desteğiyle onlarla savaştı. 11 Eylül 2001’de, ABD’ye ölümcül bir düello çağrısı yapıldı. Bunu da herkesin bildiği zincirleme tepkiler izledi; istilalar, isyanlar, idamlar, kıyımlar, iç savaşlar ve sayısız suikastlar.
Bugün Arap âleminde eleştirilen şey, ondaki manevi bilincin eksikliği; Batı’da eleştirilen şeyse, manevi bilincin egemenlik aracına dönüştürülme eğilimidir. Arap âlemi bugün dibe vurmuş durumda; evlatlarını, dostlarını ve aynı şekilde tarihini utandırıyor. İşlerin bu hale gelmesinde Amerika ile İsrail’in bir sorumluluğu yok mu, diye sorulabilir. Var kuşkusuz; ama bu Arap âlemi için değersiz bir mazeret.
Irak örneğinde olduğu gibi Amerikan işgalcilerinin ahlâksız ve dehşet verici oyunlarına alet olan bir Şii militan, Sünni ailelerin gittiği bir Pazar yerini havaya uçurmak üzere bomba yüklü kamyonun direksiyonuna geçince ve bu katil, bazı fanatik vaizler tarafından “direnişçi”, “kahraman” ve “şehit” olarak adlandırılınca, başkalarını suçlamak artık hiçbir işe yaramaz, asıl vicdan muhasebesi yapması gereken, Arap âlemidir.
Bugün aynı şekilde Batı uygarlığı da, kendine göre, davranışlarına etki eden ve dünyanın çivisinin çıkmasına katkıda bulunan tarihsel bir çıkmaz içinde. Örneğin, ekonomik alanda, Batılı modelin zaferi, tuhaf biçimde, Batı’nın zayıflamasına yol açtı. Güdümcülüğün boyunduruğundan kurtulan Çin, ardından Hindistan büyük bir kalkınma hamlesi gerçekleştirdiler. İnsanlık serüveni açısından bakıldığında, buna yalnızca sevinilebilinir; Batı açısından bakıldığındaysa, bu sevince korku karışır. Çünkü bu yeni sanayi devleri, yalnız ticari ortaklar olmakla kalmayıp, çekinilmesi gereken rakipler, gizli hasımlardır.
HALKLARIN BELLEĞİNDE ZAMAN AŞIMI OLMAZ
Kendine küresel dünya düzeni koridorunda yol açmaya çalışan Amerika hoyratça bir savaştan bir diğerine geçiyor. Sanki savaş son çare olmaktan çıkmış, küresel yetkenin “yönetim yöntemi”ne dönüşmüş durumda. Örneğin, Irak’ta olup biten şey aslında, ABD’nin demokrasi hayali kuran bir halka demokrasi getirememesidir. Bununla birlikte “Büyük Ortadoğu Projesi” için Amerikan demokrasisinin Irak halkını “cemaat”lere bölerek zehirli bir armağanla ödüllendirmesi utanç kaynağıdır, ayıptır. Hayâsız bir hesap yaptıysa, insanlık suçudur.
Eskiden bazı dükkânların belirlediği kurala göre, müşteri dükkândaki bir nesneyi kırarsa kırdığı ürünün parasını sanki onu alıyormuş gibi ödemek zorundadır. “Kırarsanız, sizin olur.” Irak işgaline hazırlanan ABD Başkanı George W. Bush’a Dışişleri Bakanı Colin Powell tam da bunu söylüyordu: “25 milyon kişi sizin olacak. Onların bütün umutları, bütün istekleri ve bütün sorunları sizin olacak. Bütün bunlar sizin olacak.”
Çocuk kendisini evlat edinen bir anne ile üvey anne arasındaki farkı bilir. Halklar da kurtarıcılar ile işgalciler arasındaki farkı bilir. İnsan hakları evrenseldir; Avrupa için başka, Afrika, Asya ya da İslâm âlemi için başka olmaz. Bu temel gerçeklik ne zaman yadsınsa, insanlığa ihanet edilmiş olur. Zamanaşımı, hukukçuların icat ettiği bir kavramdır; halkların belliğinde, zamanaşımı diye bir şey yoktur.
Biz gerçekten yok olmakta olan bir türün parçasıyız ve son nefesimize kadar bin yıllık toplulukların, en eski insan uygarlıklarının, bekçilerinin pılı pırtıyı toplayıp ve atalarından kalma toprakları bırakıp uzak bir ülkenin çatısı altına sığınmasını olağan karşılamayı reddedeceğiz. Uygarlığımız maddi ve manevi uzun bir evrim sürecinin sonunda, böyle etnik ve dinsel bir “temizliğe” ulaştıysa, açıkça yolunu şaşırmış demektir.
ABD ORDUSU LALE TARLASINDAKİ SU AYGIRI GİBİ...
Arap âlemi bugün, elli yıl önce, yüz yıl önce, hatta bin yıl önce hoş gördüğü şeyleri hoş görmüyor. Batı’daysa barbarlık hoşgörüsüzlükten ve karanlıkçılıktan kaynaklanmıyor; oradaki barbarlığın nedeni kibir ve duyarsızlık. Amerikan ordusu Antik Mezopotamya’da lale tarlasındaki su aygırı gibi yuvarlanıyor. Özgürlük, demokrasi, meşru müdafaa ve insan hakları adına, insanlar hırpalanıyor, öldürülüyor.
20. yüzyılda hiç kuşku yok ki, çok önemli ilerlemeler kaydedildi. Faydalı şeylerin yanında tarihte ilk kez, uygarlığın bütün izlerini yeryüzünden silecek silahlar üretildi. Çinliler ile Amerikalılar arasında yeni bir korku dengesi oluştu bu noktada; “Beni yıkmaya çalışırsanız, sizi de beraberimde götürürüm”. Bu, bütün dünyanın yazgısını bütünüyle birinin ayağının kayıp kaymamasına bağlayan ve kesinlikle gerçek bir dayanışmanın yerini tutmayacak, tehlikeli bir oyun.
21. yüzyıl daha önce insanlığın tanık olduğu her şeyden hissedilir derecede farklı olan bir düşünsel ortamda başladı. Büyüleyici, ama aynı zamanda tehlikeli bir değişim. “Medeniyetler Çatışması”nın iyice yerleştiği, tartışmaların yoldan çıktığı, sözlerde olduğu kadar davranışlarda da şiddetin baskın çıktığı, ortak noktaların yittiği bir dönemden geçiyoruz.
ABD, salt üstünlüğünün manevi meşruiyetine dünyanın geri kalanını ikna edemediği sürece, insanlık sıkıyönetim halinde kalacaktır.
ATATÜRK BÜTÜN DEĞERLERİ ALTÜST ETTİ
Dünyanın az çok uyumlu biçimde, ciddi karışıklıklar yaşamadan işleyebilmesi için, halkların çoğunluğunun başında meşru liderlerin olması gerekir; bu liderler de, zorunlu olarak, aynı şekilde meşru olarak algılanan dünya çapındaki bir yetke “denetim altında” tutulmalıdır. Günümüzdeki durumun bu olmadığı tartışma götürmez.
“Yurtsever Meşruiyeti”ni elinde bulundurmak isteyen Cemal Abdülnâsır 1952’den ölüm tarihi olan 1970 yılına kadar, hem dünyanın çivisinin çıkmasında hem de denetimsiz şiddet ve gerilemeye doğru kırılmada büyük rol oynadı. Bugün Arapların yaşadığı meşruiyet krizi onun zamanıyla tarihlendirilebilir.
Fakat bunun yanında İslâm âleminde eşine daha rastlanmamış özel bir örnekten bahsedelim. Halkını yıkımlardan kurtarmayı başarmış, bu yüzden de savaşçı meşruiyetini hak etmiş, böylesi bir kozun ne kadar güçlü olabileceğini ve ondan nasıl yararlanabileceğini açıkça göstermiş Atatürk’ten.
Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşılırken ve Versailles’da ya da Sèvres’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahip olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiplere hayır deme cesaretini göstermiştir.
Kısa süre içinde, “ulusun kurucusu” konumuna gelen eski subayın Türkiye’yi ve Türkleri istediği gibi yeniden biçimlendirmek için uzun süreli bir gücü vardır artık. Osmanlı hanedanlığına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar, halkından Avrupalılaşmasını ister, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini koyar, erkeklerin sakal tıraşı olmasını, kadınlarınsa peçelerini çıkarmasını zorunlu kılar, kendi başındaki geleneksel başlık yerine Batı tarzı bir şapka kullanmaya başlar.
Halkı çok da şikâyet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Dine çatsa bile, yurttaşları çok da sırtını dönmeyecektir ona. Politikada, dinin kendisi bir amaç değildir, düşüncelerden biridir yalnızca; meşruiyet en inançlı olana değil, mücadelesi halkınkiyle aynı olana verilir.
RUHSAL VE BEDENSEL KOPUŞ YAŞANDI
İslâm âleminde birçok lider, Türkiye örneğine öykünmeyi düşledi.
1919’da Afganistan’da tahta oturan Kral Emanullah, İngilizleri ülkesinden çıkarıp bağımsızlığını ilan etti. Ardından çok eşliliği, peçeyi yasakladı. On yıllık deneyimden sonra tahttan indirilerek, sürgün edildi.
İran’da Rıza Şah’ın meşruiyet girişimi ise Emanullah’a göre biraz daha uzun süreli oldu.
Tunuslu lider Habib Burgiba gibi modernlik yanlısı olanlar aynı yolu takip etseler de, Arap ülkeleri ve İslâm âleminin değer bölgelerinde çekinceli biçimde karşılandı.
Çünkü Atatürk’ün Avrupalılaşma isteği Türkiye’yi Araplardan uzaklaştırma amacı içeriyordu. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sırasında parçalanması, Arap uyrukları ve Türk uyruklarının birbirinden kopmasına neden oldu.
Mekke’deki Haşimiler 1916’da İngilizlerin kışkırtmasıyla, isyan bayrağını açtıklarında, amaçlarından biri de dörtyüz yıldan beri Osmanlı padişahlarına ait olan halifeliği Araplara geçirmekti; Türk boyunduruğundan kurtulan Peygamber halkı, eski zamanlardaki gibi şanına kavuşabilecekti.
Türk ulusalcılarda buna benzer tepki veriyor; ilerlemiyorsak bunun nedeni yüzyıllardır ardımızda sürüklediğimiz Arap prangasıdır, o karmaşık alfabeden, modası geçmiş geleneklerden, eski düşünce tarzından kurtulmanın tam zamanıdır.
Demek ki, bu acılı kopuş hem bedensel hem de ruhsal açıdan gerçekleşiyordu.
Aynı dönemde aynı çatı altında, ama birbirinden pek hoşlanmadan doğan Türk ulusalcılığı ile Arap ulusalcılığının son derece farklı yazgıları olacaktı, ilki zaten yetişkin doğmuştu, ikincisiyse asla yetişkin olamamıştı.
İNGİLİZ FİTNESİ İSLÂM ÂLEMİNİ PERİŞAN ETTİ
Arapları Atlas Okyanusu ile Basra Körfezi arasında yaşayan Arapların “bir ulus toprağı” çatısı altında toplama girişiminde bulundu Haşimiler, tıpkı Nâsır gibi.
Nâsır’ın trajedisi ve günümüze kadar süregelen bütün bu dramlar çözülemeyen ikilemler ışığında incelenebilir. Mısır reisi Nâsır’ın başa geçmesinden 35 yıl önce, bazı yerlerde, hâlâ bir efsane olan başka biri Arapların gönlünü çelmişti. Arabistanlı Lawrence’ın danışmanlığını yaptığı Haşimi hükümdarı Faysal’dan söz ediyoruz. Mekke Şerifi’nin oğlu Faysal, kendisinin hükümdar olacağı ve öncelikle Ortadoğu’yla, Arap Yarımadası’nın bütününü biraraya getirecek bir Arap krallığı düşlüyordu. İngilizler, Arapların Osmanlılara karşı ayaklanmasına karşılık olarak bu krallığı ona vaat etmişlerdi; babasını da halife sanıyla tanıyacaklarını vaat ettikleri gibi. Dolayısıyla, Dünya Savaşı sonunda, Batılı güçlerden tasarısı için destek almak amacıyla, Albay Lawrence’la birlikte Versailles Konferansı’na katıldı.
Paris’te kaldığı süre içinde, Siyonist hareketinin önemli figürlerinden, otuz yıl sonra, İsrail devletinin ilk başbakanı olacak olan Chaim Azriel Weizmann’la tanıştı. Bu iki adam 3 Ocak 1919’da, iki halk arasında kan bağlarını ve tarihsel ilişkilerini överek ve Arapların arzuladığı büyük krallığın kurulması halinde bunun Filistin’e yerleşme konusunda Yahudileri cesaretlendireceğini ileri sürerek, şaşırtıcı bir belgeye imza attılar.
Fakat sözkonusu krallık kurulmadı. Öfkeden çılgına dönen Faysal, Atatürk’ün çizdiği yoldan ilerleyip Batılı güçleri oldubitti karşısında bırakmaya karar verdi. Kendini “Suriye Kralı” ilan edip Şam’da Arap siyasal hareketinin çoğunluğunun katıldığı bir hükümet kurdu. Fransa kendisine verilen bölgeden yoksun kalmaya niyetli değildi. Faysal’ı giriştiği savaşta mağlup etti. Suriye’de geçici krallığını yitiren Haşimi emiri teselli olarak, İngiliz himayesinde Irak tarafını aldı. 1933’te 50 yaşında İsviçre’de öldü. Faysalı dipsiz kuyuya sürükleyerek coğrafyanın hafızasını dumura uğratan Lawrence da bundan iki yıl sonra bir motosiklet kazasında öldü.
ARAP ÜLKELERİ KAOSA SÜRÜKLENİYOR
Mayıs 1948’de İsrail devleti kurulduğunda komşuları onu tanımayı reddedecek ve daha büyümeden onu ortadan kaldırmaya çalışacaktı. Beceremediler, uğradıkları bozgun Arap âleminde büyük bir siyasal sarsıntı oluşturdu. Kamuoyu öfkeliydi; İsraillilere, İngilizlere ve Fransızlara, biraz da Yahudi devletini hemencecik tanıyıveren Sovyetler ile Amerikalılara; ama hepsinden çok da kendi liderlerine. Suriye devlet başkanı ile başbakanı bir darbeyle indirildi ve idam edildiler. Arkasından Lübnan eski Başbakanı Riyad es-Sulh 1951’de ulusalcı militanlar tarafından, beş ay sonra Ürdün Kralı Abdullah, arkasından da Mısır’da Nukraşi Paşa’nın öldürülmesiyle başlayan suikastlar ve kanlı ayaklanmalar bölgeyi bugünküne benzer bir kaosa sürükledi.
Bu bağlamda Nâsır’ın başa geçişi büyük beklentilere yol açtı ve onun ulusalcı söylemleri büyük heyecan oluşturdu. Arapların uzun zamandan beri hayalini kurdukları; birlik, bağımsızlık, ekonomik gelişme, toplumsal ilerleme ve en önemlisi yerlerde sürünen onurlarını yeniden ayağa kaldırma hayalleri yeniden canlandı. Nâsır’ı bu yüzden çok sevdiler ve ona çok inandılar. Bu beklentileri maalesef hayal olarak kalacaktı.
Nâsır’ın ekonomideki saçma tutumu, İsraillilerle giriştiği savaşı 5 Haziran 1967’de büyük bir bozgunla kaybetmesi, kendine rakip gördüğü Müslüman Kardeşleri zulme maruz tutması, Filistin’i Yahudilerden alamama başarısızlığı, karanlık olaylar zincirinin çoğalması; İslâm âlemi ve Afrika için ümit ışığı olan Nâsır’ın modelliğinin çöküş işaretleriydi. Nâsır var olan sistemi bütünüyle ortadan kaldırıp, tek partili bir rejim kurmayı yeğledi.
İNGİLİZ ENTRİKALARI BİTMEK BİLMİYOR
Ülkesi kuşaklardır İngiliz entrikalarının pençesindeydi; bu dönemde (1952) gözler çoğulcu demokrasiden yana tavır sergileyen İran Başbakanı Musaddık, petrol pazarında İngilizlerle rekabet etmeye kalkınca İngilizlerin buna cevabı dünya çapında ambargoyla olacaktı. Diz çöktürülen Musaddık iktidarını kaybedecek, yerini ülkeyi 25 yıl idare edecek Şah’a bırakacaktı.
Bu gelişmelerden sonra rahatlarının kaçacağından korkan İngiltere, Fransa ve İsrail; Musaddık’ın ardından Nâsır’a her gün sertleşen tokatlarını indirmeye başladılar; Sina bozgunu, Kahire Havalimanı’nın bombalanması, Süveyş Bunalımı Nâsır’ın döneminin kapanacağının ayak sesleriydi. Temmuz 1952’den Eylül 1970’e kadar geçen Nâsırlı yıllar, hareketli bir satranç partisini andırıyordu.
Örneğin, 1958’de Süveyş Savaşı’ndan tam 15 ay sonra, Nâsır galip biçimde Şam’a girdi; Suriye’deki halk onu öyle seviyordu ki, ülkeyi yönetenler iktidarı ona bırakmaya karar vermişlerdi. Nâsır cumhuriyeti, Selahaddin Eyyubi’nin sekizyüz yıl önce kurduğu krallığı hatırlatıyordu her haliyle; Selahaddin Eyyubi 1169’da Kahire’de iktidara gelmiş, 1174’te de Şam’ı fethetmişti, böylece Kudüs’teki Frenk Krallığı’nı kıskacına almıştı. Bu arada, Selahaddin Eyyubi’nin lakabı da “Nâsır”, yani “zafere ulaştıran”dı.
Nâsırcı ulusalcı dalga “Okyanus’tan Körfez’e”, hızla bütün Arap âlemini kaplayacak gibiydi. Domino kuramının böylesi bir ritimde işlediği daha önce hiç görülmemişti; bütün tahtlar sallanıyordu. Fakat domino etkisinin tersine dönmesi en az öncesi gibi hızlı oldu.
Nâsır uğradığı bozgunlara mazeret göstermek için, saldırıları İsrail’in tek başına düzenlemediğini, Amerikalılar ve İngilizlerin de işin içinde olduğunu söylemeye başladı.
Nâsır’ın yaşadığı bozgun, ardından Eylül 1970’te, 52 yaşında ölmesi, onun mirasını ele geçirmek için birbiriyle yarışan farklı farklı siyasal tasarıların ortaya çıkmasını sağladı.
Mısır iktidarı, Nâsır’dan sonra gözü pek ve ateşli bir tavır sergileyecek olan Sedat’a kaldı. Sedat bir ikon haline geldi; ama Batılıların gözünde, Arap kamuoyunun değil. Nâsır’ın ardından geldiği için kızılıyordu Sedat’a, tıpkı sırf hayran olduğu babasının yerini aldı diye annesinin yeni kocasından nefret eden bir çocuğun yaptığı gibi. Sedat, meşruiyetini korusa da, Arap ulusunun doğal lideri olarak görülmüyordu.
Libya Lideri Muammer Kaddafi, Baascı Irak Lideri Saddam Hüseyin gibi isimler; Nâsır’ın yerine geçmek arzusu besliyordu. Saddam Hüseyin’in Amerika karşısında aldığı iki yenilgi, yaklaşık yüzyıldır Ortadoğu sahnesinde egemen olan siyasal ideolojinin, Panarap ulusalcılığının sonunu getirdi.
Meşruiyetin olmayışı, her insan toplumu için, bütün davranışların çığırından çıkmasına neden olan bir tür yerçekimsizlik halidir.
HUZUR İÇİN ALIŞKANLIKLAR DEĞİŞTİRİLMELİ
Bilgelik, bu dönemin benzersizliğini, kişiler arasında olduğu gibi, toplumlar arasındaki ilişkilerde de kendine özgülüğün, elimizin altındaki imkânsızlıkların ve yüzleşmek durumunda olduğumuz problemlerin kendine özgülüğünü görmekle başlar.
Din yokluğundan nasıl zarar görüldüğünü, Sovyet topluluğu açık bir biçimde kanıtladı. Fakat dinin çıkar amaçlı kullanılmasından da zarar görülebilir. “Para” için de aynı şeyi söylemek gerekir. Parayı her türlü saygınlığın ölçütü, her türlü iktidarın ve her türlü hiyerarşinin temeli durumuna getirmek de toplumsal dokunun parçalanmasına yol açar.
İnsanlık, iki-üç kuşak içinde, birbirine karşıt birçok yöne saptı. Komünizm deneyimleri ile kapitalizminkiler; tanrıtanımazlığınkiler ile dininkiler.
Bugün kültüre düşen rol, çağdaşlarımıza hayatta kalmalarını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları sağlamaktır, başka bir şey değil.
İçinde yaşadığımız dünyaya daha iyi kulak kabartabilmek için alışkanlıklarımızı ve önceliklerimizi değiştirmenin zamanı geldi. Çünkü bu yüzyılda artık yabancı diye bir şey yok, yalnızca “yol arkadaşları” var. Çağdaşlarımız ister sokağın ötesi köşesinde, isterse dünyanın öteki ucunda yaşıyor olsunlar, evimizden iki adım uzaktalar sadece; davranışlarımız onları derinden etkiliyor, onlarınki de bizi.
Kim olursak olalım, nerede olursak olalım, bizlerinde ötekiler için “ötekiler” olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.
21. yüzyıl kültürle kurulacak, ya da yok olup gidecek.
Bir ülke çökerken, her zaman oradan başka bir ülkeye göç etmeyi deneyebilir insan; buna karşılık, bütün dünya tehdit altındaysa, gidecek başka bir yer kalmaz.
DİN KALICI, İDEOLOJİLERSE GEÇİCİDİR
Hem kendimiz hem de gelecek kuşaklar adına, gerilemeye boyun eğmek istenmiyorsa, olayların akışını değerlendirmeye çalışmalıyız.
İslâm âleminde hiçbir yerde, ulusalcılık, dini, dinin ulusalcılığı özümseyeceği gibi özümseyemedi. Türkler ile Araplar, Osmanlı Devleti içinde dörtyüz yıl birlikte yaşadıktan sonra, Birinci Dünya Savaşı sırasında “ayrılınca” ve her biri kendi ulusalcılığını geliştirince, onları biraraya getiren Müslümanlık damgasından kısmen uzaklaştılar; Türkler bunu yeni bir başlangıç arzusuyla, Atatürk önderliğinde köktenci biçimde yaparken, Araplar daha yumuşak bir geçişle, söylemlerinde “Müslüman Ulusu” yerine “Arap Ulusu”nu kullanarak gerçekleştirdiler. Tarzlar son derece farklı, ama önsel düşünce aynıydı: Yeni bir düşünce olan ulusalcılık, sırtını diye yaslarsa kaybolup giderdi.
İdeolojiler gelip geçici, dinlerse kalıcıdır. Din kamusal alandan çıkarılıp yalnızca tapınç sınırları içinde tutmak, ona egemen olmak güçtür, kökünü kazımaksa imkânsız. Onu tarihin müzesine kaldırmak isteyenler birden kendilerini oraya vakitsiz bir biçimde sürülmüş bulurlar. Dinse müreffeh ve fatihti, hatta genellikle daha geniş alanlara yayılıyordu.
Neşeyle dünyanın sonunun geldiğini haber veren ve hatta bunu hızlandırmak için çalışan, tuhaf, endişe verici öğretiler yaygınlaşıyor.
GÖÇMENLER KONUSU EN BÜYÜK YARA
Yaşadığımız dönemin en büyük savaşı öncelikle göçmenler konusunda verilmeli; bu savaşın kazanılıp kazanılamayacağını bu belirleyecek. Savaş çetin olacak, üstelik Batı artık onu kazanabilmek için çok iyi bir konumda değil.
Bugün Ortadoğu’nun kanayan yarasından hareketle, bütün dünyayı kangrenleştirmeye başlayan ve uygarlığımızın bütün kazanımlarını tehdit eden bu duruma son vermek isteniyorsa, bütün bu oyuncuların tutumlarını kökünden değiştirmeleri gerekiyor.
Umut verici çözümlerden biri, Arap ve Yahudi diasporalarının Ortadoğu’yu güçsüz düşüren tüketici ve kısır çatışmayı bütün dünyada sürdürmek yerine, kendiliklerinden, kurtarıcı bir yakınlaşmaya girişmeleridir.
Bir göçmenin açlığını çektiği şey, öncelikle saygınlıktır. Hatta daha açık olmak gerekirse, kültürel saygınlıktır. Din de bunun bir ögesidir ve inananlar huzur içinde ibadet etmek istemekte haklıdırlar.
Lübnan, “mezhepçiliğin” paramparça ettiği ülkeler arasında ilk akla gelenlerden birisidir. Bütün insanlığın geleceğini kirletebilir bu insanları “küresel kabilelere” bölen anlayış. Bu fanatik “cemaatleştirme” anlayışı İslâm âleminde daha önce izine rastlanmamış biçimde zincirinden boşanmış bir halde, bunun en kanlı örneğine Irak’taki Şiiler ile Sünniler arasındaki çatışmalarda rastlanıyor; ama aynı zamanda bir Cezayirlinin Afganistan’da, bir Tunuslunun Bosna’da, bir Mısırlının Pakistan’da, bir Ürdünlünün Çeçenistan’da yada bir Endonezyalının Somali’de savaşıp ölmesine neden olan uluslararası bir durum da söz konusu.
DÜNYA BÜYÜK BİR YOL AYRIMINDA
Bu yüzyılda, geleceğe yönelik iki bakış açısından birini seçmemiz gerekecek. Birincisi, birbirleriyle savaşan, birbirlerinden nefret eden, ama küreselleşmenin etkisiyle, birbirini her gün aynı kültürel bulamaçla biraz daha besleyen küresel kabilelere bölünmüş bir insanlık düşüncesidir. İkincisiyse, ortak yazgısının bilincinde olan ve bu yüzden aynı temel değerler çerçevesinde toplanmış, ama en çeşitli, en zengin kültürel ifadeleri her zamankinden daha fazla geliştirmeyi sürdüren, bütün dillerini, sanatsal geleneklerini, tekniklerini, duyarlılığını, belleğini, bilgisini koruyan bir insanlık düşüncesidir.
Bu iki yoldan ilkini izlemek için, bugün yaptığımız gibi, kendimizi dalgalara bırakıp tembel tembel koyvermeyi sürdürmemiz yeter. Yok ikinci yol seçilecekse, bir atılım gerçekleştirmemiz gerekiyor, bunu başarabilecek miyiz?
Din, renk, dil, tarih, gelenek bakımından birbirlerinden farklı olan ve dünyanın gelişiminin, sürekli olarak yanyana yaşamak durumunda bıraktığı bütün bu toprakları, huzurlu ve uyumlu bir biçimde bir arada yaşamayı becerebilecek miyiz?
***
BÜYÜK TRAJEDİLERİ ENGELLEMENİN YOLU...
Denizlerin seviyesi metrelerce yükselip yüz milyonlarca insanın yaşadığı birçok liman kentini ve kıyı bölgesini sular altında bırakabilir, buzulların yok olması ve yağış düzeninin değişmesi nedeniyle, önemli nehirler kuruyabilir, ki bu da ülkelerin çölleşmesine yol açar. İklimde yaşanacak böyle bir değişikliğin yol açacağı trajediler, toplu göçler, kanlı savaşlar akla getiriyor ister istemez. Kuzey Buz Denizi binyıllardan beri ilk kez, yaz aylarında, gemilerle bir ucundan ötekine geçilebiliyor. 30 yıl içinde dünyanın hali ne olur? Tutumlarımızı değiştiremezsek ve tehlike gerçekse, her şeyi kaybederiz; tutumlarımızı kökünden değiştirebilirsek buna karşı tehlike gerçek değilse, hiçbir şey yitirmeyiz.
***
AMİN MAALOUF kimdir?
Amin Maalouf 1949 yılında Lübnan’da dünyaya geldi. Ekonomi ve toplumbilim eğitiminden sonra gazeteciliğe başladı.
1976’da Paris’e yerleşen Maalouf, çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerini eserlerinde işledi. Maalouf’un ilk kitabı Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri (Yapı Kredi Yayınları, 1983) büyük başarı kazandı. Ardından “klasik” kabul ilk romanı Afrikalı Leo (YKY, 1986), onu izleyen romanı Semerkant (YKY, 1988) okurları tarafından ilgi görerek pek çok dile çevrildi. Romanlar birbirini takip etti. Ve nihayet Ölümcül Kimlikler (YKY, 1996) adlı ilk deneme kitabının ardından büyük ilgi uyandıran Çivisi Çıkmış Dünya (YKY, 2009) Türkiye’de de aynı alakayı görerek 30. baskıya ulaştı. Maalouf, hâlâ insanlığa faydalı olabilmek için vaktinin büyük ekseriyetini okuyarak ve yazarak geçiriyor.
Çivisi Çıkmış Dünya kitabını dilimize çeviren Orçun Türkay ise en az Maalouf kadar teşekkürü hak ediyor.