Türkiye’nin önünde üç tane büyük problem var. Birincisi terör, ikincisi iklim değişikliği ile ortaya çıkan doğal felaketler, üçüncüsü ise iç savaşlardan dolayı maruz kalınan göç dalgası.
Ne göğe çadır çekmeye, ne iç savaşları durdurmaya gücümüz yeter!.. Çözüm için ayağımız yere sağlam basmalı; geçmişten ders çıkararak çözüm üretmeliyiz. Çözümün yolu da hamaset değil, ferasettir. Aynı delikten defalarca ısırılmak kader değil, ferasetsizliktir. İnancımız ve bu topraklar feraset ilmini bize öğretmiş, bu sayede binlerce yıldır bu topraklarda yaşamayı başarabilmişiz. Malazgirt’ten tutun da Söğüt’te köklü bir çınara dönüşmeyi, İstanbul’un fethinden tutun da Çanakkale’de destan yazmayı bu ferasete borçluyuz.
Birinci problemimiz terör; içimizi bir habis bir ur gibi kemiriyor. 40 yıldır musallat olan PKK belası yetmezmiş gibi başımıza bir de FETÖ belası çıktı. Bunları yok etmenin yolu; içimize yuvalanan hainlere fırsat vermeyerek dirlik, birlik ve hoşgörüyü yeniden imar ve ihya etmekten geçiyor. Basit değil, fakat tek çare; Anadolu irfanını harekete geçirmek.
İkinci problemimiz iklim değişikliği. Küresel iklim değişikliğinin sebep olduğu felaketlerin ilk işaretlerini Temmuz ayında Batı Karedeniz Bölgesi’nde yaşanan sel ve heyelanlarla gördük. Metrekareye bir yılda düşmesi gereken 176 kilogramlık yağış bir günde yağdı. Birçok can ve mal kayıplarına neden oldu.
Ağustos ayında İstanbul’da hava sıcaklığı 34 derecelerde seyrederken, ani bir düşüşle âdeta felakete dönüştü. Fırtına ve sağanakla birlikte Fatih bölgesine 114 kilogram yağış düştü.
İstanbul’da yaşayan insan selinin orantısızlığı, bu defa sağanak seliyle kendini gösterdi. Tam anlamıyla bir felaket!..
Üzerinden tam 20 yıl geçen “Asrın Felaketi” 1999 Marmara Depremi’nde hayatını kaybeden 18 bin 373 kişiyi yâd ederken, İstanbul farklı bir doğal felaketin habercisi selle sarsıldı.
Dünyanın en önemli metropollerinden olan İstanbul, büyük tehdit altında. Artık depremle birlikte, ani yağışların tehdidi altındayız; sadece İstanbul değil, bütün Türkiye. Fakat ne kadar tedbir alıyoruz, orası muamma!..
Hayat bir dengeden ibaret... Her şeye para gözüyle bakarsanız, yaşadığınız yerlerin kimyasını bozarsınız. Sadece felaketin yaşandığı bir noktaya dikkat çekelim.
Tarihî Eminönü’nü İstanbul’a yolunu düşüren herkes bilir. Simge yerlerinden olan bu bölgede kayıklar üzerinde pişen balık-ekmekten yemenin keyfi başkadır.
Eminönü sahilinden tarihî Mısır Çarşısı’na geçmek için ise tek seçenek olan “yer altı geçidi” her daim insan seliyle meşhurdur. Hele bir de nem ve sıcak varsa âdeta hamama girmiş gibi terler, bir an önce tünelin ucunu görmek için can havliyle kendinizi dışarı atmak istersiniz. Fakat ne mümkün!..
Burası alt geçit değil, sanki alışveriş merkezi!..
İstanbul’un atardamarlarından olan ve büyük insan sirkülasyonunun olduğu bir alt geçitte sağlı sollu dükkânların ne işi var?!.. Dedik ya her şeyi para olarak görmemek lâzım.
Sağanak sonucu sel baskınına maruz kalan bu alt geçitte mal ve can pazarının yaşandığını görünce “eyvah!..” demenin hiç bir mânâsı yok!..
Çünkü geçtiğimiz yıllarda benzer sıkıntılar yaşanmasına rağmen hiçbir tedbirin alınmayarak, âdeta felakete davetiye çıkartılmış. 1 milyon lira civarında zararı olduğunu ifade eden esnaf, zararlarının afet kapsamına alınmasını istiyor.
Ziya Paşa, Terkîb-i Bend’inde der ki, “Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
Dersaadet’i gökdelen tarlasına çevrilen, arnavut kaldırımı yerine asfaltla toprağın nefes almasını imkânsız hale getirenler, yaşananlar karşısında ya bir kez daha kafa yorup çözüm üretecekler, yada bu şehri adım adım felakete sürükleyecekler...
Gelelim diğer üçüncü probleme. İdlib’de yaşanan can pazarından dolayı yeni büyük bir göç dalgası kapıda. Göç dalgası, Türkiye’yi kuşatma altına almak isteyenlerin en son piyasaya sürdükleri silah.
Küresel haydutlar, Türkiye’de son günlerde yaşanan “mülteci rahatsızlığı”nın dile getirilmesi ile dezenformasyon argümanlarını birer birer devreye sokmaya başladı. Bir taraftan “güvenli bölge” meselesinde direnen Türkiye’yi oyalayarak, diğer taraftan ise İdlib’i bombalayarak yüzbinlerle ifade edilen göç dalgasını üzerimize göndermenin sinyalini veriyorlar. Bir taraftan Suriye’yi bölmek için demokrafik yapıyı bozarak hedeflerinde ilerleyenler, diğer taraftan bu göç istilası ile Türkiye’yi kuşatma altına almaya çalışıyor. Oyun gayet net.
Yalan ve dezenformasyonlarıyla dünyaya kan ve gözyaşına mahkum eden ABD, Körfez Savaşı’nda Irak’ı işgal etmek için operasyona başladığında “bir koyup üç alacağız” sözünü rahmetli Turgut Özal’a atfederek, toplumu yönlendirmişti. Taşlar yerine oturduğunda ise Türkiye “bir koyup üç almak” yerine, yüzbinlerce Iraklı mülteciyi kabul etmek zorunda kalmıştı.
Amerika, İsrail ve Rusya büyük bir kirli oyun peşinde. İnşallah tarih tekerrür etmez.