Bundan bir asır evvel dünyayı sömürmek için güç birliği yapan İtilaf Devletleri “Hasta Adam” ilan ettikleri Osmanlı Devleti’ni paramparça etmek için dört koldan saldırıyordu. 7 Düvele karşı mücadele eden Osmanlı oldubittilerle masaya oturtulup âdeta yavaş yavaş teslim alınıyordu. 402 yıldır Osmanlı hakimiyeti altında olan Suriye elden çıkıyor, ardından Çanakkale Boğazı’nı geçen sömürge gemileri İstanbul’u işgal etmek için ilerliyordu. Tarihler 13 Kasım 1918’i gösterdiğinde, yani fetihten 465 yıl sonra İstanbul kirli postallarla çiğnenerek işgal ediliyordu.
Bir asır önce bu coğrafyada “böl, parçala, yönet” taktiğini devreye sokan emperyalistler, yeni bir oyun değil; tarihi tekerrür ettirmek için yeniden kirli bir oyun peşinde. Bu oyunun hedefinde olan Afrika ve Ortadoğu ülkeleri tek parça(!) olarak girdikleri bu savaştan bakalım kaç devletçik olarak çıkacak.
Bilgi ve belgelerle bu karanlık günleri bütün çıplaklığıyla ortaya koyan Ali Karayaka “İşgal Altında İstanbul”da (İnkılâp Kitabevi) kurtlar sofrasındaki Osmanlı’nın hazin hikâyesini anlatırken, o günlerin canlı tanığı Binbaşı Aziz Hüdâi (Akdemir) Bey ise “Kara Bir Gün”de (Kesit Yayınları) hâtıratıyla insanı derinden sarsıyor.
Emperyalistler bir asır önce yaşanan olaylar silsilesini yeniden tekerrür ettirmek istiyor. Nasıl mı?.. Tarihe hep birlikte tanıklık edelim.
***
Son birkaç yüzyıl içinde gelişen Sanayii Devrimi’nin getirdiği hammadde (petrol, maden vb.) ihtiyacı emperyalist ülkelerin sıcak denizlere inme politikaları, ticaret yollarını ele geçirme istekleri 1. Dünya Savaşı gibi büyük harplere yol açmıştır.
Sömürecekleri ülkelerin topraklarını gizli anlaşmalarla aralarında bölüştükleri, onları hastalıklı hale getirerek miraslarını paylaşmayı planladıkları (1917 yılında Rusya’da Bolşevik İhtilali’nin başarıya ulaşması üzerine yeni sistemin yöneticileri tarafından dünyaya ifşa edilen Avrupalı ülkelerin kendi aralarında ve eski çarlık yönetimiyle yaptıkları gizli antlaşmalar gibi) ortaya çıkmıştı. 20. yüzyılın başlarında ise, yok edilmesi düşünülen imparatorlukların başında gizli anlaşmaların konusu olan, Balkanlar’da bulunan geniş topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiş ve “Hasta Adam” olarak nitelenen Osmanlı Devlet’i geliyordu.
Osmanlı Devleti idaresi altındaki çok önemli kentleri, doğal zenginlikleri, payitahtında ve birçok önemli şehirde çeşitli ırkların, milletlerin kaynaştığı; kültürlerin, lisanların, ananelerin, âdetlerin, dinlerin, mezheplerin birbiri içine geçtiği; Müslümanlığın, Hıristiyanlığın, Museviliğin kutsal merkezlerinin bulunduğu bir devlet olarak emperyal güçler tarafından kontrol edilmesi gereken bir ülke olarak ele geçirilmesi zorunlu, cazip bir konumda görülüyordu.
3 kıtada ve sekiz cephede ölüm-kalım savaşı
1. Dünya Savaşı öncesinde Balkan devletleriyle Osmanlı hükümetlerinin ilişkileri 1912’nin Eylül’ünden itibaren kötüye gitmeye başlamıştı. Bu gelişmelerin ardından İstanbul’da, daha sonra Bâbıâli Baskını olarak anılacak olan kanlı bir hükümet darbesi, Yarbay Enver Bey ve 30-40 kişilik İttihatçı arkadaşları tarafından yapıldı. Arkasından Harbiye Bakanı Nâzım Paşa’yı öldürüp, Sadrazam Kâmil Paşa’yı istifaya zorladılar. Aynı günün henüz akşamı olmadan Sadâret’e (Başbakanlığa) Mahmut Paşa’yı getirdiler. İstanbul Muhafızlığı da şehrin kontrolünü eline alan Cemal Paşa’nın idaresine geçmiş oluyordu. Ancak Balkan Savaşı henüz bitmemiş, harp bütün acımasızlığıyla devam ediyordu.
1 Ağustos 1914 günü Almanya’nın Rusya’ya harp ilan etmesiyle, Harb-i Umumi olarak bilenen 3 kıtada ve sekiz cephede iki buçuk milyon askerin çarpıştığı bu savaşa giriliyordu.
1915 baharına gelindiğinde ülkede durum hiç de iç açıcı değildi. Osmanlı Devleti bütün sınırlarda savaşmaktaydı. Arap Yarımadası, Irak, İran, Avrupa, Galiçya, Doğu Anadolu ve Çanakkale’de çarpışıyordu. Türk milleti; Yemen, Medine, Kafkasya, Galiçya, Çanakkale’deki kahramanlıklara rağmen bu savaşta mağlup olmuştu. Savaş sonunda Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda Türk egemenliği, yerini İngiliz ve Fransız eğilimli manda yönetimlerine bırakmış, bölgede, Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi devletler kurulmuştu.
18 Mart’ta Batılı düşman ülkelerin donanmaları İstanbul’a geçmek üzere iken Çanakkale’de Deniz Zaferi ile durduruldu.
Savaşa Almanya ittifakı içinde girişin ve yenilginin baş sorumlusu sayılan İttihat ve Terakki yöneticileri kendilerinden sonra kurulan İstanbul hükümetlerince hem millî hem de uluslararası alanlarda asıl düşman olarak ilan edilmişti.
Mondros; Osmanlı Devleti’nin ölüm fermanı
İstanbul, Türkler tarafından fethedildikten sonra stratejik konumu dikkate alınarak başkent yapılmış ve kısa sürede önemli bir yönetim ve kültür merkezi haline getirilmişti. Zenginlikleriyle her zaman emperyalist devletlerin ilgisini çeken bu şehir, 1. Dünya Savaşı yıllarında İtilaf Devletleri’nin (İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya) askeri hedefi haline gelmişti.
Mondros Müterakesi’nin imzalanmasını sağlayan İtilaf güçlerinin, mütarekenin imzalanmasından sadece 4 gün önce 26 Ekim 1918’de İstanbul basınından Tasvir-i Efkâr’ın “İstanbul ufuklarında yine düşman teyyareleri” manşeti, (Mahmut Paşa Çarşısı, Beyazıt, Karagümrük, Fatih, Unkapanı, Üsküdar gibi şehrin iş yerlerinin ve halkın en yoğun bulunduğu bu yerlerde altmışı aşkın insan öldü ve yaralandı) mütarekenin imzalanması sürecinde Osmanlı Devleti’nin nasıl bir baskı altına alınmaya çalışıldığının ipuçlarını veriyordu. Türk ordularının Suriye Cephesi’nden çekildiği sırada başkenti vurup psikolojik baskı uygulamak isteyen İtilaf Devletleri, İstanbul’a da hava saldırıları yapıyordu. Bu saldırılar, Osmanlı Devleti’ni bir an evvel barış masasına oturmaya zorlamak amacını taşıyordu.
Baskılar sonuç vermiş, 30 Ekim 1918’de İngiliz hükümetinin Akdeniz bölgesindeki komutanı Amiral Sir Somerset Arthur Gouch Calthorpe ile Türk Bahriye Nazırı Rauf Bey’in başkanlığını yaptığı heyetler Limni’de Osmanlı Devleti’nin ölüm fermanı Mondros Mütarekesi’ni bir oldubittiyle imzalamıştı. Mütareke, içerdiği hükümlerle ordusuz bırakılan bir devletin topyekûn işgalinin haklı gerekçelerini gösteren bir teslimiyet zaptı niteliğindeydi.
“Hasta Adam”ın mirasını paylaşma telaşı
İstanbul’un işgali, Osmanlı Devleti ve İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Mütarekesi ile 1. Dünya Savaşı’nın bu ülkeler arasında sona erdiğinin ilan edilmesinin ardından gerçekleşti. Fakat Osmanlı Devleti için varlık-yokluk savaşı yeni başlıyordu. Ateşkesi takip eden günlerde İttihat ve Terakki kendini lağvetti. Osmanlı Devleti’nin ölüm fermanı Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra İttihat ve Terakki’nin üç önemli yöneticisi Talat, Cemal ve Enver paşalar yurtdışına kaçtı.
Mütarekenin 1. Maddesine göre Çanakkale ve Karadeniz boğazları açılacak, Çanakkale ve Karadeniz boğazları müttefiklerce işgal edilecek; 7. Maddesine göre İtilaf Devletleri Türkiye’de lüzum gördükleri hareket noktalarını işgal edebilecek; 24. Maddesine göre ise Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Sivas ve Diyarbakır illeri olarak ve içinde Ermeni nüfusu da bulunan vilâyât-i sitenin (6 vilayet) herhangi bir bölümünü İtilaf Devletleri’nin işgal hakkına haiz olacaklardı. İşte mütarekenin önemli 7 ve 24. Maddeleri (İtilaf Devletleri’nin Türkiye’de lüzum gördükleri hareket noktalarını işgal etme hakkı) Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını kolaylaştıracak yasal dayanaklar olarak görülecek ve İstanbul’un işgali mütarekede yer almamasına rağmen İtilaf Devletleri, İstanbul ve Anadolu’nun diğer bölgelerinde bu madde hükümlerine göre yaptıkları haksız işgallerini yapılacaktı.
Mütareke gerek halk ve gerekse hukuk dilinde, harbin durması, daha doğrusu savaşan devletlerin karşılıklı anlaşmasıyla ateşin kesilmesi anlamına geliyordu. Fakat 1. Dünya Savaşı’ndaki mütarekeler böyle olmayarak, galibin mağluba bir diktesi şeklinde olmuştur. O harpte Osmanlı Devleti’ne dikte ettirilmen “Mondros Mütarekesi” ve ondan sonraki “Sevr Antlaşması” gerçek manada birer sözleşme değil, birer emir, birer “dikte” maiyetinde idiler.
Osmanlı Devleti; Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nın yenilgileri, 1914’te 1. Dünya Savaşı’nda içinde Almanya’nın da bulunduğu üçlü ittifak yanında yer alması, çoktandır kendisini “Hasta Adam” olarak niteleyen ve ölümüyle mirasını paylaşmayı bekleyen Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya gibi devletler savaş sırasında bir dizi gizli anlaşmalarla hisselerini ayırmaya çalışıyorlardı. Fakat İstanbul’un adının müttefik güçlerin resmi beyanlarında geçmemesi dikkat çekiciydi.
Asırlarca payitahtlık yapan İstanbul artık ağır yaralı
İstanbul’un işgaline giden süreç, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla başladı. Mondros Mütarekesi ile birlikte olağanüstü bir durumun içine sürüklenen Osmanlı Devleti, varlığını en çok hissettirebildiği payitahtta bile içinden çıkamayacağı problemlerle başbaşa kaldı.
Bu dönemde işgal güçlerinin nefesini her an ensesinde hisseden ve sık sık değişen İstanbul hükümetleri çaresizdi. Fırsatçılık, karaborsacılık, hırsızlık ve gasp gibi ekonomik sebeplere dayalı suçlar bir salgın gibi yayılmaya başladı. Kısacası koca Osmanlı Devleti’ne asırlarca payitahtlık yapan İstanbul artık ağır yaralıydı.
İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgal etme planlarının ilk adımı Çanakkale’den başlıyordu.
6 Kasım’da Boğazlar silahsızlandırıldı. 9-12 Kasım 1918 günleri arasında, İtilaf harp gemilerinin İstanbul’a doğru, Çanakkale Boğazı’ndan geçişleri devam etti. İtilaf güçlerinden İngiliz ve Fransız taburlarının bir kısmı 10 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a çıkartıldı. İngiliz, Fransız ve Yunanlılara ait 15 muharebe gemisi, 11 kruvazör, 29 muharip ve 6 denizaltı 12 Kasım akşamına kadar Boğaz’dan İstanbul’a geçti. Hepsi 61 parçadan ibaret büyük bir İtilaf filosu 13 Kasım 1918 Çarşamba günü limana demirledi. Daha sonra gelen İtilaf harp gemileriyle bu sayı 73’e çıktı.
İşgal planı 13 Kasım 1918’de yürürlüğe kondu
Müttefiklerin paylaşamadıkları bu şehri birlikte işgal etme planları, 13 Kasım 1918 tarihinde yürürlüğe konuldu. İstanbul önlerine gelen İtilaf Devletleri donanması 465 yıllık Osmanlı başkentini askerî abluka altına aldı. İtilaf Devletleri, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra antlaşma gereğince 13 Kasım 1918 Çarşamba günü İstanbul’u fiilen işgal etti. Bugün tarihe “Kara Bir Gün” olarak geçti.
13 Kasım 1918 Çarşamba günü İtilaf filolarından karaya çoğu piyade ve bir kısmı süvari ve topçu olmak üzere 3500 kişilik bir kuvvet çıkartılmıştı. Bunlardan 2000 kişi Beyoğlu bölgesindeki kışlalar, yabancı okullar, hastane, akıl hastanesi gibi kuruluşlar ile bazı otel ve özel hastanelere yerleştirildiler. Diğer 1500 kadar İngiliz askeri de Boğaz’ın Rumeli yakasında, Rumeli Kavağı’ndaki Yeni Mahalle ve Büyükdere’den Bebek’e kadar uzanan sahaya yayıldılar. Karaya çıkartılan kuvvetlerin karargâhlar dışında ve kıta olarak 1500 kadarı İngiliz, 540’ı Fransız ve 470’i de İtalyan idi. İşgalciler, İstanbul’da çeşitli resmî ve gayriresmî binalara el koyarak yerleşti. Beyoğlu ve Rumeli yakası İngilizlerin, İstanbul yakası Fransızların, Anadolu yakası ise İtalyanların kontrolüne bırakıldı.
İtilaf Devletleri, Türk halkının tepkisini çekmemek ve işgalin haklılığını kanıtlamak için, “İşgal geçicidir. Padişahlığı ve Halifeliği korumak ve güçlendirmek sebebiyle işgaller yapılmıştır. Azınlıklara yönelik bir katliam başlarsa İstanbul Türklerden alınacaktır. Herkes padişahlık makamının İstanbul’dan vereceği kararlara uyacaktır” şeklinde bir bildiri yayınladı. Fakat işin aslının hiç de öyle olmadığı ilerleyen günlerde ortaya çıkmaya başlayacaktı.
402 yıllık Osmanlı toprağı Suriye kaybedildi
“Hasta Adam” ilan edilen Osmanlı’nın 7 düvele karşı verdiği savaşın bir bölümü de Suriye Cephesi’nde cereyan ediyordu. Şerif Hüseyin’in oğlu babasının emrindeki bedevî ordusuyla Suriye’de Osmanlı’ya karşı büyük bir isyan başlattı. Şerif Faysal, İngiliz destekli 20 bin kişilik orduyla Şam’dan Halep’e hareket ederek bölgeyi savaş alanına çevirdi. Şam, 1 Ekim 1918’de İngilizlere terkedildi. Mustafa Kemal Paşa bu amansız saldırılar karşısında başarılı olamayınca 25 Ekim’de Halep de düştü. Böylece 402 yıl boyunca Osmanlı toprağı olan Suriye kaybedildi.
(Bugün ise 8 yıldır iç savaşla tarumar olan ve 4 milyon vatandaşı topraklarımıza sığınan Suriye, sınırlarımızda cereyan eden olaylarla bizim için büyük tehdit oluşturmaktadır. Bu yüzden başlatılan Barış Pınarı Harekâtı’yla Mehmetçiğimiz tarihin tekerrür etmemesi için bütün gücüyle bekâ mücadelesi veriyor.)
Bu gelişmeler yaşanırken, Filistin-Suriye-Irak Cephesi’ni savunan Yıldırım Ordular Grubu’nun Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Grubu lağvedilince İstanbul’a hareket etti.
Adana’dan 13 Kasım 1918 günü öğle saatlerinde trenle İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Haydarpaşa Garı’ndan bindiği istimbotla Galata’ya doğru ilerleyip Boğaz’a demirleyen işgal donanmasının arasından geçerken, yaveri Cevad Abbas gördüğü manzara karşısında çok üzüldü. Paşa, yakın arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’da yaklaşık beş buçuk ay kalarak ülkenin geleceğine dair faaliyetler yürüttü.
Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul, 13 Kasım 1918 ve 16 Mart 1920 olmak üzere iki kez işgal edildi. İlk işgalde İstanbul’un önemli ve stratejik noktaları kontrol altına alınmış ancak idareye el konulmamıştı. Ancak ikinci işgal ile idareye resmen el konuldu.
İstanbul böyle zulüm görmedi
İnsanlar İtilaf donanmasının İstanbul’a gelişini hava şartlarının olumsuzluğuna rağmen Galata Rıhtımı’na veyahut Marmara Denizi kenarı ile Boğaziçi’nin yüksek tepelerine çıkarak izliyordu. Gemiyi görenler “Zitolar-Yaşasın!..” naraları atıyordu. Rumlar, Beyoğlu sokaklarında gördükleri Fransız askerlerinin arkasına takılıp hafifmeşreplik yaparak onları öpmek istiyordu.
Gazetelere yeniden sansür kondu
1. Dünya Savaşı’nda uygulanan askeri sansürün ardından Mondros’ta ateşkes antlaşmasını imzalayarak savaştan yenik çıktığını kabul eden İstanbul hükümeti; 1 Aralık 1918 günü gazetelere yeniden sansür koyuyordu. Çıkarılan genelgeye göre, İtilaf Devletleri’nin askeri harekâtı hakkında heyecan verici ve Osmanlı Devleti’ni oluşturan milliyetlerin arasını açan, padişaha saygısızlık, büyük devletlere düşmanlık güden ve hükümet şeklini değiştirmeye yönelik aykırı yayın yapılamayacağı emri veriliyor ve kişisel tartışmalar yasaklanıyordu.
İtilaf Devletleri, İstanbul’da zahiren kendi siyasi ve askeri menfaatleri aleyhine yazı yazılmamasını, hakikatte ise Türkçeden gayri lisanlarda çıkan gazeteleri serbest bıraktıkları halde Türkçe gazeteleri sansür altına almak için bir karma Sansür Bürosu kurmuşlardı. İtilaf sansür heyeti arasında yer alan, işleri güçleri müzevircilik olan, ahlâksız, vatan haini birtakım Rum ve Ermeni gençler vardı. Sansür dairesi, Beyoğlu Belediye dairesinden meşhur İngiliz işkence hanesi olan Arapyan Hanı ile isim benzerliği olan Galata’daki Arapyan Hanı’na taşınmış, burada Türk gazetelerinin dörtte biri bembeyaz çıkarken, Rum ve Ermeni gazeteleri sütunlar dolusu yazılarla Türklüğe en galiz hücumlarda bulunurken, Sansür İdaresi buna aldırış bile etmiyor, fakat Türk gazetelerinin haklı cevaplarının yayınlanmasına izin verilmiyordu.
İşgal altındaki topraklar bir an evvel kurtarılmalı
Mütareke hükümlerine aykırı bu tür uygulamalar işgallere olan tepkileri su yüzüne çıkarmaya başlamıştı. Meclis-i Mebusan’da Tevfik Paşa hükümetinin programının okunup güvenoyu istemesi sırasında büyük tartışmalar yaşandı.
1918 yılı başlarında payitahtın üzerinde durduğu en önemli mesele ise Osmanlı Devleti’nin işgal altındaki topraklarının bir an evvel kurtarılmasıydı. 14 Ekim 1918’de iktidara gelen Ahmet İzzet Paşa hükümeti görevine devam edemedi. Diğer yandan Tevfik Paşa, İzzet Paşa hükümetinin istifasından sonra yeni hükümeti hem içte, hem de dışta tepkileri yok etmek için İttihat ve Terakki Partisi’nden herhangi bir iz taşımamaya özen göstererek 11 Kasım 1918’de kurmuştu. Yabancı askeri görevliler harbiye işleri ile meşgul iken, Tevfik Paşa hükümetinden muhalif basının etkisiyle İttihatçıların derhal yargılanması işine bakması isteniyordu. Memlekette gittikçe artan siyasi parti çekişmeleri halkı birbirine düşürmekte ve bazı muhalif gazeteler ise “Memlekette İttihatçılardan taş üzerinde taş, omuz üzerinde baş bırakılmamalıdır” gibi açıkça tahrik edici yayınlarda bulunmakta idiler.
“Romalılar geri döndü” mesajı veriliyor
Diğer taraftan, Fransız General Franchet d’Espèrey’in karaya çıkacağı sahil geceden hazırlanıp, yollara birçok halı serilip, çiçekler serpiliyordu. Rumlar, Karaköy Meydanı’na ve Osmanlı Bankası’nın önüne, yerlere Türk bayrakları seriyor, azınlık ileri gelenleri, papazlar, yabancı gazeteciler ve fotoğrafçılar, sinemacılar, bu tarihi anı tespit için iskele başına toplanıyordu. General harp gemilerinin top sesleri, ticaret gemilerinin siren sesleri, Rumların ve Ermenilerin bitmek bilmeyen alkışları arasında Karaköy Meydanı’na çıkıyordu. Mavi kurdeleli beyaz elbiseli Rum kızlarının kendisine çiçek vermesinden sonra, bir papaz Türk boyunduruğundan kurtuldukları için dua ediyordu.
Diğer taraftan ise, Fransız General Franchet d’Espèrey, Galata Rıhtımı’ndan Beyoğlu’na kadar zafer alayı tertip ettiriyordu. Ata binmiş olan General d’Espèrey, eski Roma İmparatorları gibi etrafını selamlayarak ilerliyordu. Tertiplenen bu alayla âdeta İstanbul’un fethine gönderme yapılarak, “Romalılar geri döndü” mesajı veriliyordu.
Kalemşorların mürekkebinden ihanet damlıyor
General Franchet d’Espèrey atın üzerinde yerlere serili Türk bayraklarını çiğneyerek, arkasında Fransız, İngiliz ve İtalyan askerleri olduğu halde Beyoğlu’na çıkıyordu. O gece bütün azınlıklar kurtuluş şenlikleri yapıyordu. İstanbul tarafında da durum aynıydı. İstanbul şehremaneti binası önünde Fransız millî marşı “La Merseilles” askeri bando tarafından çalınmakta, Rum ve Ermeniler tezahürat yapmaktaydılar.
D’Espèrey, küstahlığını Dolmabahçe Sarayı’nda oturmak istediğini ve padişahın sarayı terk etmesini söyleyerek daha ileri boyutlara taşıyordu. Nezaket ve zarafet yoksunu general Beyoğlu’ndaki Fransız Sefareti’ne ilerlerken küstahlığını devam ettiriyor, asırlarca Osmanlı’nın teba’sı olan gayrimüslimler ise tezahüratlarını artırdıkça artırıyordu. Bu çirkin davranışlar hazmedilebilecek cinsten değildi.
İşgalin en başından itibaren işgalci subay ve askerler içlerinde barındırdıkları yüzlerce yıllık kini ortalığa saçmaya başlamışlardı. Özellikle Fransız General Franchet d’Espèrey’in yaptığı davranış Müslüman İstanbul ahalisini derinden yaralıyordu. Bir taraftan işgal güçleri, diğer taraftan ise bu işgale destek veren kalemşorların mürekkebinden ihanet damlıyordu.
“Kara Gün Dostu” Süleyman Nazif ihanete dayanamıyor
Fransız Generali Franchet d’Espèrey’in bu pervasızlığına ilk tepki gazeteci yazar Süleyman Nazif’ten gelir. Nazif, 9 Şubat 1919’da Hâdisat gazetesinde Fransız Generali Franchet d’Espèrey’in İstanbul’a gelişini ve şehirdeki azınlıklar tarafından sevinç gösterileri ile karşılanmasını kınayan “Kara Bir Gün” başlıklı yazı kaleme alır. Tarihte o güne “Kara Bir Gün”, dipnotu düşen Nazif’e de “Kara Gün Dostu” denir.
Süleyman Nazif, pek az zaman sonra padişahlık koltuğuna oturacak bir adamın karşısında, “O padişaha karşı gönlümde pek de hiss-i şükran bulamıyorum” diyecek kadar pervasız; İtilaf güçlerinin İstanbul’a dehşet saçtıkları bir zamanda hitabetiyle İslâm ve Türk âlemini heyecana getirecek kadar cesur bir adamdır.
Aslında o gün İtilaf sansür heyeti tarafından Türk gazetelerine General Franchet d’Espèrey ve İtilaf Kuvvetleri aleyhine imâ yoluyla bile olsa yazı yazmamaları için sıkı emir verilir. Fakat Hadisât gazetesinin provaları arasındaki “Kara Bir Gün” başlıklı yazı, sansür heyetindeki Türk memur Yüzbaşı Aziz Hüdâi Bey tarafından sansürden kaçırılır ve yazı bu şekilde baskıya girer. Ertesi gün Türk gazeteleri “Fransız generallerinden Franchet d’Espèrey şehrimize gelmiştir” şeklinde kısaca verirken, Hadisât’ta çıkan yazı büyük bir yankı uyandırır. Gazetenin sol üst köşesinde siyah bir çerçeve içerisindeki Süleyman Nazif’in “Kara Bir Gün” başlıklı yazısını okumak için İstanbullular 2 kuruşa gazeteleri saklayan müvezzilerden 1 lira vererek satın alır ve okurlar.
Nazif yazısında, bu büyük milletin Kanuni zamanında İspanya kralına esir düşen I. François’yı hücresinden kurtardığını ve tahtına iade ettiğini, defalarca Viyana’yı zapt ettiğini, dolayısıyla her milletin hayatında iniş çıkışlar olabileceğini, bu durumun değişeceğini ve Türk milletinin parlak azametli haline mutlaka kavuşacağını ifade ederek; en mesut günlerinde işgalcilerin yüzlerine bir tokat gibi vurur.
Cihan Harbi’nde Fransız ordularının Balkan başkumandanlığını yapan General Franchet d’Espèrey’in 8 Şubat 1919 Cumartesi günü Türkün haysiyetini çiğneyerek asırlardır varlıklarını Osmanlı’ya borçlu olan teba’ gayrimüslimlerin (Ermeni, Rum ve Yahudi) sevinç gösterileri içinde Fatih edasıyla bir at üzerinde İstanbul’a girmesini tel’în etmek için Süleyman Nazif’in kaleme aldığı “Kara Bir Gün” başlıklı yazı İstanbul’da kulaktan kulağa yayılır:
“Fransız generalinin dün şehrimize gelişi münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız (azınlıklar) tarafından icra olunan nümayiş, Türk’ün ve İslâm’ın kalbinde ebediyete kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız şevk ve ikbâle dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü çocuklarımıza ve torunlarımıza nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terk edeceğiz.
Alman orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada, Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan Zafer Takı’nın (Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan tarihi anıt) altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat 9’dan 11’e kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azâbı duymamıştı.
Her milletin hayat sayfalarında birçok ikbâl ve idbâr (yükselme ve düşme) sayfaları vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da yazılıymış. Her hâl, değişir. Arapların güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lâyesbır’ (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler”.
“Onları yakalayıp, kurşuna dizin!..”
Fransızların yüzüne bir tokat gibi inen bu yazının yayınını haber alan General Franchet d’Espèrey âdeta çılgına döner. Hemen, “Onları yakalayıp, kurşuna dizin!..” emrini verir. Ölüm emri verilen Süleyman Nazif ve sansür memuru Yüzbaşı Aziz Hüdâi Bey’den başkası değildir.
Aynı zamanda Fransız, İngiliz ve İtalyan subayların imzasıyla Bâbıâli’ye bir nota verilerek yarım saat içinde Süleyman Nazif, İtilaf güçlerine teslim edilmez ise, bu durumdan hükümetin sorumlu tutulacağı bildirilir.
Hâdisat gazetesi kapatılır. Yüzbaşı Aziz Hüdâi Bey 11 gün Fransız sefarethanesinin mahzeninde alıkonulur ve ardından Bekirağa Bölüğü’ne ve nihayet İzmir’e sürgüne gönderilir. (Aziz Hüdâi Akdemir bu süreçte maruz kaldığı insanlık dışı olayları Kesit Yayınevi tarafından yayınlanan “Kara Bir Gün-İstanbul Nasıl İşgal Edildi?” isimli hatırat kitabında en ince detayına kadar anlatıyor.)
Fransız General d’Espèrey’i kudurtan sebep
Mert ve metin bir insan olan İstanbul Polis Müdürü Mehmet Ali Bey’e kendiliğinden teslim olarak, “İster düşman kuvvetlerine teslim edin, ister Devlet Hapishanesi’ne gönderin” diyen Süleyman Nazif’e, “Üstad hangi suçunuz için sizi tutuklayacağım? Vatanını sevmek suçundan ise ben sizden daha fazla suçluyum. Çünkü ben hem vatanımı hem de çekinmeden, korkmadan onu müdafaa eden sizi seviyorum. Sizde olan ruh bende de var” diyerek tutuklamaz, araya Yusuf Franko Paşa isimli birinin araya girmesiyle kurşuna dizilme emri geri alınır. Süleyman Nazif diğer milliyetçi şair ve yazarlarla birlikte Malta’ya sürgün edilir.
Fransız Generali Franchet d’Espèrey harbiye nazırının istifasını istemesi, sadrazamı ayağına çağırıp tehdit etmesi, şehzadelere ve hanım sultanlara ait konakların Fransız askerlerine tahsis edilmesini istemesinin altında yatan gerçek başkaydı. General d’Espèrey, İstanbul’da sergilediği bunca pervasızlıkları bir davette şu cümlelerle ifade edecekti: “Bize karşı senelerce muharebe ettiniz ve harbin uzamasına neden oldunuz. Bunun cezasını elbette çekeceksiniz.”
“Kara Bir Gün” başlıklı yazı, Süleyman Nazif’in Malta Adası’na sürülmesine neden olsa da umutsuz günler geçiren Türk milletinin geleceğine meşale olmuş, işgal İstanbul’unda bir silkinme ve isyan hamlesini başlatmış, Millî Mücadele’nin fitilini ateşlemişti. İşgal şakşakçılığı yapan İtilaf Devletleri yanlısı yazılar kaleme alan kalemşorların kirli oyunları bozulmuştu.
Türk halkına esir muamelesi yapıldı
İtilaf Sansür İdaresi, özellikle 16 Mart 1920’de İstanbul’un resmi olarak işgali öncesi ve onu takip eden günlerde çoğu gazeteyi tatil etti.
Tevfik Paşa hükümetinin bazı üyelerinin teker teker istifası ve iki defa da çekilerek sözde yenilenip ayıklanmasına rağmen gazetelerin hücumuna, çeşitli siyasi parti ve cemiyetlerin açık entrikalarına dayanamayıp kesin şekilde çekilmesi üzerine yerine 4 Mart 1919’da Damat Ferit’in ilk hükümeti kuruldu.
İngilizler iyice azıttı
Müttefikler çeşitli sebep ve bahanelerle İstanbul’un işgalini olgun hale getirmeye çalışıyorlardı… Osmanlı hükümetinin bütçe açığı 100 milyon liraya yükselmiş, bundan önce, 3 Mart 1919’da İngilizler Osmanlı Bankası’nın istikrazatının (borçlanma) faizlerini haciz etmişlerdi. Hayat pahalılığı ise zaten savaş öncesine göre yirmi kat artmış bulunuyordu. İstanbul’daki İtilaf Devletleri yüksek komiserlerinin, Londra’dan dikte ettirilen kararları Osmanlı hükümetinin başbakanına 16 Mart’ta ortak nota olarak vermesine kalmıştı.
Bu işgal sırasında İngiliz askerleri Şehzadebaşı’ndaki Mızıka Karakolu’nu basıp, askerleri süngüleyerek şehit etti. (Bugün Vezneciler’deki caddeye bu mâkus olaydan dolayı 16 Mart Şehitleri Caddesi ismi verildi.) Resmî daireleri işgal edip, Meclis-i Meb’ûsan milletvekillerinden bir kısmını tutuklayıp Malta Adası’na sürgün etti.
İstanbul telgrafçılarından Manastırlı Hamdi, Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’ya 16 Mart 1920’nin saat 10’unda şu telgrafı çekiyordu: “Bu sabah, Şehzadebaşı’ndaki Mızıka Karakolu’nu İngilizler bastı. Oradaki askerlerle çarpıştı. Neticede şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilgilerinize arz olunur. Manastırlı Hamdi.”
Bu arada İstanbul’un resmen işgalinin kamuoyuna yansıtılmaması için 16 Mart 1920 tarihi ve öncesinde İstanbul basınından bazı gazeteleri arka arkaya kapatıldı.
Mustafa Kemal’den çağrı
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Heyeti Temsiliyesi adına Mustafa Kemal Paşa aynı gün millete şu beyannameyi veriyordu: “Bütün komutanlara, vali ve kaymakamlıklara ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine, belediye başkanlıklarına, Basın Cemiyeti’ne, İtilaf Devletleri’nin şimdiye kadar memleketimizi bölüşmeye yol bulmak için başvurdukları çeşitli tedbirler bilinmektedir… Nihayet bugün İstanbul zorla işgal edilip, 600 yıllık Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine son verildi. Giriştiğimiz kutsal istiklâl ve vatan mücadelesinde Cenab-ı Hakk’ın yardım ve esirgeyiciliği bizimledir.”
Türk kadınlarına saldırı
16 Mart 1920 tarihindeki resmi işgalden sonra İstanbul’un hali daha karanlık günlere gidiyordu. İşgal subay ve erleri, Beyoğlu’ndaki Rum ve Ermeni gibi azınlık unsurlarının bulunduğu muhitte zafer sarhoşluğu içinde geziyordu. Diğer taraftan ise, İstanbul bir sömürge şehriymiş gibi Türk halkına esir muamelesi yapmaktan geri durmuyorlardı.
Bu işgal günlerinde binlerce müttefik askeri İstanbullu Türklerin yaşadığı yerlerin dışındaki pek makbul sayılmayan Pera’yı mâken tutmuştu. Fransız birliklerinde görev yapan Senegalli askerlerin sokaklarda kadınları taciz etmeleri Türkleri tedirgin ediyordu. Hatta bir defasında emperyalist işgal kuvvetlerine mensup Senegalli üç asker, üç çarşaflı Türk kadınını yere yatırmış, örtülerini ve diğer giysilerini parçalamaya çalmışlardı. Kadınların “İmdat!.. Polis yok mu?..” feryatlarına oradan geçen polis memuru Cemil Efendi yetişti. Türkün namusuna tecavüze yeltenen soysuzlardan birisini orada gebertti. Olaydan sonra Cemil Efendi, Fransızların Şeytan Adaları’ndan olan Guyana Adası’ndaki kamplarda ömür boyu kürek mahkûmiyetine (çalışma kamplarında çalıştırılma) çarptırıldı.
Milleti kuru ekmeğe muhtaç ettiler
İstanbul’da İtilaf güçlerinin yönetime el koymaları ve uygulamaları, şartları her geçen gün biraz daha ağırlaştırıyordu. Kasım 1918 ile Mart 1920 arasında müttefik işgal kuvvetlerinin başlıca işlevi; polis, pasaportlar, basın üzerinde kontrol kurmak ve karma mahkemeler düzenlemekti.
İstanbul emniyeti 3 bölgeye ayrıldı
1920 yılında İstanbul’da Türk polisinin görev yaptığı Suriçi, Pera ve Üsküdar olmak üzere üç bölgeye ayrılmış otuz iki polis merkezi mevcuttu. Buralarda toplam 3470 personel görev yapıyordu.
Müttefik Kuvvetler Polisi’nin İtalyan, Fransa ve İngiliz bölümlerinden her biri kendi polis şeflerinin yönetimi altındadır. Ancak bütün bölümler İtilaf Güçleri Polis Komisyonu Başkanı Albay Ballard’ın denetimi altında toplanmıştır. Üç bölgeye ayrılan emniyeti Beyoğlu’unda İngiliz, İstanbul’da Fransız ve Üsküdar’da ise İtalyan yetkililer kontrol edecekti.
İngiliz Komutanlığı, Rumları ve Ermenileri İngiliz üniforması giydirerek kamu güvenliği ve istihbaratta görevli polis olarak çalıştırmaya başladı. İstanbul’un Rum ve Ermenileri gönüllü olarak hafiyelik yapıyordu. Sevmedikleri Türklerin cezalandırılmasını sağlıyorlardı. İtilaf Devletleri yetkilileri yerli tercümanlara Rum, Ermeni ve Musevi memurlara güvenmek zorunda kalıyordu. Rumlar o günlerde Yunan askeri elbiselerini giyerek, polis karakollarına ve askerlere saldırıyor, bunun yanı sıra Osmanlı Sancağı’nı da ayaklar altına alıp çiğneyerek asayişi bozmaya çabalıyorlardı.
Karışıklığı fırsat bilen çeteler devrede
Bu arada karışıklığı fırsat bilen Hrısantos Çetesi, Apostol Çetesi, Todori Çetesi, Kommit Çetesi, Milto Çetesi, Paşaköylü Karaoğlan ve Panayot Çetesi, Bahari Çetesi, Pandeli Çetesi ve daha birçok Ermeni ve Rum Çetesi çocuk öldürme, ırza geçme, adam asma, bombalama, gasp, köy basma, Kuvay-ı Milliye yanlılarını katletme gibi gayri insani pislikleri yapmaktan geri durmuyorlardı. Bu çeteler en büyük desteklerini ise İtilaf güçleri, İstanbul Rum Patrikhanesi ve Yunanistan Safarethanesi’nden alıyorlardı.
Suça karışan azınlıklar işgalcilerin himayesinde
İşgal altındaki İstanbul’da suç oranı hızla artıyordu. İşgal güçlerinin gelişinden 10 ay sonra, Ağustos ayında İstanbul’un aylık suç cetvelleri artık milliyet esasına göre tanzim edilmeye başlandı.
Buna göre 1919 yılı Ağustos ayında İstanbul’da mevcut 32 polis merkezinde 1230 adet suç işlendi. Bu merkezler çoğunlukla Ermeni, Rum vb. azınlıkların ikamet ettiği Galata, Beyoğlu ve Taksim mıntıkalarıydı. Galata’nın 185, Taksim’in 95, Beyoğlu’nun 90 ile ilk üçü paylaştıkları, tüm suçların yüzde 30’unun bu üç ilçede işlenmesinin işgal güçlerinin kontrolündeki İstanbul’da azınlıkların işgal güçlerinden nasıl himaye gördüklerini açıkça ortaya koymaktadır.
İstanbul İçişleri Bakanlığı’nın polis istatistiklerine göre; 1919 yılında İstanbul’daki polis çalışmalarının sonucu olarak yapılan toplam tutuklamalar 7030’u bulmuştur. 1920 yılında hırsızlık ve tecavüz (saldırganlık) suçlarında büyük bir artış mevcuttur.
İstanbul’da, kapitülasyon nimetlerinden yararlanan her ülke kendi Konsolosluk Mahkemesi’ni bulundurma hakkına sahipti. 1920’lı yıllarda Amerika, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda, İspanya ve Yunanistan’a ait konsolosluk mahkemeleri fiilen işlevlerini sürdürmektedirler. Mesela bir ateşkes durumu olmasına rağmen, Türkiye ile İngiltere arasında savaş hâli varlığını koruduğu için İngilizler kendi uyrukları üzerinde Türk mahkemelerinin yargı yetkisini kabul etmiyordu.
Mütarekenin imzalanmasından sonra oluşturulan Mütareke Karma Komisyonu, Hapishaneler Komisyonu’nun yetki ve sorumluluklarını da belirlemişti. Sultanahmet Merkez Hapishanesi, Suriçi Yeni Merkez Hapishanesi, Per Hapishanesi, Üsküdar Hapishanesi suçlularla dolup taşıyordu.
İşgalciler bütün Türk uçaklarına el koydu
Belgeler, İstanbul’un işgali yıllarında hava gücünün İtilaf güçleri tarafından eritilip yok edildiğini gösteriyor. 1. Dünya Savaşı’ndan önce 46 Türk pilotu, 59 Türk gözetleyici, 14 deniz uçağı olmak üzere 92 Türk uçağı çeşitli cephelerin göklerini korumaktaydı. Osmanlı Devleti’nin ölüm fermanı Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra ise Anadolu, Trakya ve İstanbul’daki uçaklara el konuldu. 1919 yılı Mayıs ayında ise Trakya ve İstanbul’daki bütün uçaklar, Yeşilköy Havaalanı’nda toplanarak, İngiliz ve Fransızların gözetimi altına girdi.
Ayyaşların kahkahaları ezan sesine karışıyor
İşgal altındaki 1920’li yılların İstanbul’u perişan bir haldeydi. Tiyatrolar saat onda, gözde olan gece kulüpleri ikide, adı kötüye çıkmışlar da sabaha karşı dörtte kapılarını açıyorlardı. Her türlü çılgınlığa, kumara, dansa ve gece kulüplerine mekân yapılan İstanbul, bir çeşit ölüm dansına başlıyordu. Artık işgal İstanbul’unda bir barın kapısından sızan ışık sokağa düşerken, içerden duyulan sarhoş kahkahaları müezzinin güzel dokunaklı ve içli çağrısına eşlik ediyordu.
Şehremaneti binasına Fransızlar el koydu
5 Mayıs 1919’da İstanbul Belediye Başkanı olarak göreve gelen Cemil Paşa (Topuzlu) hizmet yerine sık sık bütçe açığı ve parasızlıkla gündeme geldi. Ve İstanbul hükümetine tepki olarak, 28 Şubat 1920’de istifasını sundu. Bu istifadan sonra o güne kadar İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmeyen şehremaneti binasını Fransızlar Aralık 1920’de tamamıyla işgal etti.
Kundakçıları İstanbul’u cayır cayır yaktı
İstanbul’da tarihsel olarak yaşanan sıkıntılardan birisi de yangınlardır. 1918 yılı yaz mevsiminde Fatih-Cibali Altınmermer’de çıkan yangında 7500’e yakın ev olmak üzere 11 bin bina yanmıştır.
Bu yıllarda İstanbul’da meydana gelen yangınlardan önemli olanları Kuruçeşme’de 403 evin, Edirnekapı’da (Karagümrük) 570 evin, elit kesimin oturduğu Nişantaşı’nda 65, 1921 yılında Üsküdar’da 600 evin yanmasıyla sonuçlanan yangınlar olmuştur. Bu yangınların birçoğu kundaklama neticesinde meydana gelmiştir.
1919 yılında İstanbul Kasımpaşa’da 381, Üsküdar’da 63 ve Edirnekapı’da 570 evin yanmasıyla sonuçlanan yangınlarda evsiz kalan herikzadeler Valide Hastanesi’nin pavyonlarına yerleştirilmiştir.
İstanbul’da itfaiye verilerine göre 1918-1920 yılları arasında iki yıllık sürede önemli 14 yangında yanan bina adedi 10.862, oysaki 1911-1918 yılları arasındaki yedi yıllık sürede toplan 22 yangında yanan bina sayısı 5753’tür. İşgalin ilk iki yılında yanan binaların adedinin işgalden önceki yedi yıllık sürede yanan binaların neredeyse iki katı oluşu tesadüf değildir. Çoğu kundaklamadan çıkan yangınların sonucu başını sokacak küçük yuvadan mahrum olanların sayısı 100 bine ulaşmıştır.
Gıda karaborsacıları milleti inim inim inletti
İstanbul’un İtilaf güçleri tarafından işgal edildiği günlerde gıdanın denetimi de yabancılardan ve yerlilerden oluşan bir ortak komisyonun yönetimine verilmişti. Bu komisyonunun başkanı ise Albay Woods’tu.
Osmanlı’nın başşehri olan İstanbul’un gıda, yiyecek ve yakacak ihtiyacının sağlanmasına tarihin her devrinde özen gösterilmişti. Şehir nüfusunun göçlerle artmasıyla birlikte halk zaman zaman açlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu sıkıntıdan yararlanmak isteyen vurguncular ise Anadolu ve yurtdışından gelen malları ucuz fiyata alıp depoladı ve daha sonra yüksek kârla sattı.
(Küresel emperyalistler dövizle başlayan, soğan ve patatesle devam eden “ekonomik suikast”lerle bizlere diz çökertmeyi bir kez daha denediler. Oynanan kirli oyun aynı, sadece figüranlar farklıydı.)
Harbin son yıllarına doğru, zirai üretim yarı yarıya düşmüş, dışarı ile ticari ilişkilerin azlığı dolayısıyla ithalat azalmış, bu yüzden halkın en zaruri ihtiyaç maddelerine karşı olan talebi karşılanamaz hale gelmişti.
Aç kalan ahali gece yarılarına kadar fırın dükkânında, yağmurda, soğukta bekleyerek sızlanmakta ve hastalanarak hastanelerde yatmaktadır. Gazetelerde çıkan haberlerde, “Verem artıyor, frengi artıyor, açlık artıyor. Bu memleketteki pahalılık harbin ihdas ettiği pahalılık hudutlarını çoktan geçmiştir. Buradaki pahalılık ihtikârın, tedbirsizliğin, beceriksizliğin, kontrolsüzlüğün ortaya çıkardığı suni bir haldir” deniliyordu.
Mütareke döneminde Anadolu ve Trakya’dan İstanbul’a yapılan canlı hayvan sevkiyatında da yarı yarıya azalma oldu. Şehrin et ihtiyacını karşılayan kasaplık hayvanların yüzde 11’i şehrin içinden, yüzde 42’si Trakya ve Rumeli’den, yüzde 27’si Bulgaristan’dan, yüzde 20’si Anadolu’dan karşılanıyordu. Savaş sonuna doğru ise Bulgaristan’dan İstanbul’a yönelik et ihracatı tamamen durmuştu.
Anadolu’dan İstanbul’a getirilen buğday ise zaman zaman Sirkeci üzerinden trenle Rumeli’ye, oradan da dışarı ihraç edilmekte veya Trakya’daki işgal kuvvetleri tarafından el konulmakta idi.
Ekim 1920’nin sonunda İstanbul hükümeti bir kararname ile buğday, arpa, yulaf, yumurta, et, zeytin, şeker gibi beslenme maddelerinin, at, eşek gibi hayvanların, inşaat malzemesi, maden kömürü, odun, altın, gümüş gibi maddelerin dış satımını yasaklıyordu.
Mülteciler salgın hastalıkları her yere yaydı
İstanbul’da bütün sıkıntılara bir de sağlık problemi ekleniyordu.
1918 yılında sadece veremden 3415 kişi hayatını kaybetti. Ölenlerin 2225’ini Müslüman kadın ve erkekler oluşturmaktaydı. Ölenlerin 579’u Rum, 290’ı Ermeni, 125’i Musevi ve 195 diğer milletlerden ecnebilerdi.
Hastalıklarda patlama!..
1918-1919 yılları, bitten geçen hijyenik şartların iyi olmadığı çok sayıda insanın İstanbul’a gelmesinden dolayı (terhis edilen askerler, İtilaf güçleri askerleri vb.) lekeli humma (tifüs) vakalarının sayısının arttığı, ekonomik şartların zorlaştığı, çocuk salgın hastalıklarının çoğaldığı, veremin artışını sürdürdüğü, yangınlardan, gemilerden kaçan farelerin yol açtığı vebanın 1919’da birden ortaya çıktığı görülüyordu. Yine aynı yılın Aralık ayında veremden 323 vefat görülmüştür.
Rus muhacirlerin 1918’in kış mevsiminde İstanbul’a gelişiyle birlikte tifüs hastalığında büyük bir patlama yaşandı. Meydana gelen 4842 tifüs vakasında, 788 kişi bu hastalıktan vefat etti.
1920’li yıllarda Güney Rusya’da görülen kolera salgınına, Batum ve Doğu Akdeniz’de yayılan veba da eklendi. General Denikin’in mağlubiyetinden sonra ilkbaharda Rusya’dan göç eden çok sayıda mülteci ile General Wrangel’in Kırım’dan çekilmesinden sonra sonbaharda İstanbul’a göç büyük ölçüde artmıştı. İstanbul’da her ne kadar bebek ölüm oranı, tifo, tifüs, difteri ve gripten ölenler göze çarpıcı miktarda olsa da, verem bütün hastalıklardan daha fazlaydı. 1920’de şehirde veremden ölenlerin sayısı 2640’tı. Halk arasında karahumma veya bağırsak humması adlarıyla bilinen tifo ve kolera hastalıkları da İstanbul’da yaygın hastalıklardandı. İspanyol nezlesi de işgal İstanbul’unda görülen önemli salgın hastalıklardan birisiydi.
(Bugün iç savaş nedeniyle ülkemizi mesken tutan 4 milyon Suriyeli mültecinin bulaşıcı hastalıklara sebep olmaması en büyük şansımız)
1919-1922 yılları arasında İstanbul’da bir yandan müttefik işgal orduları, diğer yandan Osmanlı Devleti’nin ve Rusya’nın çeşitli yörelerinden gelen göçmenler, kentin problemlerini daha da artırmışlardı.
İstanbul yolgeçen hanı gibi...
Kızılordu’dan kaçan Beyaz Ruslar, Şubat 1920’de Odesa’dan Mart 1020’de Novorosisk’ten İngiliz gemileriyle, Kasım 1920’de Kırım’dan Fransız gemileriyle İstanbul’a gelmişlerdi.
Kasım 1920’de 100’ün üzerinde gemiden oluşan konvoy ile Sivastopol’dan İstanbul’a doğru hareket eden Rus mültecilerin İstanbul’a gelme nedenlerinin başında yakın ve en güvenli olmasıydı.
Bunları Trakya ve Batı Anadolu’nun Yunan ordularınca işgal edilmesi üzerine demografik operasyona tabi tutulan Türkler; Karadeniz, Kocaeli ve Doğu Anadolu’dan gelen Rum ve Ermeni mülteciler takip etti.
Sosyal işgal devre sokuldu
16 Mart 1920’de resmen işgal edilen İstanbul, siyasi gelişmelerin alabildiğince yaşandığı bir kent olarak karşımıza çıkarken, aynı zamanda işgal ile birlikte kentin dokusuna dahil olan unsurlar, savaşın harap ettiği yerlerden başlayan içgöçler ve Rusya’dan gelen mültecilerin oluşturduğu dışgöçler nedeniyle de bir anlamda sosyal bir işgal yaşamaya başlamıştır.
1920 yılında İstanbul’da 50 bin Müslüman, 40 bin Rus ve 4000 Rum ve Ermeni olduğu tahmin edilmektedir. 1921’e kadar olan göç dalgalarının ardından İstanbul’da kalan Türk sığınmacıların sayısının 65 bin, Rus sığınmacıların sayısının ise 65-90 bin arası olduğu sanılmaktadır.
Artan nüfus nedeniyle ortaya çıkan mesken buhranı, kiraların yükselmesi ve genel olarak hayat pahalılığını beraberinde getirdi.
İstanbul vatanımızın kalbidir
Türkiye’de, Anadolu topraklarına kaçan Rus mültecilere Beyaz Ruslar denilmekteydi. Beyaz Ruslar için İstanbul geçici bir yerleşim alanı olarak seçilmiştir. Bu yüzden kent yaşamına siyasal bir etkiden çok kültürel etki bırakmışlardır.
(1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte İstanbul ikinci kez “bavul ticareti” için “Laleli Piyasası”nı mesken tutan “nataşa”ların istilasına uğramıştı. Ticarette milyar dolarların döndüğü semt bir taraftan parasal zenginliğin zirvesine çıkmış, diğer taraftan ise ahlâkî çöküntüde dip yapmıştı.)
İstanbul’a Rus mültecilerin gelmesiyle birlikte toplumsal doku köklü değişimlere uğradı. Şimal Sokak 10 numaradaki büro Beyaz Ruslara iş bulmakla yükümlüydü. İşgal İstanbul’unda Beyaz Ruslar marangoz, duvarcı ustası, demirci, terzi, bahçevan, şoför, oyuncakçı, oto tamircisi, çiçekçi (İşgalci Fransız ve İngiliz askerleri Galatasaray’da çiçekçilik yapan Beyaz Rus kızlarını rahatsız edince, kızlar Hristaki ya da Sait Paşa geçidi olarak bilinen Pera’ya sığınıyor. Zamanla burada çiçekçi dükkânları açılıyor. Ve bir süre sonra burasının adı Çiçek Pasajı oluyor), dadı, sekreter, muhasebeci, balıkçı gibi mesleklerde istihdam ediliyordu.
Ruslar ahlâksızlığı veba gibi yaydı
Cepleri elmasla dolu gelenler ise müsriflikleri ve simsarlar tarafından dolandırılmaları sonucu kısa sürede sefalet içinde yaşamaya başlıyordu. Çar’ın sarayında yaşayıp her türlü konfora sahip olanlar Beyoğlu’nda garsonluk yapmaya, daha az şanslılar Galata pavyonlarında kokain satıp kendilerini pazarlamaya başladı. Aralarında bulaşıkçı düşesler, tuvalet temizleyici kontesler, hastabakıcı baronesler, dadılık yapan nedimeler de vardı. Beyoğlu, Beyaz Ruslarla birlikte yeni bir döneme kapılarını açıyordu. Müslüman Osmanlı toplumunun değerlerini erozyona uğratacak bütün rezaletler sahneye konuyordu.
Mütareke yıllarında, İstanbul sakinlerinin yoksul kalışı, birçok Rus göçmenin parasız pulsuz İstanbul’a sığınması, alkol, fuhuş, kumar gibi toplumsal problemleri körükledi. Ahlâkî çöküntü şehrin her yerinde kol gezmeye başladı. Bir yandan çekirge gibi şehrin her yerini istila eden İşgal Orduları, diğer yandan Rus dilberleri ateşle barutu simgeliyorlardı.
İstanbul, fahişe ve esrarkeşlere esir oldu!..
Otomobil içinde sarhoş Amerikan bahriyelileri kucaklarında Rum dilberlerle Beyoğlu’nun büyük caddelerinde resmigeçit yapıyordu. İngiliz askerleri viski ile zilzurna sarhoş olduktan sonra rastgele etrafa saldırıyordu. Rum ve Ermeni kahpelerinin oynaştıkları coşkun medeniyet düşmanı orduya Bolşeviklerden kaçan Çarın enkazı da ilave edildi.
Topla, tüfenkle, teyyare ile, bomba ile dünyanın kırk küsur milleti İstanbul’u ezememişti; İstanbul fuhuşa, beyaz toza, kokaine müptela oldu. Çar ordularına altıyüz sene karşı duran İstanbul, Rus fahişelerine esir oldu!..
İstanbul’u mesken tutan fuhuş, belli başlı üç bölgede kendini gösteriyordu. Bunlar Beyoğlu Abanos ve Ziba mıntıkaları, Galata mıntıkası ve Üsküdar bölgesidir. Pera ve Galata mahallelerindeki kayıtlı evler ve pansiyonlar Hristiyan ve Yahudilere aitti. Buralarda Müslüman kadınların çalışması yasaktı.
Kokain ile halkın aklı, tombala ile parası çalınıyor, tımarhaneler kokainmanlarla, eteromanlarla, morfinmanlarla doluyordu.
“Rus Modası” halkın ar damarını çatlattı!..
Beyaz Rus dilberler Galata ve Beyoğlu’ndaki kahvehanelerde tombalacılık yapıyor ve hovarda erkeklerin bu yolla ceplerini boşaltıyordu.
Türk erkeklerinin Rus kadınlara aşırı ilgi göstermesi sonucunda, Asri Kadınlar Cemiyeti gibi kuruluşlar 1922 yılında bir basın toplantısı düzenleyerek, Beyaz Rus kadınlarının “ahlâka mugayir” davranışları nedeniyle sınır dışı edilmelerini istiyordu.
Ahali, Rus kadınlarının saç biçimini moda kabul ediyor ve “Rus Başı” adıyla kısa kesilmiş saçlar, omuzları yırtık elbiseler toplumda yayılıyordu. Diğer bir ifadeyle “Millî Moda” çarşaf demode, “Rus Modası” omuzları yırtık elbiseler moda oluyordu. Peçe kalkıyor, ipek çorap yeni bir çağ açıyordu!.. Bacak örten çoraplar, artık bacakları ifşâ etmek için giyiliyordu.
Rus göçmenler sayesinde İstanbul’a plaj modası geliyor, yarı çıplak Rus kadınlar Fürüye’de (Florya) denize giriyordu. Yüzyıllardır denizden kaçan İstanbul halkında mahremlik giderek kalkıyor; Türk kadınları için de açılma devri başlıyordu.
İstanbul basını, Rus mültecilerin İstanbul’a gelmelerinin engellenmesini istemekte, bu konuda hükümet yetkilileriyle yaptıkları mülakatlarda bu göçler üzerinde hassasiyetle durmaktaydı.
Harbiye Bakanlığı 14 Ekim 1920 tarihli başbakanlığa yazdığı tezkereyle, önceden Odesa’dan gelen Rus mültecilerinin kente getirdiği olumsuzlukları da hatırlatarak, bunlara engel olunması için kendilerine izin verilmesini istedi. Başbakanlık ise durumu, Dışişleri Bakanlığı kanalıyla başta Wrangel hükümetini tek başına tanımış olan Fransa olmak üzere İtilaf güçleri komiserlerine Rus mültecilerinin İstanbul’da iskan edilmelerinin inzibati, ahlâkî, sağlık ve ekonomik yönden ortaya çıkartacağı sakıncaları dile getirerek bildirdi.
Yunanlılar, Megalo-İdea hayalinin peşinde
İstanbul, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı nedeniyle Balkanlar ve Rumeli’den gelen muhacirlerin sorununu henüz çözemeden girilen mütareke döneminde İstanbul, Anadolu’dan ve Güney Rusya’dan gelen ve sayıları yüzbinleri bulan yeni göç dalgasının problemleriyle yüzleşmişti. İstanbul’un ekonomik, sosyal, asayiş, iaşe, sağlık gibi problemlerini ağırlaştıran bu göç dalgasının oluşturulmasında yer alan en önemli faktör Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’nden ayrıldığı 24 Nisan 1830 tarihinden itibaren Megalo-İdea adı verilen Bizans-Grek İmparatorluğu’nu kurmak, Ege Denizi’ni bir Yunan denizi haline getirip Trakya ve Anadolu toprakları üzerinde bunu yapma hayali yatmaktaydı.
Bu hayalini yapmak için İngiltere’nin yardım ve desteğiyle Batı Anadolu ve Trakya’yı işgale başlayan Yunanistan, girdiği bölgelerde uyguladığı öldürme, toplu katliam, işkence, yakma, ırza geçme, kaçırma gibi acımasız yöntemlerle Türk nüfusunu azaltmaya başladı. Yunanistan’ın bu yöntemleri karşısında Batı Anadolu, Trakya ve Karadeniz’den yüzbinlerce Türk canlarını kurtarabilmek için daha güvenli buldukları İstanbul’a ve Anadolu’nun diğer şehirlerine kaçmaya başladı.
İstanbul’a gelen Türk Müslüman mültecilerin yerleştirilecekleri merkezlere düzenli olarak dağıtılmaları için Beyazıt’taki Çifte Saraylar binasında bir merkez oluşturuldu. Mülteciler 38 ayrı yerde iskâna tabi tutuldu.
İstanbul’daki mültecilerin sayısı 101.955’i buldu
Mülteci akını, 1921 yılında da artarak devam ediyordu. Yoğun muhacir akımı karşısında yer sıkıntısı baş gösterince, muhacirlerin bir kısmı camilerde iskân edilmeye başlandı.
Bu tarihlerde konutsuz, aç, başıboş 15.615 serseri İstanbul’u mesken tuttu. 1921 yılı içinde İstanbul’daki mülteci sayısı Ermeniler 3200, Rumlar 5000, Ruslar 65 bin, Türkler 27.755 ve diğerleri olmak üzere toplam 101.955’i buldu.
(Tıpkı bugün iç savaş nedeniyle ülkemize akın ettirilen 6 milyona yakın Suriyeli, Nijeryalı, Senegalli, Faslı, Ganalı, Gambiyalı, Kamerunlu, Etiyopyalı, Somalili, Ugandalı, Afganistanlı, Türkmenistanlı, Gürcistanlı, Özbekistanlı, Iraklı, İranlı mülteciler gibi...)
Türk askerine selamlama rezaleti dayatıldı
Bu dönemde İstanbul’da yaşanan sıkıntılara başka bir rezalet de eklenmişti. İşgal güçleri, Osmanlı askerlerini hakir görmüşler ve rütbesi ne olursa olsun bir Osmanlı asker veya zabitinin İtilaf Devletleri askerine yolda, sokakta karşılaştıklarında selam vermesini zorunlu kılmışlardı. İşgal kuvvetlerinin askerleri, kendilerine selam vermeyen Türk subaylara hakaret ediyor, onları psikolojik baskı altına almaya çalışıyordu. Selamlama ilerleyen süreçte ciddi bir problem haline geliyor, bunun sonucu olarak da selamlamaya dair alt komite kuruluyordu. Selam verilmemesine ilişkin bir ceza belirlenmediği için müttefik subaylar selamlanmadığında verilen karşılık hakaretle sınırlı kalıyordu.
Gizli teşkilatlar devreye girdi
Bu gelişmelerin gölgesinde Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareket ettiği zaman Birinci Damat Ferit Paşa hükümeti işbaşındaydı. Amasya bildirisi, Erzurum ve Sivas Kongreleri süresince de aynı sadrazamın ikinci ve üçüncü hükümetleri iktidarda bulunuyordu.
İstiklâl Savaşı başlarken Ankara’da Büyük Millet Meclisi kurulmuştu. İstanbul’da da buna paralel olarak Teşkilat-ı Mahsusa’nın desteğiyle birçok gizli teşkilat oluşturulmuştu. Merkezi Ankara’da bulunan Müdafa-i Milliye Grubu’yla işbirliği halinde olan Felah ve Yavuz grupları, İstiklâl Savaşı’nın başlamasından sonuna kadar büyük hizmetlerde bulundu.
13 Kasım 1918’de fiilen gerçekleşmiş olan işgal, 16 Mart 1920 tarihinde resmi işgale dönüştü. Her gün biraz daha kötüye giden bu süreçte Millî Mücadele ile birlikte ülkedeki düşman işgallerine karşı mücadele ve yeni bir rejim arayışları başlamıştı.
Çarlık Orduları ve İstanbul’daki artıkları ile birlikte gelen 100 bin civarındaki mültecinin problemleri Müttefik Güçleri için de tam bir handikap oluşturmuş, hatta İngilizlerin Çarlık askerlerini Anadolu’daki Millî Mücadele hareketine karşı kullanmak istemeleri de bir sonuç vermemişti.
Türk milleti, ordusunu vatanını kurtarmaya memur etti
Türk milleti, ordusunu vatanını kurtarmaya memur etmişti. Fransızlar ve İngilizler yeni bir savaşı göze alamayacak, 11 Ekim 1922 sabahı Mudanya Mütarekesi’ni imzalayacaktı. 14-15 Ekim 1922’den itibaren yürürlüğe girecek olan mukaveleye göre Yunan ordusu işgal ettiği topraklardan çekilecekti.
Bu gelişmeler üzerine İstanbul, Refet Paşa’yı göz ardı edilemeyecek derecede büyük bir heyecan ve sevgiyle karşılıyordu.
İstanbul her zaman büyük vatanın kalbi, beyni, ruhu ve ışığıydı. Ve onsuz bir Türklük yoktu, olamazdı.
4 Kasım’da Osmanlı’nın son Başbakanı Tevfik Paşa, Osmanlı Devleti’nin son hükümetinin resmi mührünü Halife Sultan 6. Mehmet Vahdettin’e iade etti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 4 Kasım 1922 öğleden sonra İstanbul idaresine el koymuştu.
Refet Paşa, İstanbullu Rumlar için kısa ve sert bir uyarı yayımladı. Kendilerini Osmanlı değil, Yunan uyruğu görenlerin 18 Kasım’dan önce şehri terk etmelerini istedi. İngilizlere verilen mesaj ise İstanbul’da istenmedikleriydi.
Şeriye Bakanlığı’nca tanzim edilen hal’ fetvası gereğince hal’ edilen Sultan Vahdettin’in yerine Büyük Millet Meclisi’nin 18 Kasım 1922 tarihli oturumunda oybirliği ile Hilafet makamına Abdülaziz oğlu Abdülmecid seçildi.
Bu karar aslında bir dönemin sonuydu. Hilafetin ilgasıyla birlikte koskoca Osmanlı’nın çöküşü noktalanıyor, yeni acıların yaşanacağı sancılı bir döneme giriliyordu.
İşgalciler İstanbul’u merasimle terk etti
24 Temmuz 1923’te Lozan Sulh Antlaşması’nın taraflarca onaylanmasıyla, bunun sonucu olarak yönetim savaşının sonu gelmiş oluyordu. Antlaşmadan sonra 23 Ağustos 1923’ten itibaren işgalci itilaf kuvvetleri birçok soru işaretini arkada bırakarak ilginç bir şekilde İstanbul’dan ayrılmaya başlıyordu.
25 Ağustos 1923’ten itibaren işgal güçleri, İstanbul’un boşaltılması hazırlıklarına ve işgal edilmiş binaların peyderpey Türkiye’ye teslim edilmesine başlamış, bir buçuk ay sonra tamamlanacak olan ikmalin ardından bir merasim tertiplenmesi kararlaştırılmıştı.
Mondros Mütarekesi’yle birlikte İtilaf Devletleri tarafından el konulan bütün harp mühimmat ve malzemelerinin Türk hükümetine teslimine dair teslim zaptı işgal kuvvetleri komutanları tarafından imzalanarak son işlem de yapılmış oldu.
Son itilaf birliği ise 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk Bayrağı’nı selamlayarak şehri terk etti.
Türk ordusu gözyaşlarıyla karşılandı
Tam 5 yıl süren ve Türk milletine çok elemli günler dayatan bu hayat ve memat meselesi de böylece son buldu. Türk milletine yeni ümit ve gelecek kapıları açıldı.
6 Ekim 1923, İstiklâl Savaşı’nı, dişi, tırnağı, yaşlısı, genci, kadını erkeği ile kazanan asil bir milletin zafer günüydü.
Tek düşman askerinin kalmadığı İstanbul’a ilk giren 1. Tümen Kumandanı Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet Paşa’nın şanlı ordusu, İstanbul halkının gözyaşları, alkışları ve çiçek yağmuruyla karşılandı.
4 yıl 10 ay 23 gün süren uzun bir işgal ve kontrol döneminden sonra İstanbul, Türk ordusunun denetimine geçmiş; Korgeneral Şükrü Naili Gökberk komutasındaki 3. Kolordu da, tıpkı 1. Tümen gibi 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında İstanbul’a girdi. Böylece 5 yıl kan ağlayan güzel İstanbul resmen işgalden kurtulmuş oldu.
566 yıl önce Fatih Sultan Mehmed 29 Mayıs 1453’te fethettiği İstanbul, 98 yıl önce 6 Ekim 1923’te düşman işgalinden kurtarıldı. Böylece İstanbul’un İtilaf Devletleri askeri güçleri tarafından 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti’nin ölüm fermanı Mondros Mütarekesi’yle başlayan işgal edilmesi süreci, 6 Ekim 1923 yılında Türk ordusunun İstanbul’a girmesiyle tamamen son bulmuş oldu.
Allah bu kara günleri milletimize bir daha yaşatmasın.