Mehmed Şevket Eygi (7 Şubat 1933) beyefendinin ölüm haberini alınca “İnna lillâhi ve innâ ileyhi raciûn” (Bakara Sûresi, 156) ayeti kerimesi gönlümün en ücra köşesinden dudaklarıma firar ediverdi birdenbire. 1991’de Millî Gazete’de yazılarına başlamasıyla birlikte Eygi’yle tanışma fırsatı bulduğum ve 20 yıl kesintisiz editörlüğünü yaptığım bir mütefekkir ve münevveri kaybetmenin acısını derinden hissettim.
Ramazan Bayramı’nda arayıp hatrını sorduğumda rahatsızlığını beyan edip, helallik istemişti.
Helâl olsun, helâl olsun, helâl olsun.
Onun aziz ruhunu şâd etmek için sadece bir anımı paylaşacağım.
2009 yılında “Adım Adım Hac/ Tevhid Yurduna Hicret” isimli kitabımı yayına hazırlarken “Münevverlerin Kaleminden Hac Yolculuğu” bölümü açmış, bu bölüme rahmetli Mehmed Şevket Eygi beyefendiyi de dahil etmiştim. O her şeye öyle kolay kolay evet demezdi, fakat konu çok özeldi. Bir de bunun üzerine 20 yıldır Millî Gazete’de yayınlanan “Takvimden Yapraklar” köşesinin hatrını koyunca mesele daha da önem arzeder bir durum almıştı.
Yıllanmış gönül rafındaki hiç eskimeyen bilgi ve hâtıraları benim şahsımda okuyucularla paylaşmıştı. Dünya varoldukça bitmeyecek aşkın, kaleme iltihâkını “Cidde’den Kalkan ‘Son Uçak’ ve Unutulmayan Hüzün” başlığı altında merhum Mehmed Şevket Eygi beyefendi şöyle serdetmişti:
Vatana hasret günleri başlıyor
“1968’de bir yazım dolayısıyla hapse mahkum edilmiştim ve bu ceza Yargıtay tarafından da tasdik edilmişti. Avukatım merhum senatör Abdurrahman Laç bey Ankara’dan telefon etmiş: “Mahkumiyet kararı postaya verildi. İstanbul’a ulaştığında infaz safhası başlar, hapse atılırsınız. Meclis’te üç ayrı Basın Affı Kanunu teklifi var, bunlar birkaç ay içinde çıkar. Siz iyisi mi, yurt dışına çıkınız. Af çıktıktan sonra dönersiniz” demişti. Ben de Hacca gitmeye karar vermiştim. Zaten Suudî Arabistan hükümeti, içlerinde benim de bulunacağım birkaç Türk gazetecisini davet edecekmiş...
İstanbul Ağır Ceza Mahkemeleri’nde aleyhimde açılmış başka davalar da bulunuyordu. Bunlar henüz neticelenmemişti, ama başka mahkumiyet kararları çıkması da ihtimal dahilindeydi. Çok soğuk bir kış günü uçağa bindim, önce Beyrut’a gittim. Oradan Cidde’ye...
Sunay’ın ihramlı fotoğrafları basından gizlendi
Türkiye Cumhurbaşkanı General Cevdet Sunay bir müddet önce Suudî Arabistan’ı resmen ziyaret etmiş ve bu ziyaret esnasında ihrama bürünerek Umre yapmıştı. Bu Umre’ye ait fotoğraflar Türk basınına ulaşmamıştı. Bir Orgeneral Cumhurbaşkanının Umreli resimlerini basmak bir gazetecilik başarısı olacağından, Cidde’de Basın Yayın Vezaretine (Bakanlığına) uğradığımda, ellerindeki resimlerden birkaçını istedim.
Orada “Kadi” isminde çok kibar bir bürokrat vardı. “Maalesef elimizde Sunay’ın hiçbir ihramlı fotoğrafı yoktur. Çünkü, Cumhurbaşkanınızın isteği üzerine, Türkiye Büyükelçiliği hükümetimize başvurmuş ve bunların hepsinin imha edilmesini istemiş. Bizim hükümetimiz de direktif verdi, fotoğraflar imha edildi...” cevabını vermişti.
6 yıl süren “zorunlu gurbet” yolculuğu
Hacca, bir iki ay sonra Basın Affı Kanunu çıkar ve yurda dönerim ümidi ile gitmiştim. Bu arada Haldun Simavi’nin sahibi olduğu Günaydın gazetesinde Başbakan Süleyman beyin ailesi hakkında çirkin bir iftira yayınlandı. Demirel ile basın arasındaki ipler koptu. Bir müddet sonra da 12 Mart 1971 askerî darbesi oldu. 2 (günlük yayımlanan) gazetem sıkıyönetim tarafından kapatıldı. Artık basın affı bir hayal olmuştu. 1969 yılının birinci ayında, kısa bir müddet sonra dönerim ümidiyle terk ettiğim Türkiye’ye, ancak 1974’te, altı seneye yakın bir gurbet hayatından sonra dönebilmiştim.
O yıl Haccı yaptım, Hacılar peyderpey memlekete döndüler. Hiç unutmam, son Türk Hacı uçağını yolcu ettikten sonra Cidde Havaalanı’nda tek başıma kalmıştım. Artık gurbetteydim. “Son Uçak” başlıklı bir yazı kaleme alıp sahibi bulunduğum “Bugün”e gönderdim. Avukatım Ali Oğuz bey, daha sonra gönderdiği mektupta bu yazıyı gözyaşları içinde okuduğunu beyan etmişti.
Suudî Arabistan’da, Mekke ve Medine’den sonra Dahran, Er-Riyad, Ras Tanura şehirlerini ve el-Hasa bölgesini gezdim. Üç ay kadar o ülkede kaldım, sonra Ürdün devleti tarafından davet edildim. On beş gün de orada vakit geçirdim. Daha sonra Beyrut’a gittim. Hacda Şazeli Şeyhi Abdülkadir İsa isminde muhterem bir zât ile tanışmıştım. Onun müridleri bana yardımcı oldular.
Mobilyalı bir daire kiraladım. Orada da üç ay kaldıktan sonra Almanya’ya gittim. Dönüşüme kadar orada kalacaktım. (Onbeş gün Belçika’da, bir ay Paris’te ikamet ettim.)
1969’da Arabistan’daki eski kültürel dokunun bir kısmı yerinde duruyordu. Cidde’de, Mekke’de, Medine’de eski evler, Osmanlı’dan kalma eski resmî binalar ayaktaydı. Oralara yıllardan beri gitmedim, gidenlere soruyorum; hepsi yıkılmış, tarihe karışmış, yerlerine korkunç ve çoğu zevksiz beton heyulalar yapılmış.
1960’lı yıllarda Arabistan’da Türkçe bilen yaşlı kişiler mevcuttu. İsmi ve şahsı efsaneleşmiş eski Kudüs Başmüftüsü Emin el-Hüseynî ile bir ziyafette karşılaşmıştım. Mükemmel Türkçe konuyordu. Rabıtatü’l-Âlemi’l-İslâmî’de önemli bir şahsiyet olan Safvet Sakaemini yüzde elli Türktü ve güzel Türkçe konuşurdu.
Tek Parti rejimi zulümde sınır tanımıyor
Benim çocukluğumda, 1950’ye kadar Türkiye Müslümanları Hacca gidemiyordu. 1940 ile ‘45 arasında 2. Dünya Savaşı vardı. Zaten Tek Parti rejimi dinî faaliyet, hizmet ve ibadetleri ağır ve aşırı şekilde kısıtlamıştı. Bu yıllarda çok az sayıda vatandaş Suriye sınırından geçerek, bazen motorlu vasıtalarla, bazen develerle çok zor bir seyahat sonunda “Kutsal Topraklar”a ulaşabiliyordu. İstanbul Çemberlitaş’taki Atik Ali Paşa Camii İmamı Fahri Kiğılı hocaefendinin bu şekilde birkaç meşakkatli Hac yapmış olduğunu duymuştum. 1950’den sonra Hacca izin verildi. O tarihlerde bu yolculuk vapurlarla yapılıyordu. Bunlar normal yolcu vapurları değildi. Şileplerin güvertelerine tahtadan uydurma kaydırma barınaklar ve tuvaletler yapılıyor, Hacı namzetleri bin bir zahmet içinde sanırım iki haftada Cidde Limanı’na ulaşabiliyordu.
Şerif Hüseyin’in Hilafet’I ele geçirme oyunu
Son Padişah ve Halife Sultan Vahidüddin Han, vatanı terk ettikten sonra, Hicaz’da İngilizlerin yardımı ile bir devlet kurmuş olan Şerif Hüseyin’in daveti üzerine oraya gitmişti. Şerif, Hilafeti ondan almayı düşünmekteydi, ama Vahidüddin buna razı olmamış, 1926’da İtalya’nın San Remo şehrinde ölünceye kadar Halife olarak kalmıştır. Tabiî, bir de ikinci bir Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Han vardı. O, bu makama Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmişti. 1924’te Halife ve bütün Osmanlı hanedanı mensupları Türkiye’den kovuldular. Halife ve ailesi Semplon Ekspresi ile Avrupa’ya gitti.
Son Halife Abdülmecid Hazretleri 1944’te Paris’teki konağında vefat etmiş, böylece Hilafet yahut İmamet-i Kübra müessesesi tarihe karışmıştır…”
Mehmed Şevket Eygi beyefendinin Fatih Camii’nde ikindi vakti sevenleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın omuzlarında başlayan ukbâ yolculuğu Merkez Efendi’de dualarla son buldu. 86 yaşında Rabbine kavuşan Eygi’yi rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.
Mekânı Cennet, makamı âlî olsun.