Seydâ kelimesi, doğu medreselerinde müderrisler için kullanılan bir unvandır. Arapça “efendi” anlamına gelen ve saygı ifade eden “seyyid” kelimesinden türemiştir. Özel olarak müderrisler için kullanılmakla birlikte bütün din adamlarına da seydâ denilmesi bir örf haline gelmiştir.
Malum olduğu üzere seydâların görev yaptığı doğu medreseleri, Nizamiye medreselerinin son örneklerindendir ve özellikle Sünnî İslam anlayışının yüzyıllardır hem öğrenildiği hem de savunulduğu mekânlardır. Şii sınırında, Sünniliğin sigortası olmuşlardır.
Osmanlı döneminde başlayan modernleşme çabalarına uyum sağlayamayan medreselerin, mevcut şekli koruma konusundaki muhafazakâr tutumları sürekli bir tartışma konusu olagelmiştir. Son yıllarda gerek medreseler içersinden gelen talepler, gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı’nın haklı beklentileri ve doğru yönlendirmeleri ile medreselerin yeniden yapılandırılması konusunda ciddi bir arayış bulunmaktadır. Bu doğrultuda Bingöl ve Muş Alparslan Üniversitelerinin öncülüğünde medreseler hakkında iki ayrı uluslar arası sempozyum yapılarak bu arayışlara ve sorunlara bir cevap ve çözüm aranmıştır. Her iki sempozyumda sunulan tebliğler de adı geçen üniversiteler tarafından basılmıştır.
Medreselerin uzun serancamı içerisinde özellikle tevhid-i tedrisat kanunu ile kapatılması ve sonrasında yaşanan takibat, en önemli kırılmalardan biridir diyebiliriz.
Yasaklı dönemde birçok müderris yani seydâ Irak ve Suriye’ye göçmüş yahut sürgüne gönderilmiş olduklarından oralarda faaliyetlerine devam etmiş, büyük çoğunluğu ise Türkiye’de tenha köy ve köşelere çekilerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Zira toplumların kabulleri kapattım demekle kapanmaz. Doğu medreseleri de özellikle köylerde varlıklarını devam ettirdiler. Ancak kapatılma tarihinden itibaren, kapatan zihniyete ve devlete karşı mesafeli durmaya başladılar. Bazıları ise bu konuda Barış Gönüllüleri gibi kimlik değiştirmiş yahut hiç deşifre olmamış ajanların yürüttükleri algı yönetimi neticesinde protest bir tavır sergilemeye başladılar. Bunlardan bazıları o kadar ileri gitti ki medreselerinde Lenin’in kitaplarını okuyan/okutan dahi oldu.
Bu durumum ortaya çıkmasında üç temel neden vardı:
Devletin yanlışları,
Bölgede kimi grupların yürüttükleri sol temelli ideolojik faaliyetler
Bazı seydaların günceli okuyacak ve bu çağa söz söyleyecek düzeyden uzak, sığ seviyeleri. Medreselerin ders müfredatı ise ayrı bir konu…
Bazı seydalar, çağın İslamcı ideologları olan Necip Fazıl’ın Büyük Doğu, Sezai Karakoç’un Diriliş ruhunu yakalayamadılar. Cemil Meriç, Nuri Pakdil, İsmet Özel Cahit Zarifoğlu ve Akif İnan’dan haberdar olamadılar. Rasim Özdenören’den, Müslümanca düşünme üzerine öğrenilecek çok şey olduğunu bilemediler.
Bundan birkaç yıl önce, merhum bir seydâya ait, bir köyde çok sayıda yazma eser olduğu haber verilmişti. Eserleri fotoğraflamak üzere köye vardık. Muhtarla görüştük ve ilgili eve gittik. Bir teyze vardı evde. Konuyu açtığımızda teyze yurtdışında olan Seydâ’nın torunu tarafından eserlerin bir odaya kilitlendiği söyledi. Torunu aradık ve uzun bir konuşma yaptık. Sonuç özetle şu: “Hoca, o benim biyolojik olarak dedem, ideolojik olarak değil. Ve ben o eserlerde her ne yazıyorsa onlara karşıyım”.
Bazı seydaların kapitalist çocukları ile tanışmıştım ama ilk defa Marksist bir torun ile tanışmıştım. Daha sonraki yıllarda kendisi yalnız ilim ve irfan için çalışan kimi Seydaların kapitalist oğulları ve Marksist torunları ile tanıştım. Kapitalist oğullar babalarının maddi mirası yanında manevî miraslarını menfaat uğruna kolayca satmakta, Marksist torunlar ise onları tümden inkâr etmekte idiler.
Burada ifade etmem gerekir ki bunların sayısı azınlıkta ve birçoğu da vefat etmiş olan seydâların çocukları.
Şimdi birisi çıkıp, “öyle sorunlar yaşanıyor ki bu konu da nereden çıktı” diyebilir. Ama üzerinde durulması gereken temel konulardan biri budur. Üstelik bu durum yalnız Seydalara ait bir konu değil, tüm Türkiye’nin sorunların biri.
Sonuç olarak yaşadığımız sorunların hepimiz bir ölçüde sorumlularıyız. Ülkemiz üzerinde bu kadar çok oyunlar oynanırken, herkes kendi sorumluluğunun düşüncesine düşmeli, bunun düşünü görmelidir.
Batı bizi batırmadan, doğrulup yeniden doğmalıyız. Batı, İslam dünyasında fırtına estirirken, biz birbirimize İsa nefesi gibi rahmet yüklü rüzgâr ve ruh üflemeliyiz. Malumdur, rüzgâr anlamına gelen rîh ile ruh aynı kökten gelmektedir.
Eğer kendi ruh kökümüzden uzakta kalmaya devam ederek çocuklarımızın eline Sezai Karakoç’un Diriliş Muştusunu verip Kıyamet Aşısı’nı yapmazsak elinde Che’nin hayatını okuyan seydâların torunlarını görmeye devam edeceğiz.
İçinizden eserlerin akıbetini merak edenler varsa söyleyeyim. Gittiğimiz yılın bahar yağmurlarında su basan bodrum torbadan dökülen bütün eserler mahvoldu. Tekrar telefon açarak seydanın Marksist torununa “vatana ihanet” ettiğini söyledik. Keşke kapitalist bir oğlu İngilizlere satsaydı da İngiltere’deki bir kütüphaneden kopyalarını alabilseydik.