Bazıları vardır yaşantılarıyla sadece insanların hayatına dokunmakla kalmaz, dünyaya zenginlik katarlar. Uykuyla uyanıklık arasında gördüğü rüyâda, “Şefaat yâ Resûlallah” yerine “Seyahat yâ Resûlallah” deyiveren Evliyâ Çelebi (1611-1685) gibi yollara revân olup, “Şehir ve Kültür”e dair derledikleri hazineleri mâziden âtiye taşırlar.
İşte gönülden gönüle köprü kurmakla kalmayıp, seyahat ettiği okyanus ve kıtaları “Üç Okyanus Dört Kıta” isimli eserinde kitaplaştıran Mehmet Kâmil Berse de bu isimlerden birisi. 1956 yılında İstanbul’un içindeki İstanbul “Fatih”te dünyaya gözlerini açan Berse, yaşadığı yerin kendine biçtiği rolü tembellik göstermeden kitabevi, yayıncılık, reklamcılık, matbaacılık, gazetecilik, dergicilik ve turizm alanlarında faaliyet göstererek yerine getirmeye gayret etmiş.
Şehirlerde, ülkelerde, kültür merkezlerinde; televizyonlarda, radyolarda; üniversitelerde düzenlenen kültür, tarih, edebiyat ağırlıklı sohbetler, konuşmalar, paneller, sempozyumlarda heybesinde biriktirdiği “kültürel hazineleri” kendisiyle hemhâl olanlarla paylaşmış.
Mehmet Kâmil Berse’nin ana vatanı Kırım’a, peygamberler diyarı Kudüs’e, öz vatan Kıbrıs’a ve ismini duyduğuna kalbinin ritmini değiştiren Kerkük’e sevdası bir başkadır. İşte bu sevdası onu sadece bu şehirlerin ruhuna dokundurmakla kalmayıp, “Seyahat Eden Yoksul Düşmez” düsturuyla “İki Kıtanın İki Denizin” Sultanı Fatih’ten çıkartıp “Üç Okyanus Dört Kıta”da, yedi iklim dört bucakta seyahat ettirmiş. Hindistan’dan Brezilya’ya kadar anlattığı geniş ve zengin dünya içinde, ana yurdu ve baba evi Kırım ile Kıbrıs arasında kurduğu gönül köprülerine dair güzellikleri paylaşmış.
Berse, 1 milyar 422 milyon nüfuslu “Sihirli Renkler Ülkesi” Hindistan’da başkent Delhi’yi, ruhlara dinginlik veren aşk mabedi Tac Mahal’ı, altın kubbesiyle Sihleri kendinden geçiren Altın Tapınak’ı, saray ve gölleriyle romantikliğe kapı aralayan Udaipur’u, dinleri, dilleri, edebiyatları, sinemaları, İngiliz usulü soldan akmaya çalışan yoğun trafik ve gürültü kirliliğini, tabii ki de siyasî ve ruhanî lider Mahatma Gandhi’ye dair öyle şeyler aktarmış ki insan âdeta satırların arasına hapsoluyor.
Sıra atalarının şehri Kazan’ı anlatmaya gelince Berse’nin yüreği harlanıyor. Tataristan’ın en büyük şehri ve başkenti olan bu kadîm şehrin tarih, kültür, sanat, dil ve insanlarına dokundukça yeni yeni hikâyeler ortaya çıkıyor. Altın Orda Hanlığı’ndan Rus işgaline uzanan olaylar silsilesine şahit oldukça insanın yüreği burkuluyor. Safa Giray Han’ın vefatıyla adım adım başlayan esaret günlerini, Rus Çarı Korkunç İvan’ın katliamlarını Millî Şair Abdullah Turkay’ın dizelerinden aktarıyor.
Sonrasında İstanbul’un fethinden 10 yıl sonra Osmanlı topraklarına katılmış “Evlad-ı Fatihan” Bosna’nın 400 yıl aradan sonra ekilen nifak tohumlarıyla yaşadığı hüzne okurları bir kez daha şahit tutuyor. Tarih boyunca bu topraklarda huzur içinde yaşayan Türkler, Arnavutlar ve Boşnakların uğradığı sürgün, zulüm ve soykırımı unutmanın, unutturmanın mümkün olmadığını hatırlatıyor.
Hırvatların başını çektiği Bâtıl güçlerin onca zulmüne rağmen Başçarşı İstanbul’un bir semti gibi dimdik ayakta dururken, Saraybosna’nın kurşun yemiş yaralı duvarlarından hâlâ soykırıma uğramış Boşnakların kanı sızıyor. “Vezirler Şehri” Travnik, bir karede 7 camisiyle ziyaretçilerine poz veriyor. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin’in ellerinde hayat bulan Mostar Köprüsü “taş kesilmiş hilâl” misâli yaşanan acıların hatıralarıyla birlikte medeniyetlerin geçit merasimine ulaklık yapıyor.
Kadîm toprakları gezerken, “bir kere su içen, buraya tekrar gelir” sözleriyle gidip görmeyenleri “Bilge Kral” Aliya İzetbegoviç’in vatanına davet eden Mehmet Kâmil Berse, Kalem Kitabevi’nden çıkan “Üç Okyanus Dört Kıta” isimli eserinde; rüyâ gibi şehir Şam’ı bir başka, matbaanın memleketi Haidelberg’i (Almanya) bir başka, dünyanın öteki ucundaki Brezilya’yı bir başka, “Dünyanın Sonu” Şili’yi bir başka, “burası bizim alın yazımız” dediği Akdeniz’in incisi Kıbrıs’ı bir başka, dünyanın özeti Kudüs’ü bir başka, Afrika Güneşi Dakar’ı bir başka anlatıyor.