Çocuktum. Okumayı yeni sökmüştüm. Ama babamın Nizip veya Gaziantep’e her gittiğinde beraberinde getirdiği Milli Gazete benim dünyaya açılan pencerem olmuştu. Televizyon yoktu, radyo yoktu. Hatta elektrik bile yoktu. Ama ne önemi vardı eve Milli Gazete giriyordu ve bu da aydınlanmam için yeterliydi. Hatta diğerlerinin olmaması, zihnimin ifsada uğramasını engellemişti. Çocuk sayfasını kesip biriktiriyordum. Hatta ilk yazımda çocuk sayfasında çıkmıştı. Gönderdiğim fıkralar ve bilmeceler yayınlanmış kendimi meşhur bir insan gibi görmüştü. İlkokula giden bir çocuğun yazısı gazetede çıkmıştı. Bir mektepdi bizim için o gazete.
İlk orta tanıdım hocamı, mücadelesini ve kanım kaynadı ona. Çok güzel resim çiziyordum. Kendi ellerimle o zaman selametin anahtarını çizdim. Hoca bizim evimize gelecek denildi. Seviniyordum. Onu kendi yaptığım selametin anahtarıyla karşılayacaktım. Bu dönemde partisinin bir takvimini babam almıştı. Orada on kıtalık, Milli Selamet marşını gördüm ve çok hoşuma gittiğinden ezberledim.
Gaziantep’te Erbakan miting için gelmişti. Babam ve dostları da mitinge katılmak için hazırlandılar. Ben onlardan önce hazırdım. Babamın yanında yerimi aldım. Benim geldiğimi gören babam engel olmadı elimden tuttu. İlkokul ikiye giden bir çocuktum ama siyasi bilincim çok yüksekti. Miting meydanı çok kalabalıktı. Hayatımda ilk kez böylesine kalabalık bir ortamı görüyordum. Babam hocayı gördükten sonra beni unuttu. Onun otobüsüne gitti ve ordan da hocayla birlikte seçim otobüsün üstüne çıktı. Ben kalabalığın arasında ayakta konuşmayı dinliyordum.
Yanımda duran bir adam diğerine soruyordu
-Hocanın yanındaki yaşlı amca kim?
-Bilmiyorum ama Erbakan’ın babası olduğunu söylüyorlar
Bahsettikleri benim babamdı. İki sevdiğim insanı hayranlıkla seyrettim. Mingten sonra kalabalık dağıldı. Ama akşam, hocamız dostlarıyla mini bir toplantı yaptı. Biz de ordaydık. Babam beni tanıttı, benim MSP marşını ezbere okuduğumu söyledi. Hocanın isteği üzerine bir de orda okudum. Çok hoşuna gitti, başımı okşayıp dualar etti. Ben şiiri ezberlemenin mükafatını almıştım. Herkesin takdir ve hayranlık bakışları altında büzüldüm.
İlk Konya mitingini ve resimlerini Milli Gazete’de gördüm. Çevremizden de insanlar bu mitinge katılmışlardı. Hatta onlarla birlikte gitmek için çok direndim. Fakat küçük olduğumdan beni almak istemediler.
Yıllar yılları kovaladı ama hoca ile muhabbetimiz hiç bitmedi. On iki eylülde televizyonda onun diğer liderler gibi tutuklanışını gördüm, kahroldum. On iki eylül dönemi imam hatibe başladığım yıllardı. Askerlerin okulu bastığı, başörtülü kızların içeri alınmadığı kahrolası yıllardı. Birçok başörtülü kardeşlerimiz imam hatibi bırakmak zorunda kaldılar. Üzerimizde büyük baskı vardı. İnsanlar selam vermeye korkuyorlardı. Televizyonda sadece Evren paşa vardı.
Ardından Ankara’ya taşındık. Fakat hocamı unutmamıştım. Ama o yasaklıydı. Refah Partisinin kongrelerine katılıyor Ahmet Tekdal’ı dinliyorduk ama hocasız bu işin tadı tuzu kalmamıştı. Nihayet yasaklar kalktı ve hocanın nur yüzü tekrar karşımıza çıktı. Meydanlarda tekrar sağ işaret parmaklarımızı kaldırıp yeminler etmeye başladık. Fetih günlerinde “Zincirler kırılsın. Ayasofya açılsın.” Sloganları atıyor, Kudüs ve Filistin eylemleri yapıyorduk.
Yıllar hepimizi değiştirdi. İniş ve çıkışlar yaşadık. Ama hoca hiç değişmemişti. Tanıdığımız gün ki gibi hala azimli ve yılmayan bir yapısı vardı. Biz ne kadar değişsek de onun o güçlü kişiliğine bakarak hem kendimize geliyor ve hem de kendimizi ayarlıyorduk. O bizim için pergelin sabit ayağıydı. Bize mücadeleye öğretmişti. Bize siyaseti öğretmişti. Bize İslam’ın aynı zamanda bir devlet modeli olduğunu, bir siyasi duruşu olduğunu öğretmişti. Resulullah’ın bir devlet kurucusu olduğunu öğretmişti. O, bize Müslüman siyasetçi kimliğinin nasıl olduğunu öğretti. O, bir Müslüman’ın inanç ve şahsiyetinden taviz vermeden nasıl mücadele edeceğini öğretti. Şahsiyetli bir politikanın nasıl olduğunu öğretti. “Önce Ahlak ve Maneviyat” dedi, ardından “Ağır Sanayi” hamlemiz diyerek dışa bağımlı olmamanın yolunu gösterdi. İlk motoru yaparak Müslümanların da teknolojide başarılı olacağını gösterdi.
Onun resimlerine bakar, başarılarını ve dünyadaki güçlü kişilerle birlikte çektiği fotoğraflara bakar orada kendimi bulurdum. Onun şahsında kendimi daha güçlü hissederdim. Çocukluğumun ilmik ilmik dokusunda onun alın teri vardı.
Başbakan olduğunda sanki ben başbakan olmuştum. Belki ben başbakan olsam bu kadar sevinmezdim. Hamidiye’de soluğu aldım. Cumayı burada kıldım. Habercilerin buraya yığılmasını gururla seyrettim. Yıllardır yok kabul edip bu semte uğramayan gazeteciler şimdi bir Hamidiye gerçeğini gördüler. Namaz kılan bir Başbakan figürünün şaşkınlığını okudum yüzlerinden.
Evde hala televizyonumuz yoktu. Elektrikler gelmiş, her türlü teknoloji gelmiş ama televizyon girmemişti. İlk televizyonu Erbakan başbakan olduğunda gidip aldım. Normalde evde böyle bir cihazın bulunmasına çok sert tepki gösteren babam, Erbakan’ı benimle birlikte izledi haberlerde. Özellikle haber7’nin haber saatinde mutlaka televizyonun başındaydım. Bu gün hocamız neler yapacak, neler söyleyecek diye…
Erbakan başbakandı artık. Gururlanıyorduk onunla birlikte. Ama onun başbakanlığı farklıydı. Farkı da hissettiriyordu. İlk başbakan olduğunda “Bismillahirrahmanirrahim” diye başlamıştı konuşmasına. Bu bile yeterdi zalim düzenin paniklenmesine. O, verdiği kararların İslam’a uygun olması için hep gayret etmişti.
Gece yarısı telefon acı acı çaldı. Ben açtım telefonu. Başbakanlıktan aranıyordu, Erbakan’ın danışmanlarından birisiydi. Erbakan acil olarak babamla görüşmek ve bir şeyler sormak istiyordu. Ama maalesef babam o gün evde değildi. O dönemlerde cep telefonu yoktu. Gittiği yerin telefonunu verdim. Evet! Hoca İslam’a aykırı kararlar vermek istemiyordu. O, şüpheli kararlarında mutlaka fetva almaya çalışıyordu. Özellikle babamın ilim ve takvasına güvendiğinden onun fetvalarına itibar ediyordu. Bunu canlı olarak şahit oldum. Bir nevi Şeyhulislam’ı olmuştu.
Bir gün babam Erbakan’ın Başbakanlıkta iftar yemeğini verdiğini ve kendisinin de davetli olduğunu söyledi. Akşam gelip arabayla götürmemi de tembihledi. Akşamüzeri eve geldim. Üzgündü. Aslında çokta gitmeye taraftar değildi. Bunun henüz zamanı değil, hiç rahat değilim diyordu. Ama hocanın davetini kıramazdı. Zaten kendisi için değil hoca için endişe ediyordu. Tam onu götürmeye hazırlandığım sırada partiden bir araç gönderildiği haberini aldım. Lüks bir araçla götürmek istiyorlardı. Onlar, hocaları laik medyaya karşı zayıf göstermek istemiyorlardı.
Meşhur hocalara iftar yemeği yapıldı ama yer yerinden oynadı. Sanki Erbakan ülkeyi Yahudilere satmıştı. Sonunda hocalar da bu ülkenin evladı değil miydiler? Üstelik bir iftar yemeğinde ülkenin din adamları ve hocalarını davet etmek kadar doğal bir şey olabilir miydi? Ama laik medya laikliğin elden gittiği haberleriyle sarsılıyordu. Özellikle babamın resmi gazetelerde ön plana çıkmıştı. Bindiği aracın lükslüğü ön plana çıkartılıyor, tarikat liderlerin ne kadar zengin olduğu vurgulanıyordu. Halbuki insan bir telefon açıp sormaz mı? Bu araba sizin mi değil mi diye? Hayatta bir arabası olmayan babamın bindiği arabayı onunmuş gibi gösteriyordu medya.
İftar yemeğinden sonra baskılar oluştu yemeğe katılan insanlar üzerinde. Bir gün namazdan gelen babama araba çarptı. Babam karşıdan karşıya geçerken kendisine çarpan arabayı köşede durmuş şekilde gördüğünü, kendisi yola çıkınca hızlıca harekete geçip vurduğunu anlattı. Aslında olay kaza süsü verilen bir cinayete teşebbüstü. Ama canı veren Allah’tı. O dilemezse kimse bir şey yapamazdı. Yaklaşık iki ay hasta yattı. Ayakları kırılmıştı. Uzun bir tedavi süreci yaşadı. Fakat o yemeğe katılmanın bedelini ailece ödedik. Vebalı muamelesi gördük sürekli ve hep işlerimiz baltalandı birileri tarafından.
Bir gün babama sordum iftar yemeğinde ne konuşuldu diye. Bana; “aslında biz o gece sadece ağladı.” “Nasıl yani?” “Öyle çok önemli bir şey konuşulmadı. Erbakan çıkıp bize bir konuşma yaptı. Kırk yıllık mücadele arkadaşlarına teşekkür etti. Ben ve Mahmut Efendi Erbakan’ başbakan olarak gördüğümüzden dolayı birbirimize baktık ve ağladık.” Evet, dışardaki insanlar o geceyi çok farklı anlatsalar da o gece sevinç gözyaşları dökülmüştü. Dualar edilmişti devletimiz için ülkemizin alimleri tarafından. Bundan daha doğal bir şey de olamazdı. Başbakanlıkta papazlara yemek verildiğinde bunun adı demokrasi olurken alimlere yemek verilmesi birilerinin zoruna gidiyordu.
28 Şubat dönemi ve sonrasındaki baskılar ve ardından hocanın başbakanlıktan ayrılması hepimizi derin bir kedere boğmuştu. Erbakan, İstanbul’dan Ankara’ya uçakla geliyordu. Çok kalabalık bir grupla onu havaalanında karşılamaya gittik. Kalbimiz perişan ve öfkeyle doluydu. Onun bize vereceği mesajlar önemliydi. Ne söylerse yapmaya hazırdık. Ama o her zamanki sakinliğiyle çıktı medyanın karşısına ve her zamanki gibi besmeleyle başladı sözlerine. Konuştu konuştu… konuştukça yüreğimiz yumuşadı, öfkemiz dağıldı. O, bir Müslüman lider tavrını sürdürdü. Hz. Hasan oldu o an. Ümmetin birliği için haklarından feragat etmenin erdemliliğini gösterdi. Zaman vahdet ve birlik zamanıydı. Öfke ve kırgınlık bu millete sadece zarar verirdi. Zaten birileri pusuda bekliyordu. Ama o fedakarlık yapmaktan çekinmedi. Millet için, huzuru için her şeyi içine attı. Fakat onun bu yenilgi ve geri çekilişi kafir üzerinde Hudeybiye oldu, kendi kurdukları tuzaklarda boğuldular.
Ankara’da yazarlık ve öğretmenlik hayatımı sürdürüyordum. Bir kitabım basılmıştı. Onu mutlaka hocaya göstermeli, duasını almalıydım diye düşünüyordum. Tıpkı elinde karnesiyle babasına koşan bir çocuk gibi “Peygamberimizin Eğitim Metodu” isimli kitabımı alıp hocama gittim. Yine dua etti çocukluk günlerimdeki gibi. Bir mücahidin duasını almış olmanın bahtiyarlığıyla ayrıldım ordan.
Partisi kapatıldı. Ama o yine küsmedi devletine. Acı bir söz söylemedi. Yüzünü ekşitmedi. Kimseye küsmedi. Ülkeyi germedi. Yere düşen bayrağı diğer omuzuna aldı ve yoluna devam etti. Bu gün küçük çıkarlarına helal gelenlerin ülkeyi kana bulamaktan çekinmeyen sözde liderlere rağmen o hep birliği ve vahdeti emretti. Hz. Hasan oldu devleşti. Müslümanın Müslümana karşı kullanılmaması için hep göğsünü siper etti. Onları sakinleştirmeye çalıştı. Düşündüğü gibi yaşadı, yaşadığı gibi düşündü. Son gün, son nefesine kadar mücadele etmekten yılmadı.
O, İslam dünyasına, İslami siyasetin nasıl yapılacağını öğretti. O, Türkiydeki Müslümanlara meşru yollarla haklarını elde etmenin yollarını öğretti. Onun açtığı bu yol ve gösterdiği bu yöntem olmasaydı belki Türkiye bir Mısır, Suriye, Irak olmuştu. İnsanlar, haklarını elde etmek için farklı yöntemlere ve şiddete başvurmuş olurlardı.
O, devleti tanıyordu, siyaseti tanıyordu. Yol gösterdi. Önde giden bir atlıydı. Surda bir gedik açmak için kırk yıl surun duvarına kafasını vura vura bir gedik açabildi. Onun açtığı gedik surun ele geçirilmesi için yeterdi. O, davası için öfkelenmeden kızmadan ve her şeyden önemlisi baskılar karşısında yılmadan yola devam etmeyi öğretti. Hayatta başarının tek başına bir şey olmadığını asl olanın mücadele olduğunu gösterdi. Başarıların kalıcı olmadığını ve her başarının başka bir mücadeleyi de birlikte getirdiğini anlattı. Mücadeleden vaz geçip geçici başarıların ve zaferlerin sarhoşluğuna kapılanların perişan olacağını anlattı.
Her onu iktidara taşımayan seçim; onun için bir mağlubiyet değil, bir zaferdi. Çünkü o seçimler sayesinde davasını ülkenin en ücra noktasına kadar taşıma ve anlatma fırsatını buldu. O, insan yetiştirmeye endeksli çalıştı. Seçimler ve iktidar onun için sadece bir araçtı amaç değildi. Siyasi mücadelenin kendisi onun için insanlara tebliğ etme fırsatıydı. Parti tabelası altında insan yetiştirebiliyor, her yere gidebiliyordu. Halbuki başka yollar kapalıydı önümüzde. Üç Müslüman bir araya gelip sohbet yapsa polis basarken, parti toplantısı adı altında yapılan çalışmalara kimse karışamıyordu. Onun amacı da buydu zaten. Peygamber metoduydu aslında o. Birebir tüm insanlara ulaşmaktı hedefi. Belki de kırk yıllık mücadele hayatında gitmediği köy bile kalmamıştı.
İnsanların yanına gelmesini beklemedi o insanların ayağına kadar gitti. Gittiği yerlerde partiyi değil İslam’ı anlattı. Çünkü onun davası bir parti davası, bir iktidar davası değildi. Onun davası İslam davasıydı. Bunun için de önce insanların dönüşmesi lazımdı. Peygamber bile on üç yıllık bir mücadele sonucunda Medine’yi oluşturabildi. Medine’yi oluşturmak için önce insanlara ulaşmak gerekliydi. Üzerlerinden silindir gibi geçen laik zulüm ve dönüşüm ancak bire birlik tanışmayla yok edilebilirdi.
Bu gün onun yolundan gitmek isteyenlerin bunu iyi kavraması gerekir. Onun yolu ve amacı bir parti ve iktidar değil, ülkeyi topyekûn dönüştürmek ve İslam gayesini gerçekleştirmekti. Onun azim ve gücünün arkasında da bu ülkü yatmaktaydı. Dava denilen ateşten gömlek, iktidar davası değildi, İslam davasıydı. İslam davası ülkenin bağımsızlığa giden yoldu. Ülkenin batının uşağı olmasını engelleyecek tek yol buydu. Batıyı, siyonizmi ve sömürü sistemini çok iyi kavramıştı. Ülkedeki insanlar bugün bunları biliyorlarsa bu onun başarısıydı. Başkaları dünyalık peşinde koşarken o, bir yanıyla Anadolu, diğer yanıyla da yitik topraklara uzanıyordu. İslam coğrafyasını birleştirme projeleri ilk kez onun ağzından döküldü.
O, kıymeti belki de yüz sene sonra anlaşılacak bir lider olduğu gibi onun sunduğu projeler de ancak çok sonra anlaşılabilecekti. Ama bu projeler sadece bu ülkenin değil, tüm İslam dünyasının kurtuluş projeleriydi. Onun talebeleri ve onu sevenlerin önündeki sorumluluk bu projeleri hayata geçirmekte.
Bir mücahit tanıdım ve onunla aynı zamanda yaşamış olmanın bahtiyarlığını taşıdım. Bir Pazar günü vefat haberi geldi. Odama çekildim. Yorganı üstüme örttüm ve göz pınarlarım kuruyuncaya kadar ağladım. İstanbul’da saf durdum arkasında. Ama bu bir dostu veda etmek gibiydi. Soğuk ve ayaz içime işlemiyordu. Çünkü içim yanıyordu. Bir mücahit veda ediyordu. Biz yalnız kalmıştık artık. Biz şaştığımızda, yolumuzu yitirdiğimizde elimizden tutacak bir direğimiz gidiyordu.
Yaşarken kıymeti fazla anlaşılamadı. Ama vefatıyla belki daha iyi tanınır ve projeleri hayat bulur. Selam sana mücahit. Rabbe bizden de selam söyle. Bu ülke senin değerini çok sonra anlayacak ve o zaman ismin altın harflerle yazılacak tarihteki yerine…