Bazı şeyler dile gelmez.
Bazen öfke olur, bazen korku... Kimi zaman da ertelenmiş kararların ağırlığı. Hepsi içte birikir. Kabuk bağlar. Susar. Ve sustukça, taşlaşır.
Hayat, mizacımıza göre en hassas yerden seslenir. Eğer yük böbreğe vuruyorsa, bilin ki orada dile gelmemiş korkular vardır. Çünkü böbrek, en çok da korkunun evidir. Ve sonunda, sessiz bir çığlıkla beden konuşur.
Bir taşla...
Taş, hissedilmek ister. Duyguların dile gelmeyen hâlidir o. Ama kişi, bedenini hasta ettiğinin çoğu zaman farkında bile değildir. Böbreğin en derin yerinde, sıkışıp kalan bir duygudur taş. Ve acı başladığında, kişi anlar.
İbn Sînâ, taş oluşumunu yalnızca bedenin bir kusuru olarak görmezdi. Ona göre taş, mizacın dengesini yitirmesinin sonucuydu. Yani sadece ne yediğimiz değil, ne düşündüğümüz, ne hissettiğimiz de taşları şekillendirirdi.
İbn Sînâ der ki: “Taş, tabiatın dışına taşan fazlalığın beden içinde katılaşmasıdır. Fazla olan her şey birikir; söz, öfke, korku... hepsi.”
O zaman durup soralıım kendimize: Bu taş ne zamandır orada? Ve ben ne zamandır susuyorum? Peki biz bu taşları neyle biriktiriyoruz? Biraz da mizacımıza bakalım...
Ateş mizacı (Sıcak-Kuru): Her şeyi kontrol etmek ister. Ama bir noktada kontrol, yüke dönüşür. Öfke içte bekler, sıkışır. Sertleşen duygular bedeni deler geçer.
Hava mizacı (Sıcak-Islak): Tatmak, yaşamak, deneyimlemek ister. Ama sınır tanımayan haz arayışı, fazlalıkları doğurur. Ruh doymazsa... beden taş üretir.
Su mizacı (Soğuk-Islak ): Her şeyi erteler. “Yarın bakarım.” der. Ama o yarın çoğu zaman hiç gelmez. Yavaş akan duygular durur, donar... Sonra da taş olur.
Toprak mizacı (Soğuk-Kuru): Çok düşünür, çok planlar ama harekete geçemez. İçine atar, bastırır, biriktirir. Geçmişin gölgesinde yürür; ama bırakmaz. Ve o çözülmemiş hisler, bedenin derinliklerinde taşlaşır.
İşte bu yüzden böbrek taşı, yalnızca fiziksel bir rahatsızlık değildir. O, sindirilememiş duyguların kristalleşmiş hâlidir. Bedenin biriktirdiği her "keşke", her "sus", her "sonra" bir gün bir taşa dönüşür.