Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise yeni bir döneme, postmodern bir çağa girilmesiyle, ekonomik hayattaki hiç tahmin edilemeyecek kadar gerçekleşen olağanüstü büyüme, iletişimin baş döndürücü bir hızla hareket etmesi sonucu adeta bir “global köy”e (Marshall Mcluhan) dönen dünyada, hemen her şey bir önceki dönemle kıyaslanmayacak şekilde farklılaştı. Sanayi devrimi ile başlayan, çalışıp biriktirmeye, iktisat etmeye, daha çok kazanıp harcamadan artırmaya odaklı anlayış (Weber1920) yeni dönemde, çalışıp kazandığını harcayan ailesi ile birlikte daha çok vakit geçiren, yani kazandığını biriktirmekten ziyade hayatı daha iyi yaşayabilmek adına kazandığını harcayan yeni bir anlayışa evrildi (Post endüstriyel toplum Daniel Bell 1973)
Bu süre içerisinde aile ile ilgili olarak birbirinden değerli birçok tanım yapılmıştır. Yaşadığımız post endüstriyel topluma (Daniel Bell 1973) en uygun olan tanım kanaatimce şudur, aile; Biyolojik ve psikolojik olarak birbiri ile ilişkili ve birbirlerine tarihsel, duygusal ve ekonomik bağları olan ve birbirlerini aynı çatının parçası olarak hisseden kişilere verilen isimdir (Samuel Gladdıng 2010 ). Bu tanımdaki en önemli nokta ki gerçek anlamdaki aileyi ifade eden “aynı çatının parçası olmayı hissetmektir” ibaresidir. Bu his o kadar önemlidir ki ortadan kalktığında aile, sadece kâğıt üzerinde kalan görüntüden ibaret olan tamamen sorunlu bir birlikteliğe dönüşür. İnsana özgü olan “his”si, duygudan ayıran en önemli şey farkındalık tır. Duyguda farkındalık yoktur, farkındalık oluştuğu an ona his denir. İşte ailedeki en temel dinamiklerden birisi bu ”bir bütünün parçası olma” hissidir. Böylece endüstri devrimi ile başlayan ve postmodern çağ ile birlikte binlerce yıllık geçmişe oranla çok büyük oranda artarak devam eden “aile olma” anlamındaki değişim, toplumdaki her dönemde en önemli yapı olan aileyi, zamanın yol açtığı çok ciddi problemlerden korumak lazım. Bozulan ilişki biçimlerini sağlıklı bir hale getirebilmek için birçok bakış açısını beraberinde getirdi. Modern psikolojinin başlaması ile (Wundt-1860) çok önemli ekoller oluştu, birbirinden değerli kuramlar ortaya atıldı. Sağlıklı bireyler, aileler ve toplum inşa edebilmek adına bir çok terapi yöntemleri gelişti.
Genel bir bakış açısıyla bakacak olursak 21.yy da ki en etkili psikoterapi yaklaşımları Freud’un psikanalizi ve Rogers’ in danışan odaklı terapi yaklaşımı idi. Bu yaklaşımlar başlangıçta psikolojik sorunların, başkaları ile olan sağlıksız etkileşimlerden kaynaklandığını ve aileyi işin içerisine katmadan, birey ile özel bir terapotik ilişki ile bu sorunların çözülebileceğini varsaydı. Freud, bilincin ıceberg in sadece görünen yüzü olduğunu asıl olanın ise görünmeyen yer olan bilinçaltının olduğunu öne sürdü ve bilinçaltının en temel iki dinamiğinin ise libido ve agresyon olduğunu, bu iki temel dürtünün aile tarafından baskılanması sonucu nevrotik çatışmalar olduğunu öne sürdü ve aileyi terapinin dışında tuttu. Carl Rogers ‘de aynı şekilde ailedeki ve bireydeki psikolojik sorunları ilk etkileşim deki yıkımlara bağlamış ve terapistin adeta bir ebe gibi edilgen olması gerektiğini ve kişiye ne yapması gerektiğini değil de ne yapacağını keşfetmesine yardım etmek için” koşulsuz olumlu kabul” ile davranılması gerektiğini iddia etmiş ve psikanalizde olduğu gibi mutlak mahremiyeti korumak adına aileyi bunun dışında tutmuştur.
1950lere gelindiğinde tüm pozitif bilimlerde hakim olan temel paradigma değişmiş, Newton fiziğinden kuantum fiziğine, determinizmden indeterminizme geçiş yani tek yönlü bir neden sonuç ilişkisi değil de, aslında sürekli karşılıklı etkilenmeye dayalı her an devam eden bir oluşum üzerinden bakış, hakim olmaya başladı. Psikolojiyi de derinden etkileyen bu bakış açısı, aileyi yaşayan bir sistem, organik bir bütün olarak gören yeni bir yaklaşım açısını beraberinde getirdi.. Böylece bir kişide yaşanan değişimin bütün sistemi değiştirdiği görüldü ve bireyi değiştirmenin en etkili yolunun aileyi değiştirmek olduğu anlaşıldı. Bütün bu gözlemler aile terapisi hareketini başlattı,1970’ler ve 80’ler bu hareketin altın yılları oldu( Nichosls). İnsanlar yaşadıkları tüm sorunları bireysel ve aile terapileri yoluyla giderebilir ve karakteristik bir özellik olan karşılıklı “sağlıklı bağlılığı” yeniden keşfedebilirler. Aile terapisinin asıl gücü, anne babaların ve çocukların, aralarındaki etkileşimi sağlıklı bir şekilde yerine getirmek için bir araya getirilmelerinde yatar. İnsanlar büyük oranda problemlerin kendilerinden kaynaklandığını (Jung 1960) bilmedikleri için hem kişisel hem de bunabağlı olarak ailevi sorunlar devam eder , aile terapisi ile bu farkındalık çok çabuk sağlanabilir.. Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer, mutsuz ailelerin mutsuzluğu ise hep kendine özgüdür( Tolstoy). Aile terapisi bu kendine özgü sorunların her biri üzerinde durur ve çözüm yollarını bireylerin kendisine keşfettirir.