Rahmetli Prof. Dr. Fuat Sezgin’e yaptığımız kavli duaya fiili duamızı ekleyip kaldığımız yerden medeniyetlerin izini sürmeye devam ediyoruz.
Sol taraftaki Park ve Bahçeler Müdürlüğü Binası’nı geçince ana yolun sağ tarafında bir hareketlilik göze çarpıyor. İnsanlar kaftanlı heykelin arkasında şekilden şekile giriyor. Arkadaşları da bu anı cep telefonlarıyla ölümsüzleştiriyor.
Roma ve Bizans dönemlerinde İstanbul’a hayat veren Yerebatan, Binbirdirek, Fildamı, Nuruosmaniye, Şerefiye, Vefa, Çukurbostan, Atpazarı, Zeyrek, Eşrefiye, Hipodrom, Sultan, Benzinlik gibi sarnıçlardan birisine de burada rastlıyoruz. Bu yapılar Bizans döneminde İstanbul’un su depolarıymış. Gülhane Parkı’na yapılan sarnıçtan da muhtemelen bölgenin su ihtiyacı karşılanıyordu.
Sarnıcın yanındaki Osmanlı sanat tarihi zerafetini yansıtan Osmanlı çeşmesi ise su medeniyetimizin bir temsilcisi olarak boy göstermeye devam ediyor.
Bir zamanlar çocukların ellerinden tutup, bu sarnıçtaki akvaryumda dans eden balıkları seyrettirdiğimizde daha Florya’daki dev akvaryum piyasada yoktu. Maalesef bu akvaryumun da yerinden yeller esiyor.
“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir? / Emin ol onu en çolpa herifler de becerir...” aşamasına gelmeden devreye giren Kültür ve Turizm Bakanlığı, Topkapı Sarayı’nı çevreleyen Sûr-i Sultanî için 3 etaptan oluşan onarım projesini devreye sokmuş. Ustalar harıl harıl çalışıyor.
***
Topkapı Sarayı’nın duvarlarının bitiminde, sağ tarafta Sarayburnu’na hakim tepe üzerinde 18,5 metre yükseklikte bir sütun dikkat çekiyor. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethinden önceki devirden kalmış olan “Gotlar Sütunu”nun, şehrin en eski anıtlarından olduğu belirtiliyor. İsmini kaidesinde bulunan “Gothos” kelimesinden alan anıtın 4. yüzyıldan kaldığı düşünülüyor. Mavi damarlı mermerden yapılmış olan sütun, üç parça üzerine oturtulmuş kaide ve yekpare gövde ile tek bir başlıktan oluşuyor. Bu başlığın Üsküdar’a bakan tarafında bir kartal kabartması bulunuyor. Gotlar sütunun kim tarafından dikildiği tam olarak bilinmemekle birlikte, kaidede yer alan kitabedeki “Fortunae Reducı Ob Devıctos Gothos” yani “Gotları yenmemizle geri dönen talihe” yazısından, sütunun Gotlara karşı kazanılmış bir zafer sonrasında dikildiği anlaşılıyor.
Sütunun hemen aşağısında demir parmaklıklarla koruma altına alınan bir takım kalıntılar görülüyor. Burasının Bizans döneminde bir yetimhane olduğu ve 579 yılında Bizans İmparatoru I. Justinianos ve karısı Sophia tarafından yaptırıldığı sanılıyor.
***
Burada tarihin kalıntıları ve ağaç yapraklarının hışırtısı eşliğinde muhteşem manzarayı göz hapsine almanın keyfine kapılıyoruz. Bir tarafta Rumeli, bir tarafta Anadolu; kavuşamayan aşıklar gibi hiç bıkmadan, usanmadan birbirini süzüyorlar yüzyıllar boyunca. Kadıköy, Üsküdar, Beylerbeyi, Çengelköy yan yana durmuş dalgalar eşliğinde seyrediyor Rumeliyi. Karaköy, Kabataş, Beşiktaş, Ortaköy, Bebek aşkını fısıldıyor Anadoluya.
Doyumsuz, tarifsiz, uyanılmaması gereken bir rüya. Fakat hayatın bizi götürdüğü yere gitmek için şimdi uyanma zamanı.
Gotlar Sütunu’nun hemen altındaki “Set Üstü Çay Bahçesi”nin yerinden yeller esiyor. Fiyatları kazık da olsa burada çay içememenin eksikliğini ve keyifsizliğini yaşıyoruz.
Gülhane’nin Sarayburu Kapısı’ndayız. Artık sağ ve solumuzdaki askeriyeyi arkamıza alarak yeşilliklere elveda, maviliğe merhaba demek için sabırsızlanıyoruz.
***
Kral Megaralı Byzas ve adamları koloni kurmak için Sarayburnu gibi doğal korunaklı ve yemyeşil ideal bir yer varken, karşı kıyıya yerleşenlerin kör olacağını düşünerek Kadıköy’ü “körler ülkesi” olarak adlandırır. Ve tarihi yarımadada o zamanki adıyla Byzantion bugünkü adıyla İstanbul’u (M.Ö. 667) kurar. Daha sonra kente Roma İmparatorluğu hâkim olunca, Septimius Severus tarafından kısa süreliğine oğlunun adı Augusta Antonina konur. İmparator I. Konstantin zamanında kent, Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilân edilir. Bu sırada Nova Roma olarak değiştirilen kentin adı benimsenir. Ve 337 yılında İmparator I. Konstantin’in ölümüyle Konstantinopolis’e çevrilir.
Vaktizamanında Haliç kıyısından gelen surlar, Marmara denizi kıyısındaki surlarla birleşikmiş. Bu surların büyük kısmı 1871 yılında demiryolu yapılırken yıkılmış.
***
Ah Sarayburnu seni ne kadar da özlemişiz.
Sarayburnu güzel olmasına güzel de; içinde bazı enteresan anılar barındırıyor. Birkaçını hatırlayalım:
-Sahil yolunu geçer geçmez 3 Ekim 1926’da dikilen Türkiye’nin ilk Atatürk Heykeli karşılıyor bizi. 3 metre yüksekliğindeki heykel, dönemin Şehremini Muhittin Bey (Üstündağ) tarafından Avusturyalı heykelci Heinrich Krippel’e yaptırılmış. Muhittin Bey’in meraklı bir kalabalığın önünde yaptığı konuşmanın ardından üzerindeki örtünün kaldırılmasıyla gün yüzüne çıkan anıt, o gece geç vakte kadar İstanbulluları Sarayburnu’na çekmiş.
Ancak bugünlerde anıtın hiç ziyaretçisi yok, içinde bulunduğu durumda hiç iç açıcı değil. Heykel, sokak köpekleri ve sarhoşların arasında kaderine terk edilmiş. Çevresi umumi tuvalet niyetine kullanılıyor. Ortalık çöp ve idrar kokusundan geçilmiyor.
-Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Samsun’a gitmek üzere Bandırma Gemisi’ne buradan binmiş.
-Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İstanbul’a ilk gelişinde buradan karaya çıkmış.
-Latin alfabe çalışmaları, 9 Ağustos 1928 tarihinde Atatürk ve Cumhuriyet Halk Partisi tarafından Gülhane’de düzenlenen galaya katılanlara takdim edilmiş. 24 Kasım 1928’de düzenlenen törenle kendisine “Başöğretmen” unvanı verilmiş.
***
Osmanlıca sadece mezar taşlarını okumaya yarayan bir dil değil, aynı zamanda koskoca bir medeniyetin arşivlerini, tüm yazılı mirasını, geçmişi okuyup anlamanın da anahtarıdır.
“Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak!..” için 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’un yürürlüğe girmesiyle birlikte âdeta bir “hafıza kaybı” yaşanmış, toplum bir gecede köklerinden kopartılıp cahilleştirilmiş. Geçmişiyle bütün bağları kesilen Türkiye “kurudukça sulanmış, yeşerdikçe budanmış”. O günden bugüne kültür ve eğitimde meydana gelen arızalar büyüye büyüye kangrene dönüşmüştür.
Tek başına 17 yıldır hükümet eden AK Parti bile dikiş tutturamamış ve en fazla bakan değişikliğini “Millî Eğitim”de yapmak zorunda kalmıştır.
Bu konuda söylenecek özet cümle; 1 Kasım 1928’de ilân edilen Harf Devrimi ile öyle bir travmaya uğratılmışız ki, hâlâ kendimizde değiliz.
***
-Sarayburnu’nun bir diğer özelliği ise, Atatürk’ün 19 Kasım 1938 tarihinde Yavuz Zırhlısı’na götürülmek üzere rıhtımdaki bir dubaya yanaşan Zafer destroyerine (orta tonajda, yüksek hızlı savaş gemisi) konulup, İzmit üzerinden Ankara’ya trenle son yolculuğuna buradan uğurlanmasıymış.
***
Sarayburnu hurda, moloz, sokak köpekleri ve ayyaşlara ev sahipliği yapıyor
Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı’nın has bahçesi olan ve Gülhane Parkı’nın bir parçası olan Sarayburnu; 1890 yılında demiryolunun yapılmasıyla Gülhane Parkı’ndan kısmen ayrılırken, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kennedy Caddesi’nin yapılmasıyla tamamen Gülhane’den kopartılmış.
Tarihi Yarımada’nın en doğu ucunda bulunan Sarayburnu; Boğaz’a ninniler söylenen ana kucağı gibiydi eskiden. Boğaz’ın iki yakasını kaplayan kompradorların aksine buralarda garibanlar nefes alırdı. İnsanlar evladına işaret parmağıyla anlatırdı gözüne takılan güzellikleri. Fakat şimdilerde İstanbul’un bu en güzel mekânı hurda, moloz, sokak köpekleri ve ayyaşlara ev sahipliği yapıyor.
***
“Asrın Projesi” Marmaray’la şantiye sahasına döndürülen Sarayburnu Parkı, çalışmaların bitmesine rağmen bir türlü fukara yaması gibi etrafını çeviren kötü görüntülerden kurtulamadı.
Oysa İstanbul’un vizyonuna vizyon katacak en önemli “Millet Parkı” özelliği taşıyan meydanlardan birisi olmasına rağmen rantiyecilerin iştahını kabarttığı aşikâr.
Bekleyip göreceğiz; burada milletini sevenler mi, yoksa rantiyeciler mi galip gelecek?!..
Dileğimiz burası yeşille mavinin buluştuğu doğal bir park olarak hizmet vermeye devam etsin.
Otoparkıyla, büfesiyle, mescidiyle; İstanbul’da yaşayıp da ekonomik durumu zayıfların modern hapishaneye benzeyen dört duvarlı dairelerinden çıkıp İstanbul’un güzelliklerine tanıklık ettiği cazibe merkezi olsun. Açıkçası burası milletindi, yine milletin olsun.
Ayasofya’yı Kapalıçarşı’yı, Sultanahmet’i, Topkapı’yı, Eminönü’nü ziyaret edenler İstanbul’u bir de buradan keşfetsin.
Bu 8500 yıllık tarihi ve otantik alan; bir yanını Sirkeci’ye diğerini ise Cankurtaran’a dayayarak yalnızlığına son verecek, kendini sahiplenecek sevenlerini çok özlüyor. Sirkeci Garı’ndan kalkan trenlerin sirenlerinden çıkan sesleri, çay bahçelerinde dertleşenleri, oltasına balık takılsın diye ümit içinde bekleyenleri, Marmara’nın sularını kulaçlayarak serinleyenleri bekliyor.
***
Büyükşehir uyuyor mu?... Hayır, tabiki de uyumuyor!..
Özetle...
Dr. Kadir Topbaş’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde, İBB Meclisi bir oturum gerçekleştirerek 2. Abdülhamid döneminde yapılan 128 yıllık Sirkeci Garı içinde bulunan tarihi binaların TCDD’den 49 yıllığına bedelsiz olarak devredilmesi kararı almış.
124 bin metrekare alanlık ‘Sirkeci Çevre Düzenleme Projesi’ kapsamında tarihi yarımadanın çehresini değiştirecek bu proje ile; banliyo trenleri kaldırılacak, Unkapanı-Yedikule arasındaki sahil şeridi yeniden şekillenecek, tarihi Sirkeci Garı müze olacak, İşletme Müdürlüğü ve Tedarik Bölge Müdürlüğü gibi ofis binaları butik otele dönüştürülecek, Sirkeci’deki trafik yerin altına alınıp bölge denize kadar birleşip içinde kültür ve sanat faaliyetlerinin yapıldığı park alanına çevrilecek, Avrupa’dan gelecek nostaljik Orient Express treni için sur içinde kalan bölümde iki ray hattı korunacak, sahil yolu araç trafiği tamamen yeraltı tüneline alınıp tüm bölge yayalaştırılacak, Yedikule’den Sirkeci’ye uzanan sur hattı boyunca bisiklet yolu- yürüyüş parkuru-dinlenme ve yaşam alanları oluşturulacak, surdibi güvenli hale getirilerek insanların geçiş mekânları olacak, Yedikule zindanları ve kara surları yeni yaşam alanlarıyla Sultanahmet ve Sirkeci’ye bağlanacak, denizin üzerinde padişahların isimleri verilerek Yavuz, Çelebi, Kanuni, Beyazıt ve Fatih burunları seyir terası olarak kullanılacak, 4 bin 500 metrekareye yayılacak ticari alanlar yapılacak fakat bunlar Boğaz manzaralı ve tek katlı olacağı için siluet bozulmayacak, hediyelik eşya dükkânları yapılacak, denize kazık çakılarak oluşturulan platform üzerinde 5 bin 300 metrekarelik ‘Konser Adası’ inşa edilecek, yeraltına otopark yapılacaktı.
Fakat görünen o ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bölge için hayata geçireceği bu projeyle ilgili en ufak bir eylem yok!..
***
Neyse biz yolumuza kaldığımız yerden devam edelim.
Sarayburnu’nda Sirkeci yönüne doğru gidildiğinde sahil kısmında bir yapı görülür. Topkapı Sarayı’nın iki kıyı köşkünden biri olan “Yalı Köşkü” tamamen yok olmuş. Bir diğeri olan “Sepetçiler Kasrı” ise Sultan Deli İbrahim tarafından 1643 yılında yaptırılmış. Rivayet odur ki, Sultan Deli İbrahim, sepet yapmaya meraklıdır. Bu bölgede bulunan hasırcı ve sepetçi esnafını himayesi altına alır. Esnaf köşkün yapımı sırasında büyük destek verir ve bu yüzden eserin ismi “Sepetçiler Kasrı” olur. Osmanlı sultanları, Boğaz ya da Haliç’e giderken, saraydan çıktıklarında, buradan saltanat kayıklarına binerlermiş.
Sarayburnu’ndan Ahırkapı tarafına yüründüğünde ise İncili Köşk karşılıyormuş ziyaretçileri. Marmara surları üzerindeki İncili Köşk, 1593 yılında, dönemin Sadrazamı Arnavut asıllı, Yemen ve Tunus fatihi Koca Sinan Paşa tarafından Mimar Davut Ağa’ya yaptırılmış ve dönemin padişahı Sultan 3. Murat’a hediye edilmiş.
Köşk ismini kubbesinden sarkan inci salkımı şeklindeki süslemelerden almış ve Avrupalılar tarafından “İncili Köşk” olarak isimlendirilmiş. Mimar Davut Ağa tarafından yapılan köşk, Sultan Abdülaziz döneminde, 1871 yılında demiryolunun sahilden ve sarayın bahçesinden geçmesine izin vermesinden sonra, kıyıdaki kasır ve saraylarla birlikte yok edilmiş.
***
Deniz surları arasındaki Ahırkapı Feneri, 1755 yılında Sultan 3. Osman tarafından yaptırılmış ve Abdülmecid tarafından yenilenmiş. Fener, boğazın girişini belirlemek ve Marmara Denizi’ndeki gemicilere yol göstermek için yaptırılmış. Fakat 1950’lerde önünden geçirilen yolla birlikte denizle ilişiği kesilerek kıyıdan uzaklaştırılmış.
UNESCO’nun dünya mirası listesinde yer alan ve sadece yıkıntıları kalan Bukoleon Sarayı ise, 5. yüzyılda kendini yaptıran İmparator Theodosios’dan sonra İmparator Justinyen’e, İmparator Theophilos ve 1204 yılında şehri işgal eden Latin Haçlılarına ev sahipliği yapmış. Daha sonra her ne kadar restore edilse de, Ayvansaray’daki Blachernae Sarayı’nın yapılmasıyla asillerin gözünden düşmüş. Günümüzde sur duvarlarının arasında görülen sarayın ayakta kalan kalıntıları buradan demiryolu geçirilmesi sırasında yıkılmış. (Çatladıkapı’da bulunan 1610 yıllık Bukoleon Sarayı, İBB tarafından restore edilerek “açık hava müzesi”ne dönüştürülecek.)
Sarayburnu’ndan uzaklaştıkça önümüze çıkan medeniyetlerin izleri bizleri bitmez tükenmez bir deryaya daldırıyor.
Gezimize şimdilik bir virgül koyalım. Bakalım bundan sonra karşınıza nerede çıkacağız. Ben de merak ediyorum.
Kaynakçalar:
-Osman Nuri Topbaş, Osmanlı, Erkam Yayınları
-Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügatı, İstanbul, 1986.
-Ekmeleddin İhsanoğlu(editör), Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, c. I İstanbul.1994.
-Cemil Meriç, Bu Ülke, İstanbul, 2006.
-M. Enis Kamer, Topkapı Sarayı, Bâb-ı Hümayun Kapısı, Arapça kitabesinin okunuşu ve tercümesi, İstanbul, 2012.