TASAVVUF

Şırnak Bölgesindeki Nakşî Şeyh Aileleri ve İdil Mutasavvufları

Şırnak İli ve İdil ilçesi bölgesinin yüzyıllardır devam eden aşiret yapısı yanında, medreseler ve tekkeler bölgenin temel karakteristiğini oluşturarak topluma hayat vermişlerdir.

Güneydoğu Anadolu bölgesinin yüzyıllardır devam eden aşiret yapısı yanında, medreseler ve tekkeler[1] bölgenin temel karakteristiğidir ki bu durum hâlen devam etmektedir diyebiliriz. Bu üç unsura dördüncü olarak farklı din, dil, ırk ve inancın varlığını da ilave etmek gerekir. Sayıları her yıl azalmakta olan Hıristiyan inancına sahip Süryaniler yanında Yezidilerin varlığını da görmekteyiz. Çalışmamıza konu olan Şırnak’a bağlı İdil ilçesi bu unsurların tamamını barındıran ender bir mozaiktir. Bu yönüyle İdil, Osmanlı Devleti’nde farklı din ve milletlerin huzur içinde birlikte yaşama serüveninin prototipi sayılabilir.

Bizim çalışmamız, yukarda belirttiğimiz üçüncü unsur olan tekkeler ve tasavvufi hayat hakkındadır. İki nokta üzerinde odaklanarak konuyu ele almaya çalıştık. Bunlardan birincisi, İdil’inde içinde bulunduğu, Şırnak ile Siirt ve Hakkâri’nin bir kısmını içine alan bölgedeki yaygın ve geleneksel ismiyle Botan bölgesinde var olmuş veya halen varlığını sürdüren Nakşibendi tarikatının üç önemli merkezi ve buralarda hizmet veren aileleri tanıtmaya çalıştık. İkincisi ise, İdil’de yaşamış olan sûfilerin kimlikleri ve tespit edebildiğimiz kadarıyla hayatları hakkında kısa bilgi vermeye çalıştık.

Bu anlamda adı geçen bölge konumuz açısından bakıldığında medreseleri ile bir ilim, tekkeleri ile de bir irfan havzasıdır. Dolayısıyla bölge halkının din algısı ve tasavvuru ile günlük dini yaşantı biçimi bu havzanın temel karakteristiğini taşımaktadır. Bu noktada gerek medrese ulemasına gerek tekke şeyhlerine ve bir bütün halinde şeyh ailelerine çok büyük bir saygı ve hürmet vardır.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ö.l826)’den sonra medrese ile tekkeyi birleştiren ve “zülcenaheyn” denilen ilimle irfânın birlikteliği anlayışı bölgede bariz şekilde görülmektedir. Bu hususta, Cizre bölgesinin son yüzyılda yetiştirmiş olduğu en büyük âlim-şeyhlerinden biri olan Şeyh Muhammed Saîd Seydâ’nın (ö.l968) etkisi büyük olmuştur.

Gönül eğitimini esas alan, her an ve alanında hayatın merkezine kalbi koyan ve aklı onun veziri olarak gören tasavvufî düşünce, başta Anadolu olmak üzere yayıldığı her coğrafyada İslam’ın güler yüzünü temsil etmiştir. Tasavvufî düşüncenin merkezinde yer alan kucaklayıcı yaklaşım, Yunus Emre’nin dilinden “Yaratılmışı yaratandan ötürü sevmek” şeklinde evrensel bir ilke olmuş ve İslam toplumlarında hoşgörü, çok kültürlülük, birlikte yaşama, yardımlaşma gibi kavramların yalnız teoride kalmayıp tekkeler ve bunların çevresinde kuruşmuş olan yüzlerce vakıf sayesinde hayatın içinde, yaşanan birer değer olarak varlığını sürdürmesine imkân sunmuştur.

Osmanlı devletinde, birlikte yaşamayı sağlayan en önemli unsurların biri de güçlü bir devlet-tekke münasebetinin bulunması[1] ve tasavvufî düşüncenin yönetim üzerinde sağladığı bakış açısıdır diyebiliriz. Buna mukabil, dünyada var olan ulus devlet modellerinin ayrıştıran ve ötekileştiren özelliğinin dini ve etnik farklılıkların bir arada yaşadığı toplumlar ve devletlerde ortaya çıkardığı sosyal sorunları ortadadır. Sûfîlerin insanı, insanda da kalbi hayatın merkezine koyan ve farklılıkları farkındalık aracı olarak kabul ederek çokluktaki(kesret) birliği (vahdet) gören bütüncül bakış açısı, aslında bu yönüyle toplumsal barışa katkı sağlayabilecek çok önemli bir husustur. Buna bir örnek olması açısından, İdil’de bulunan faklılıklara sûfî bakışını yansıtabilecek, tasavvufî düşüncenin Osmanlılar dönemindeki en önemli temsilcilerinden biri olan ve Halvetiyye-i Mısriyye’nin kurucusu olarak kabul edilen Niyâzî-i Mısrî’nin[2] bir şiiri oldukça dikkat çekicidir. Şiir, tasavvufun toplumsal fonksiyonunu da ortaya koymaktadır:

Âdetüm budur ezelden günde bir şân olurun
Dirilüp gâh cem olup gâhi perîşân olurum
Bu cihânun halkuna bir bir yolum uğrar benüm Cem idüp bunca kumaşı bir bedestân olurum
Geh sehâb u geh matar gâhî toluyam gâhî kar Gâh nebât u gâhi hayvân gâhi insân olurum.
Geh nasârâ geh yehûdî gâhi tersâ geh mecûs Gâhi şia gâh olur Sünni müselmân olurum.
Gâhi âbid gâhi zâhid gâhi fıska düşerem Gâhi ârif gâhi marûf gâhi irfân olurum
Gâh olur bu hırmen-i âlemde ben bir dâneyim Geh kamuyu câmi olmuş ulu meydân olurum
Bunca sûretler libâsın gâhi bir bir giyerüm Gâh soyunup cümlesinden şöyle üryân olurum
Şimdi kesrette olan âdem Niyâzî söylenür
Âlem-i vâhdet içinde sırr-ı Yezdân olurum.[1]

Çalışmamızın konusu hakkında yeteri kadar yazılı kaynak ve araştırma bulunmamaktadır. Bu münasebetle çalışmamızı yürütürken bazı sözlü kaynaklara başvurduk ve yeri geldikçe dipnotta kendilerine işaret ettik.

Dicle ile Fırat nehirlerinin arasındaki alanı ifade eden ve bu yönüyle bir adayı andırması nedeniyle cezire bölgesi denilen, konumuz itibariyle Cizre merkezli bölgede çeşitli ailelere mensup şeyhlerden ziyada “Şeyh Aile” geleneğinin varlığını görmekteyiz. Nakşibendiye tarîkatının en önemli simalarından biri olan ve Anadolu’da faaliyet gösteren Nakşibendiliğin “zülcenâheyn” şeklinde anılmasını sağlayan kişi, Mevlana Halid-i Bağdâdî (ö.l826)dir. Onun yüzü aşkın halifesi hem zahiri ilimlerde hem de ilm-i tasavvufta kâmil ve mükemmil birer şahsiyet olup yalnız bölgede değil, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında Nakşibendiliğin devlet ricali ve halk nezdinde en etkili tarikat olmasını sağlamıştır. Cizre merkezli bölgenin de Nakşî ağırlıklı bir görünümü vardır ki bunda üç aile ön plana çıkmaktadır. İdil bölgesinde Müslümanların yerleşmesinde bu tasavvufî ailelerden biri olan Şeyh Muhammed Saîd Seydâ’nın büyük etkisi olmuştur. Bu konuya geçmeden bölgede etkili olan bu üç Nakşî aile[2] hakkında kısa bir bilgi sunmak istiyoruz. Bu aileler; Basret Şeyhleri, Dirşevî ailesi ve Şeyh Muhammed Seydâ’nın ailesidir.

BASRET (İNCELER) ŞEYHLERİ

Basret köyü Cizre’nin kuzeyinde olup, bir kısım toprağı Botan’ın Hacıaliye aşiretinin, bir kısmı ise Dırşev aşiretinindir. Köy Gabar dağlarının batı yakasındadır.[3] Bu köye ilk dergâh ve medreseyi kuran kişi Mevlânâ Halid-i Bağdâdî’nin halifelerinden Şeyh Halid-i Cezerî ile halifesi ve aynı zamanda kendisinden sonraki postnişin olan Şeyh Salih-i Sıpkî’dir. İkisinin mezarı da bu köyde bulunmaktadır. Basret köyünün şimdiki ismi İnceler olmuştur.

Basret Dergâhı Nakşibendîliğin en önemli merkezlerinden biridir. Mevlânâ Halid-i Bağdâdî’nin ünlü halifesi Taha’l-Hakkarî’nin yönlendirmesiyle Seyyid Sıbğatullah (Gavs-ı Hizânî) bu dergâhta Şeyh Halid-i Cezerî’nin yanında tam dört yılda manevi terbiyesini tamamlamış ve tekrar hocası Taha’l-Hakkarî’nin yanına Hakkari’nin Nehri kasabasına dönmüştür. Şâh-ı Mardin olarak bilinen Seyyid Hâmid’de sülükunu bu dergâhta tamamlamıştır.

Bu dergâhtaki Nakşî silsilesi şu şekildedir:

1.   Şeyh Hâlid-i Cezerî: Mevlanâ Halid-i Bağdâdî’nin halifelerinden olup, eski Basret[1] köyünde medfundur.

2.   Şeyh Sâlih-i Supkî: 1852 yılında vefat etmiştir. Eski Basret köyünde medfundur.

3.   Şeyh Esad-ı Hınukî: Botan bölgesinde Pervari’nin Hınuk[2] köyünde medfundur.

4.   Şeyh Muhammed Aynî: Botan bölgesinde Ayne köyünde medfundur. Vefat tarihi 1859’dur.

5.   Şeyh Hâlid-i Zibârî: Hicri 1286’da (m.1880) vefat etmiştir. Yeni Basret köyünde medfundur.

6.   Şeyh Ömer ez-Zengânî: 1890 yılında vefat etmiş olup Cidde’de Havva mezarlığında medfundur. Şeyh Muhammed Saîd Seydâ’nın babasıdır.

7.   Şeyh Hüseyin el-Basretî: 1914 yılında vefat etmiştir. Botan bölgesinin Mışar Ovasının Hâlidî köyünde medfundur.[3]

DİRŞEV AİLESİ

Dırşev köyü de Gabar dağlarının batı yakasında bulunmaktadır.[4] Burada yaşayan Şeyh Molla Hasan, Musul’da yaşayan Şeyh Reşid’den Kâdiri icazeti almış bir

mürşiddir. Şeyh Hasan’ın oğlu Şeyh Reşîd ve onun oğlu Şeyh Muhammed Dırşevî, Cizre ve Botan Bölgesinin en saygın âlim ve şeyhleri arasında yer almıştır ki “Dırşevî” ailesinin bu yönü halen aktif olarak devam etmektedir.

Ailenin en önemli simalarından biri olan Şeyh Reşid ed-Dırşevî, yaşadığı Dırşev köyünden Cizre’ye ilim okumaya gelerek Idil yolu üzerindeki Düzova’da (Hoser) Molla Ali Meydinî’den ilim tahsil eder. Ardından Diyarbakır’ın Aktepe köyünde yedi yıl Şeyh Kasım’dan ilim tahsil eder. Dönerken Basret (İnceler) köyüne uğrayarak orada postnişin olan Şeyh Esad Hınukî’den ilim okur. İlmî icazet yanında tarîk-i hamse olarak bilinen Nakşibendiye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çiştiyye tarikatlarından da icazet alır. Oradan tekrar Düzova (Hoser)’e döner. Bu sırada bir süre Molla Ahmed Cezerî’nin de müderrislik yaptığı Cizre’deki ünlü “Kırmızı Medrese”de müderrislik yapar. 1868 yılında hac farizasını ifa ederken Mekke’de vefat eder ve orada defnedilir. Şeyh Reşid-i Dırşevî’nin iki oğlu ve iki kızı vardır. Bunlar; Şeyh Abdulhakîm, Şeyh Muhammed Nûrî, Halime Hanım ve Sâfiye Hanımdır.

ŞEYH ABDULHAKİM

Şeyh Reşid’in büyük oğlu Şeyh Abdülhakîm (1856-1905), Şeyh Muhammed Saîd Seydâ’nın babası Ömer Zengânî’nin yanında ilim tahsilinde bulunmuş, ilmi ve tasavvufî icazetini ondan almıştır. Bediuzzaman Said Nursî’nin Cizre bölgesine geldiğinde ilmine hayran kaldığı rivayet edilen Şeyh Abdülhakîm’in mezarı, Cizre’de Şeyh Muhammed Nûrî kubbesi olarak bilinen kubbenin altındadır.[1] Yazmış olduğu Sutür isimli eser bölge medreselerinde Molla Cami’den sonra okutulan ders kitabı olmuştur.

MUHAMMED NÜRİ ED-DIRŞEVİ

Şeyh Ömer Zengânî’nin yanında başlamış olduğu ilim tahsilini hocasının Hac fârizası esnasında vefât etmesi üzerine, ağabeyi Abdülhakîm’in yanında tamamlayan Şeyh Muhammed Nûrî, tasavvufî icazetini Basret Şeyhlerinden Şeyh Hüseyin ve ardından Şeyh Saîd Seydâ’nın ağabeyi Şeyh Muhyiddîn’den alır. Şeyh Muhammed Nûrî, Şeyh Sâid Seydâ’nın dayısı, şeyhi ve aynı zamanda kayınpederidir. 1863 yılında doğan Şeyh Muhammed Nûrî, 1924 yılında vefat etmiştir. Mezarı Cizre’de kendi adıyla anılan kubbenin altındadır.

Kendisinden sonra oğlu Şeyh Abdullah(ö.1943); ondan sonra da onun oğlu Şeyh Ahmed Hilmi Efendi manevî vazifeyi üstlenmiştir. Dırşevî ailesine ait manevî şecerenin bir kolu şöyledir:

Dırşevî ailesinin bir kısmı halen Suriye vatandaşıdır. Aile içinde ikinci Muhammed Nûrî olarak bilinen, Şeyh Muhammed Nûrî’nin oğlu Şeyh Reşîd-i Sâninin oğlu, Dırşev ailesi hakkında müstakil bir kitap yazarak aile fertleri hakkında geniş bilgiler sunmaktadır.[1]

ŞEYH MUHAMMED SAİD SEYDA EL-CEZERİ VE AİLESİ

Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî (Ö.1968)[1] ve Dırşevî ailesi akraba olup aynı tekkede bu iki aileden de şeyhler bulunmaktadır. Bu şeyhlerin isimlerini şöyle sıralayabiliriz:

1.  Şeyh Ömer Zengânî[2]: Şeyh Sâid Seydâ’nın babasıdır.

2. Şeyh Abdülhakîm ed-Dırşevî (1856-1905): Dırşevî ailesinden Şeyh Reşid’in büyük oğludur.

3. Şeyh Muhyiddîn el-Cezerî (Ö.1914): Ömer Zengânî’nin oğlu, Şeyh Saîd Seydâ’nin ağabeyidir.

4. Şeyh Muhammed Nûrî ed-Dırşevî (Ö.1914): Dırşevî ailesinden Şeyh Reşid’in ikinci oğludur.

5. Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî (ö. 1968): Şeyh Ömer Zengânî’nin oğlu olup Cezire bölgesinin en büyük âlimlerinden biri aynı zamanda bölgede Nakşibendîliğin Hâlidî kolunun yayılmasında en çok tesiri olan kişidir. Tasavvufla

ilgili ed-Dâbıta fi’r-Râbıta, Et-Te’lîf fi’t-Te’lîf et-Tasavvuf isimlerinde eserleri bulunmaktadır.

6. Şeyh Nurullah Seydâ el-Cezerî (ö.12.05.1985):[3] Şeyh Said Seydâ’nın oğludur. 1949 yılında doğmuş, 1985 yılında 36 yaşında iken Nusaybin yolunda geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiştir. Gerçek bir âlim, kâmil bir mürşid olarak bilinmektedir. Genç yaşına rağmen birçok eser kaleme almıştır. Tasavvufla ilgili “Hizbu’l-Hakâiki’l-Irşâdiyye, Sahîfetü’l-Ma’rife, Esrâru’t-Tasavvuf [4] isimli eserleri bulunmaktadır.

7. Şeyh Ömer Fâruk Seydâ El-Cezerî: Şeyh Saîd Seydâ’nın oğludur. Halen manevî görevine devam etmektedir. Âlim, âbid ve mürşid-i kâmil olarak tanınmaktadır.

Bu üç aile de şeyhlik genellikle babadan oğula olmak üzere aile içinde devam ederken aile dışından manevî eğitim dediğimiz seyr-i sülûkunu tamamlayanlara da hilafet verilmiştir. Ancak sözlü kaynaklarımız, hilafet alan ve şeyhinin vefatında sonra şeyh olarak görev yapan birçok kişinin, edeben kendilerinden sonra bir halife bırakmak yerine merkez tekkeyi işaret ettiklerini bildirmektedirler.

ŞEYH MUHAMMED SAİD SEYDA VE İDİL BÖLGESİNDEKİ HİZMETLERİ

Şeyh Seydâ, Cizre ve civarının son yüzyılda yetiştirmiş olduğu en etkin ve nüfuzlu âlim ve şeyhlerinin başında gelmektedir. Zahiri ilimlerdeki yetkinliği yanında kâmil ve mükemmil bir mürşid olan Şeyh Seydâ, yaşadığı dönem ve sonrasında bölgenin sosyal hayatında da etkili olmuştur. Ancak 1925 yılında Tekâyâ ve Zevâyânın Seddine Dair

Kanun (1925) çıktıktan sonra güneydoğu ve çevresinde yaşanan sosyal ve siyasi olaylar Şeyh Seyda’nın ailesi, Şeyh Hüseyin Basretî ve Şeyh Reşîd ed- Dırşevî ahfadı ile birlikte 1926 yılında Musul bölgesine gitmek zorunda kalır. Bu gidiş yalnız tekkelerin kapatılması neticesinde değil, aynı zamanda bölgede etkili olan İngilizlerin varlığından uzak durma ve baş gösteren kıtlıktan da bir çıkış yolu arayışıdır. Bu gidiş sonrasında, Şeyh Seydâ ailesiyle birlikte 1928 yılında tekrar Cizre’ye dönerken, Şeyh Hüseyin Basretî oğulları Şeyh Sâlih ve Şeyh Ahmed, Irak’ta kalırlar. Bunların ağabeyleri olan ve babalarının halîfesi olan Şeyh İbrahim Hakkı ve Şeyh Muhammed Şefîk Suriye’ye geçerek orada yerleşirler. Şeyh Abdülhakîm Dirşevî’nin evlatları ve Şeyh Muhammed Nûrî ed-Dırşevî’nin evladları da memleketlerine dönmüşlerdir. Ancak kısa süre sonra Şeyh Muhammed Dırşevî’nin oğlu II. Şeyh Reşîd tekrar Suriye’ye giderek oraya yerleşir.

Tekrar Cizre’ye dönen Şeyh Seydâ, resmi alandan biraz da olsa uzak olma düşüncesiyle Cizre İdil yolu istikametindeki annesi Halime Hatun’un satın almış olduğu Bağlarbaşı (Serdehl) köyüne yerleşerek o dönem itibariyle (1959-1962) büyük bir cami ve külliye inşa ettirmiş, dergâh hizmetlerini de buradan yürütmüştür.

Caminin hat ve tezhibleri Şeyh Seydâ hazretlerinin ilmi icazet verdiği halen yaşayan Mahmud Çorak Hocaefendi tarafınca yapılmıştır. Sözlü kaynaklarımız, Şeyh Seydâ’nın yaptırdığı bu cami ve dergâhının ne denli bir cazibe merkezi olduğunu ortaya koymak noktasında, bayramlarda ortalama 2500-3000 insanın ziyarete geldiğini ifade etmektedirler. 1980’li yıllardan sonra yaşanan bölgedeki sorunlar yüzünden boşalan Bağlarbaşı Köyünde halen 10 aile yaşamaktadır. Köyün camisi metruk vaziyettedir. Caminin kuzey kuzeyinde yer alan aileye ait ev ve bitişiğinde dergâh da harabeye dönmüş yalnız duvarları durmaktadır. Cami avlusunun doğusunda yer alan taş duvarlardan yapılmış ahırların da benzer şekilde duvarları sağlam olarak durmaktadır.

Şeyh Şeyda’nın Bağlarbaşı köyünde ikamet etmesi ve irşad hizmetlerin yürütmesi onun Idil’e yaklaşmasına ve orada daha fazla tanınmasına vesile olmuştur. O dönemlerde Idil’de bulunan müslüman sayısı ilçe nüfusuna oranla yok denecek kadar azdır. Şeyh Seydâ, o dönemde ağırlıklı olarak Süryanîlerin yaşadığı Idil’de bir cami yapılmasını ister. 1948 yılına kadar yaşayan Müslüman sayısı 40- 50 civarında idi. Bunlar da asker ve resmi kamu kurumlarında çalışan memurlardan oluşmaktaydı. Ilçe merkezindeki tüm arsalar Süryani vatandaşlarımıza aittir. Şeyh Seyda, bir bahar günü Molla Ahmed’i[1] Xarapşerefte ziyaret eder ve bu arzusunu dile getirir. Mele Ahmed’e, Süryani cemaatle ilişkilerinin iyi olduğunu söyleyen Şeyh Seyda, bu işi kendisinin çözebileceğini söyler ve bu konuyla yakından ilgilenmesini ister. Molla Ahmet, Şeyh Seyda’nın bu arzusunu yerine getirmek için hemen harekete geçer. Idil’de yaşayan Süryani Cemaatin liderleriyle bir toplantı gerçekleştirir. Bu toplantıda Molla Ahmet, Süryani liderlerine Idil ilçe merkezinde 40-50 kadar Müslüman vatandaşın yaşadığını, çevre Müslüman köylerinden ilçe merkezine iş takibi için gelen vatandaşların da ibadet edebileceği bir caminin gerekliliğini dile getirir ve Süryani cemaatinden kendilerine yardımcı olmalarını ister. Süryani liderler kendi arasında istişare ettikten sonra kendisine “Şeyh Şeyda’nın bu arzusunu Şeyh Şeyda’nın ve senin hatırın için kabul ediyoruz, İdil sınırları içerisinde

istediğin yeri ve istediğin kadar arsayı inşa edeceğin cami için alabilirsin.” derler. Caminin kurulduğu arsanın sahibi Süryani vatandaş Gebro Tuma’ya arsa bedeli olarak da ücret ödenir. Merkez caminin inşaatına Şeyh Seyda, Molla Ahmet ve zamanın ilçe Kaymakamı bizzat malzeme taşıyarak destek veririler.[1] Merkez cami tamamlandıktan[2] Molla Ahmed bu caminin imamı olarak görev yapmaya başlar. Cami bugün ulu cami veya merkez cami olarak bilinmektedir. Cami, Idil’in ilk camisi olma özeliğini taşımaktadır. Caminin inşası başlarken Şeyh Seydâ’nın Rıfâi tarîkatı usulünde sesli şekilde zikir yaptırdığı rivayet edilmektedir.[3] Cami yapılırken Midyat’ın Estil mahallesinden Arap

kökenli birçok Müslüman çalışmak için gelmiş ve bitirdikten sonra tekrar memleketlerine dönmüşlerdir. Bu caminin yapılmasından sonra çevre köylerden ve ilçelerden Idil’e gelen Müslüman sayısı giderek artmıştır.

İDİL (HERZEH)'DE YAŞAYAN MUTASAVVIFLAR

1949 yılında ilk camisi yapılan İdil’de 196O’lı yıllara gelindiğinde demografik yapıda değişim hızlanmış ve Müslüman nüfus artmaya başlamıştır. Ardından Süryânî ve Yezidîlerin bölgede yaşanan güvenlik sorunları nedeniyle 198O’li yıllardan itibaren ağırlıklı olarak Avrupa ülkelerine göç etmeleri nedeniyle Yezidî inancına sahip pek kimse kalmamış, Süryânilerin sayısı da yüzlerle ifade edilecek sayıya düşmüştür.

İdil’de köklü ve yaygın bir İslam ve dolayısıyla tasavvufî geçmiş bulunmamaktadır. Ancak Müslüman nüfusun artışında Şeyh Seydâ’nın etkisi büyük olmuş, medrese geleneği ve tasavvufî hayata dair her şey onun etkisi ile gerçekleşmiştir diyebiliriz. Bu açıdan biz, “İdil’li mutasavvıflar” yerine “İdil’de yaşayan mutasavvıflar” başlığını kullanarak, İdil doğumlu olmasa bile İdil’e yerleşmiş veya orada yaşamış olanları da tanıtmaya çalıştık. Şimdi sırayla bazılarını tanımaya çalışalım.

Seyyid Şeyh Muhammed Beşîr-i Alakamişî (Düzgün)

Şeyh Seydâ’nın kayınpederi ve en yakın halifelerinden biridir. Şeyhinden önce vefat etmiştir.[4] Herhangi bir eser kaleme almamıştır. İdil’e bağlı Alakamış ve Tılsekan köylerinde yaşamıştır.Çeşitli yerlerde ders okutmuştur. İdil’li Molla Tahir (Gül) kendisinden ders okuyanlardandır.[5]

Muhammed Beşir Efendi, çeşitli vesilelerle Şeyhinin dergâhına gelir ve orada bulunduğu süre içerisinde hazır bulunan müridân ve gelip geçen misafirlerin ihtiyaçları ile bire bir ilgilenir, dergâhın tuvaletleri dâhil her türlü temizlik ve bakım işlerini yapardı. Bütün bunları yaparken sessiz sedasız ve hiçbir şikâyette bulunmadan çalışırdı.[1] Kendi isteği ile geldiği dergâhtan şeyhi izin verene kadar ayrılmaz bu hizmetleri bazen beş altı ay kadar devam ederdi.

Şeyh Muhammed Saîd Seydâ, halifesi Muhammed Beşir’in sadakatini her zaman takdir etmiş ve onun hakkında şöyle demiştir:

“Dost dediğin Seyyid Muhammed Beşîr Alakamişî gibi olmalıdır. Zira O dostunu dostuna götürür ve dostunun dostuyla dost eder. Kendisini hep geride bırakan bir dosttur.”

Şeyh Seydâ’nın sitayişle vurguladığı bu husus, bireyselcilin arttığı günümüz toplumu açısından insanların en fazla muhtaç oldukları sosyal davranışlardan biri olsa gerek.

Muhammed Beşir Efendi, şeyhine karşı o denli saygı ve edeb içerisinde olmuştur ki, şeyhinin şehri olan Cizre’ye karşı ayağını uzatmamayı adet haline getirmiş, yatağı serilirken bu hususa dikkat edilmesini talep etmiştir.

Muhammed Beşir Efendi, Şeyh Şeyda’yı o denli sevmiş ve sadakat göstermiş, “fena fi’ş-şeyh” makamını o denli yaşamıştır ki, vasiyetinde kendi cenazesinin taziyesinin dahi şeyhine yapılmasını istemiştir. Şeyhinden önce vefat etmiş olduğu için de etraftaki mürid aşiretler Hesıne, Dumana, Dıra Aliyan başta olmak üzere tüm aşiretler o dönemde Mardin Kerboran (Dargeçit) ilçesine bağlı İzâr köyünde bulunan Mürşidi Şeyh Muhammed Said Seydâ hazretlerinin yanına vararak ona taziyede bulunmuşlardır.[2]

Şeyh Muhammed Said Seydâ hazretleri Muhammed Beşîr Efendinin yanına kalabalık mürid gurubuyla ziyarete gelirlerdi. Bu ziyaretlerin birinde Muhammed Beşir Efendi bizzat bıçağı eline alarak şeyhi konudan haberdar olup müdahale edinceye kadar onlarca hayvan kesmiştir. [3]

Hülasa olarak Muhammed Beşir Efendi tasavvufi ahlakı, hayatının her anında ve alanında yaşamaya çalışan abid ve zahir bir kişidir. Onun en bariz özellikleri mahviyet ve sıdktır diyebiliriz.

Seyyid Şeyh Hasan (Kino)

Şeyh Hasan Efendinin zahiri ilimlerde çok fazla bir bilgisi olmamasına rağmen tasavvufi alanda herkesin hürmet ettiği bir şahsiyettir. Halifeliği Şeyh Seydâ’dan almıştır.[4] Ahlak ve hal ehli abid ve zahid bir insan olarak tanınmıştır. Idil Merkezde inşa ettirdikleri, resmî olarak Fetullah Camii olarak, halk arasında ise Şeyh Haşan Camii olarak bilinen camide uzun yıllar görev yapmıştır. 2005 Yılında vefat etmiştir. Şeyh Hasan’ın cenazesine yaklaşık otuz bin kişi katılmıştır. Kabri, Idil’in batısında takriben iki km. mesafede bulunan Şeyh Hasan Mezarlığındadır. Dördü erkek yedi çocuk babası idi. 110 yaşında vefat etmiştir. Kendisinden sonra oğlu Abdullah görevi devralmış ve halen devam etmektedir.

Şeyh Abdullah Fırfeli (Ulak/İdil)

Şeyh Abdullah Fırfelî, 1907 yılında Daner’de dünyaya geldi. Dorik aşiretinden olup babasının adı İbrahim’dir. Henüz bir haftalık bebek iken annesini kaybetmiş ve sütanneye verilmiştir. Yedi yaşında iken babasını da kaybetmiş ve amcası Tahir’in yanında kalmaya başlamıştır. Amcasının yanında toplam 15 yıl kadar kalacaktır.

Ancak bu sürede henüz çocuk yaşlarda iken köyün davarlarının arasında düşer ve birçok davar üzerinden geçerek onun sakatlanmasına; sol eli, sol ayağı ve sol gözünün özürlü kalmasına neden olur. Hayatının sonuna kadar da öyle yaşar.[1] Şeyh Abdullah Efendi, babasını ve annesini kaybetmenin manevî ağırlığı yanında bedensel özrü nedeniyle çocukluğunu da tam olarak yaşayamamış ve kendine tek çıkış yolu olarak ilim tahsilini görmüştür. Bu vesile ile Daner’de Seyyid Ali’den Kur’an öğrenimi ile başlayan tahsil hayatı, birçok yerde okuduktan sonra nihayet Molla Süleyman ve Molla Abdülhakîm’in yanında devam etmiştir. Ardından Suriye’ye gitmiş ve oradan döndükten sonra Şeyh Said Seydâ’dan ilim okumuş ve ilmî icazetini ondan almıştır. Tekkelerin ve medreselerin kapatılmış olduğu[2] yılları takip eden yasaklı bir dönemde bu kadar ilim peşinde koşmak ayrı bir zorluk ve gayret gerektirmektedir.

Şeyh Abdullah Efendi üç evlilik yapmış birinci eşi Daner’li Muhammed Molla’nın kızı olan Adla’dan üç erkek üç kızı olmuştur. İkinci eşi, hocası Molla Abdulhakîm’in kızı Zeynep hanım olup ondan beş erkek dört kızı; üçüncü eşi ise Fırfel’li Vesile Hanım olup ondan da bir erkek iki kızı olmak üzere toplam on sekiz çocuğu olmuştur.

Şeyh Abdullah Efendi, köylerde imamlık ve medreselerde müderrislik yapmaya İdil’de Fırfil’de başlamış ve otuz seneden fazla hizmet etmiştir. Ardından yedi yıl Daner’de ve bir yıl kadar Harapripin’de kalmış ve tekrar Daner’e dönmüş ve üç yıl daha kalmıştır. Ardından sırasıyla üç yıldan fazla Birecik’te, beş yıl kadar Diyarbakır’da kalmıştır. Bu sürede bölgede görülen kıtlık nedeniyle Halep’e giderek Harbiyan Aşiretinin yanında bir yıl kadar kalmış ve Fahrettin-i Batmânî’nin vefatından sonra talebelerine hocalık yapmıştır. Ardından Cizre’de yaşayan Şeyh Said Seydâ hazretlerinin vefatından sonra onun çocuklarını ve talebelerini okutma talebi kendisine teklif edilir o da kabul ederek Cizre’de müderrisliğe başlar. Bu sırada evini Fırfel’den taşımamıştır. 1989 yılında rahatsızlanmaya başlayınca evini Nusaybin’e taşımış ve 1995’de orada vefat etmiştir. Şeyh Abdullah’ın seksen sekiz senelik ömrünün 65 yılından fazlası medreselerde müderrislik yaparak geçmiştir. Müderrislik hayatı boyunca Şeyh Said Seydâ’nın çocukları Şeyh Nurullah ve Şeyh Ömer Faruk başta olmak üzere yüzlerce talebeyi okutarak[3]onlara icazet vermiştir.[4] Bunun çoğu da Fırfel’dedir. İşte bu münasebetledir ki Şeyh Abdullah Fırfelî diye şöhret olmuştur.[5] Nesiller boyu talebe yetiştirmiş hakiki bir âlim ve gönül insanı, dürüst ve örnek ahlak sahibi bir şahsiyettir.

Şeyh Abdullah Fırfelî’nin üzerinde en çok hassasiyet gösterdiği hususlar dürüstlük ve cesarettir. Bunun yanında, onda en çok dikkat çeken husus, namazlarını kılarken sergilediği hassasiyet idi. Sabah namazından sonra ders okutmaya başlar ve öğle

yemeği yemezdi. Dersleri, namaz vakitleri hariç ikindi namazına kadar kesintisiz devam ederdi.

Tasavvufi icazet yanında ilmi icazetini de Şeyh Seydâ’dan almıştır. Şeyh Abdullah, dini ve tasavvufî ilimleri çok iyi bilmekle birlikte, pozitif bilimlerle dini bilimleri birlikle ele alan ve açıklayan Cizre eski müftülerinden Molla Mahmud’la birlikte bölgenin iki bilge kişisinden biri olarak tanınmıştır.

Döneminde şahit olduğu haksızlıklara karşı kesin ve açık tavır alır haksızlığın kim tarafından yapıldığını önemsemezdi. Ezanın Türkçe okutulduğu 1932-1950 yılları arasında köyüne denetime gelenlerin ezanı nasıl okuduklarını sorduklarında “Siz buradayken Türkçe, siz gittikten sonra Arapça okuyoruz.”diye cevap vermiştir.[1]

Eserleri

1. Kitâbu’l-Es’ileti ve Ecvibe:[2] Fıkıhtan, Sünnete, Akaid’den tasavvufa kadar çeşitli ilimlerle ilgili 281 soru ve cevaptan oluşmaktadır. Eser 102 sayfadır.

2. Kitâbu’l-İşârâti ve Beşârât:[3] Tasavvufla ilgili bir eserdir. 233 sayfadır. Muhabbet, tasavvuf, şeriat-tarîkat-hakîkat ve marifet, bazı peygamberlerin hayatları, kaza ve kader, sabır gibi temel konuları içermektedir.

Tasavvufi Görüşleri

Ona göre tasavvuf, ilimlerin en büyüğüdür. Tanımı ise şöyledir:

Tasavvuf bir ilimdir ki nefsin övülen (mahmûd) ve yerilen (mezmûm)ahvâli onunla bilinir. Yerilen ahvâlinden temizlenme şekli, övülmüş sıfatlarla süslenmesi, sülük, Allah’a seyr ve Allah’a yöneliş onunladır. O, kıymet olarak en yüce, mahal olarak en büyük ve övgü olarak güneş ve ay gibidir. ”3

Şeyh Abdullah Efendi’ye göre tasavvufun usulü beştir:

1. Gizli ve açıkta Allah’tan korkmaktır (Takvâ sahibi olmak). Bu, verâ ile gerçekleşir.

2. Söz ve fiilde sünnete ittiba etmek ve güzel ahlâk sahibi olmaktır. Hıfz ve güzel ahlak ile gerçekleşir.

3. Varlıkta da yoklukta da mahluktan yüz çevirmektir. Bu da sabır ve tevekkülle gerçekleşir.

4. Azlıkta ve çoklukta Allah’a rıza göstermektir. Bu, kanaatle gerçekleşir.

5. Darlık ve bollukta Allah’a yönelmek ve iltica etmektir. Bu da varlıkta şükür, darlıkta iltica ile gerçekleşir.

Seyyid Şeyh Yusuf-i Kefsuri (Öz)

Idil ilçesinin dumanlı köyündendir. Şeyh İlim icazetini de şeyhi olan Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî’den almıştır.[1]

Seyyid Şeyh Muhammed Düzgün

Seyyid Şeyh Seydâ’nın en önde gelen halifelerinden biri olan Muhammed Beşîr-i Alakamişî’nin büyük oğludur. Şeyh Muhammed Nurullah Seydâ’nın hilâfet verdiği dokuz kişiden biridir.[2] Âlim bir zat olarak tanımıştır. Tılsekan’da görev yapmıştır.

Seyyid Ahmet Tılsekani (Düzgün)

İlmi icazetini Şeyh Muhammed Nurullah’tan, tasavvufi icazetinin ise Şeyh Ömer Fâruk Seydâ’dan almıştır. Muhammed Beşir Alakamişî’nin oğlu ve Seyyid Şeyh Muhammed Düzgün’ün kardeşidir.[3] Halen yaşamaktadır.

Şeyh Molla Abdulcelil (Deniz)

1920’lerin ortalarında dünyaya gelmiştir. Aslen Midyat Kartmin’de doğmuştur. Babası âlim bir zât olup Molla Bekir’dir. Annesi ise Nura hanımdır. Mutasavvıf Şeyh Ahmed, babası Molla Bekir ve Molla Abdullah Fırfelî’den ders okumuş ama icazet almamıştır. İdil’e bağlı Kurtuluş (Batel) köyünde, ardından bugün Nusaybine bağlı olan Bazar köyünde görev yapmıştır. Çocuklarının hepsi ilim tahsil etmiş olup isimleri sırasıyla Molla Nezir, Molla Ebubekir, Molla Abdulganî, Molla Abdulhakîm ve Molla Muhsindir. Hanımı Gayda Hanım Kartmin’lidir.

Çeşitli vesilelerle Suriye’ye gitmiştir. Meraklı bir âlim olan Molla Abdulcelil, Hz. Nuh’un Gemisinin Cudi dağındaki yerini keşfetmek gayesi ile dağın zirvesine kadar çıkmış ve araştırmalar yapmıştır. Uçarlı köyünde Hacı Mahmud ile birlikte bir cami yapılmasına öncülük etmiştir.

1967 yılında vefat etmiştir. Mezarı Bazar köyündedir. Molla Abdulcelil, tasavvufî ahlakı bir yaşam biçimi haline getirmiş âlim bir sûfidir. Onun insani değerlere vurgu yapan güzel davranışları ile ilgili yüzlerce anekdot anlatılmaktadır.[4]

Bunlardan başka şeyh Seydâ’nın İdil ve köylerinden çok sayıda talebesi ve dergâhına gelen seveni vardır. Hırabırıpın Köyünden sofi Reşid40ve sofi Süleyman41 bunlardandır.

Sonuç

İdil ilçesi; farklı din, dil ve milletleriyle bir kültür mozaiğidir. Bu yönüyle de Osmanlı toplumunun bir prototipidir. İdil’in bağlı bulunduğu Şırnak ili ve Şırnak’ın da içinde bulunduğu bölgesel ismiyle Botan bölgesinde halen devam eden âşiretler, medreseler ve tekkeler bu havzanın tanımlanmasında en baskın unsurladır. Nakşibendîliğin çok önemli havzalarından biri olan bu bölgede üç Nakşî aile ön plana çıkmaktadır. Bunlar; Basret şeyhleri, Dirşevî Ailesi ve Şeyh Muhammed Saîd Seydâ’nın ailesidir.

İdil ilçesinde 1950’li yıllara kadar Müslüman nüfus çok az iken bu tarihten sonra artmaya başlamıştır. Bunda Süryânî ve Yezidî vatandaşların bölgeyi terk etmesi yanında, Şeyh Seydâ’nın 1949 yılında ilçenin ilk camisini yaptırmasının da etkisi olmuştur. Bu tarihten sonra İdil’de görevlendirdiği halifeleriyle Müslüman nüfus artmaya başlamıştır.

İdil’in de içinde bulunduğu bölge, binyılı aşkın süredir varlığını sürdürmüş insanlığın tarihine ait çok önemli kültür ve medeniyetin mirasını sinesinde saklamakta ve araştırılmayı beklemektedir. Bizim konumuz açısından bölge, keşfedilmeyi bekleyen irfânî değerler hazinesi gibi görünmektedir.

Prof. Dr. İbrahim Baz

Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


[1] Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşamış ve yaşamakta olan maneviyat önderleri sufilerin hayatları, eserleri, düşünceleri, sosyal hayata etkileri ve onların yaşadıkları mekânları harita ve resimlerle ortaya koymaya çalışacağımız “Güneydoğu Anadolu Sufileri” başlığı altında bir çalışmamız devam etmektedir. Bu çalışmada bölgenin tabii ve tarihi olarak etkileşim içinde olduğu Irak ve Suriye’li sûfiler ile bu bölgelerde yaşayan farklı din ve mezheplerdeki mistikler de ele alınmaya çalışılacaktır.

[2] Osmanlılarda devlet-tekke münasebetleri için bkz.: İrfan Gündüz, OsmanlIlarda Devlet-Tekke Münâsebetleri, Seha Neşriyat, İstanbul 1989; Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Türkiye Yay., İstanbul 1964, s. 448-449; Reşat Öngören, Osmanlılar'da Tasavvuf (Anadolu’da Sûfîler, Devlet ve Ulemâ-XVI Yüzyıl), İz Yay., İstanbul 2000, ss. 245-310; Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (Sûfiler Devlet ve Ulemâ), Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yay., İstanbul 2001,s. 429-442; H. Kâmil Yılmaz, “Osmanlı Sultanları ve Mutasavvıflar”, Maverâ, (Tasavvuf Özel Sayısı), Eylül-Ekim 1984, s. 92.

[3] Hayatı hakkında geniş bilgi için bkz: Mustafa Aşkar, Niyâzî-i Mısri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998.

[4] Kenan Erdoğan, Niyâzî-i MısrîDîvânı, Akçağ Yayınları, Ankara 1998, 139-140.

[5] Her şey kendi ikliminde doğar, büyür ve gelişir. Bu anlamda Güneydoğu Anadolu merkezinde kurulan çok önemli tekke merkezleri ve buralarda yetişmiş büyük şahsiyetler bulunmaktadır. Bu tebliğimizde

bunlardan üç tanesini kısaca tanıtmaya çalışacağız. Ancak, bu üç merkezin dışında sempozyum konusunun dışında kalan bölgelerde de çok önemli merkezler bulunmaktadır. Konuyla ilgili hazırlamakta olduğumuz bir makale bulunmaktadır.

[6] Basret köyünün şimdiki ismi İnceler’dir. Şırnak’a bağlıdır. Bölgedeki boşaltılmış köylerden biri olup kimse yaşamamaktadır.

[7] Köyün yerleşim yerinde bir genişleme olduğundan ilk ve eski yerleşim yeri Eski Basret, yeni yer ise yeni Basret diye anılmıştır.

[8] Hınuk köyünün şimdiki ismi Güleçler olmuştur. Pervari’ye bağlıdır.

[9] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî, Mektûbât, Haz: Şeyh Abdussamed el-Fârkınî, Ter: İbrahim Öztürk, İnegöl 2008, s. 9.

[10] Dırşev, köyü bugünkü ismi Alkemer’dir. Şırnak’a bağlı olup boşaltılmıştır.

[11] Dırşevî ailesinden Burhaneddin Munis Beyefendinin kaleme aldığı notlar. Kendilerini şükranlarımızı

sunarız.

[12] Muhammed Nûrî Eş-Şeyh Reşîd en-Nakşibendî ed-Dırşevî, el-Kutûfu '--Ceniyye fi Terâcimi'l- Âileti'd- Dirşeviyye, Trs.

[13] Hayatı hakkında bilgi için bkz. Abdülhakim Yüce, “Cizre’li Şeyh Seydâ ve Tasavvufî Görüşleri”, Uluslararası Şırnak ve Çevresi Sempozyumu Bildirileri, Ed.: M. Nesim Doru, Şırnak Üniversitesi Yay., Ank. 2010, s. 638.

[14] Bu silsilenin Şeyh Ömer Zengâniden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye kadar ulaşan silsilesi şu şekildedir: Şeyh Hâlid-i Zibârî, Şeyh Muhammed Aynî, Şeyh Sâlih Subkî, Şeyh Hâlid el-Cezerî. Bkz. Abdülhakim Yüce, “Cizre’li Şeyh Seydâ ve Tasavvufî Görüşleri”, s. 638.

[15] Hayatı ve görüşleri hakkında bkz.: Muhammed Göksu, “Muhammed Nurullah Seydâ el-Cezerî’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Tasavvuf Anlayışı”, Uluslararası Şırnak ve Çevresi Sempozyumu Bildirileri, Ed.: M. Nesim Doru, Şırnak Üniversitesi Yay., Ank. 2010, s. 647-661.

[16] İbrahim Öztürk, Tasavvufun Sırları, İstanbul 1991.

[17] Molla Ahmet, Milletvekili olan Hasip Kaplan Bey’in babasıdır.

[18] Molla Ahmet’in torunu olan Faruk Kaplan Bey’e verdiği bilgiler için şükranlarımızı sunarız.

[19] Idil Merkez Camii 1949 yılında Şeyh Muhammed Saîd Seydâ tarafindan yaptırılmıştır. Daha sonra 1990’lı yıllarda tadilat geçirmiş ve cami büyütülmüştür. İlk yapılan caminin minaresi bugün caminin içinde kalmıştır.

[20] Tasavvuf literatüründe, verilmek istenen mesajı ispat etmek ve onun hak olduğunu göstermek amacıyla zorunlu hallerde sergilenen delil anlamındaki bu olaya “Burhan” denir. Bkz. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yayınları, Istanbul 2004, s.112. Şeyh Seydâ, Cizre halkının Cudi

Dağı eteklerinde tarihi ve köklü bir geleneği olan Panayırlarda da bazı zamanlarda bu ateş burhanını yaptığı rivayet edilmektedir. (Kaynak kişi: Dırşevî ailesinden Burhaneddin Munis Beyefendi)

[21] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî, Mektûbât, s. 58.

[22] Molla Tahir ile 27.O2.2O11 tarihinde evinde yaptığımız görüşmede bu bilgiyi aktarmıştır. Şeyh Seydâ’dan icazet almış Akaid, Fıkıh, Tasavvuf ve Felsefî konularda risaleleri bulunmaktadır. Şeyh Seydâ’nın kendi el yazısıyla verdiği icazeti ve yazma eserlerini bizlere sunan Molla Tahir Hocaefendiye’ye şükranlarımızı sunuyoruz. Bu vesile ile kendilerinin “en-Nebeü’l-Yakîn” isimli tasavvufî-felsefî muhtevâlı Arapça eserini tercüme ve şerh şeklinde hazırlamaya başladık.

[23] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî, Mektûbât, s. 51

[24] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî, Mektûbât, s. 51

[25] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî, Mektûbât, s.51

[26] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî, Mektûbât, s. 52.

[27] Abdulbaki Deniz, “Jiyana Mela ‘Ebdullahe Firfelî”, Nübihar, Sy: 111, Bahar 2010, s. 69.

[28] Tekkeler, 677 sayılı kanun ile 1925 yılında kapatılmıştır.

[29] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî, Mektübât, s. 54.

[30] İcazet alan talebelerden bazısının isimleri, kendisi babası ve dedesi ile üç nesil icazet almış olan Abdulbaki Deniz Bey tarafından kaydedilmiştir. Bkz.: Abdulbaki Deniz, “Jiyana Mela ‘Ebdullahe Firfelî”, s. 72.

[31] Abdulbaki Deniz, “Jiyana Mela ‘Ebdullahe Firfelî”, s. 70.

[32] Bilgiler Molla Abdullah’tan ders okuyan Molla Abdulbaki Deniz beyefendi ile 27.02.2011 tarihinde Idil’de görüşülerek tarafımızca kayıt altına alınmıştır. Abdulbaki Deniz Beye bu vesile ile teşekkürlerimizi sunarız.

[33] SeyyidMelaAbdullah Fırfılî, Kitabu’--Es’i-eti ve Ecvibe, Ravza Yayınları, İstanbul 2011.

[34] Seyyid Mela Abdullah Fırfılî, Kitâbu ‘--İşârâti ve Beşârât , Ravza Yayınları, İstanbul 2010.

[35] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî Mektûbât, s. 53.

[36]Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî Mektûbât, s. 66.

[37] Şeyh Muhammed Saîd Seydâ el-Cezerî Mektûbât, s. 69.

[38] Idil’de yaşayan Abdulbaki Deniz beyefendi’den dinlediğimiz rivayetlerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz.

1. Karıncalara köprü yapması: Molla Abdülcelil yağan yağmurlar neticesinde küçük de olsa bir suyun akarak karıncaların yollarını kapattığını ve geçit bulamadıklarını gözlemler. Bazılarının farkına bile varmadan geçip gideceği yolda, Molla Abdulcelil, etraftan bulduğu çeşitli malzemelerle onlara köprü yapar ve karıncaların oradan geçmesini sağlar.

2. Molla Abdülcelil yolda yürürken bir leşin başında bir köpek sürüsünün toplandığını ve onu yediklerini, bu sırada küçük bir köpeğin yanlarına yaklaşamayarak bir kenarda beklediğini görür. Molla Abdülcelil, bu durumdan rahatsız olur ve büyük köpekleri kovalayarak küçük köpek karnını doyuruncaya kadar oradan ayrılmaz.

3. Molla Abdülcelil inancının bir gereği olarak kendi inancını tebliğ etmek ister. Bölgede çeşitli dinlere mensup insanlar yaşamaktadır ki bunlardan biri de Yezidî’lerdir. Molla Abdülcelil zaman zaman Yezidi