Âlimin kenzi kütübdür ilminin sermâyesi
Tuhfe eyledi o kenzi millete hem ümmete
Dergehinde makbûl olsun hizmeti hem gâyesi
“Ey Alîm Allâh kerem kıl dü cihânda Şevket'e”
Yazılarından tanıdığım merhum Mehmed Şevket Eygi Beyefendi ile tanışmam bu gördüğünüz kıta vesilesiyle olmuştu. Kütüphanesini Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi’ne bağışladığını duyunca çok sevinmiş geçmişte herhangi bir yere vakfedilmeyen kütüphane ve koleksiyonların başına gelen kaçınılmaz.
Hoca’nın kütüphanesi gerçekten de “gizli bir hazine” idi. Bunu 2017 yazında Kutlugün Sokak’ta olan müze-evinde yaptığım katalog çalışmasında iyiden iyiye anlamıştım. Yazma eser uzmanı unvanını almadan çok önceleri talebelik yıllarımda İstanbul’un “gizli” kütüphanelerinin peşine düşmüş, bir kısmının tozlu rafları arasında dolaşma imkânı bulmuştum. Merhum Şevket Hoca’nın kütüphanesinin namını ve şöhretini işin erbabı olan hocalar ve üstatlardan çokça işitmiş lakin bir fırsatını bulup görme imkânı bulamamıştım. Hocanın ehibbanından olan dostum Ömer Faruk Demirkan yanlış hatırlamıyorsam 2017 Mayıs ayında beni arayıp Hoca’nın yazmalarının tasnif edileceğini ve bu işi de benim yapmamı rica ettiğini söyledi. Tabii uzun zamandır zihnimin bir köşesini işgal eden ve merakımı mahmuzlayan bu kütüphanenin yazmalarını tasnif edecek olmak büyük bir lütuf ve azim bir nimetti.
Cumhurbaşkanlığı’nın tensibi ve çalıştığım kurumun izni ile 17 Ağustos 2017 günü hocanın Kutlugün Sokak’ta bulunan evinde yazmaların tespit ve tasnifiyle görevlendirildim. Hoca’nın kütüphanesinde bulunan yazmaları ilk önce tespit edecek sonra belli bir usul çerçevesinde tasnifleyip “Mehmed Şevket Eygi Kütüphanesi Yazma Eserler Kataloğu” adında neşredecek daha sonra diğer eserler gibi bunlar da Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi’ne devredilecekti. Hoca’nın bizden istediği buydu ve bunu olabilecek en kısa sürede istiyordu. Tahmini olarak bana söylediği yazma adedi 300 civarındaydı. Bu sayı doğrultusunda kataloğun tamamlanabileceği süreyi merhum Hoca’ya arz ettim ve çalışmalar başladı. Mesaimin haricinde haftanın üç günü hocanın evine gidiyor ve bana tahsis edilen odada yazmaları tasnif ediyordum.
Sakın bu tasnif işinin alelade bir katalog çalışması olduğunu sanmayın. Dedim ya hocanın evi bir müze-ev idi; hat levhaları, resimler, objeler çeşitli dönem ve bölgelerden antika eşyaların bulunduğu bir müze. Bundan dolayı Hoca’nın evinde bulunduğum yaklaşık bir seneyi aşkın zamanda yaptığım iş için “Yazma arkeolojisi” demeyi uygun görüyorum. Zira tasnif edeceğim yazmalar evin bana tahsis edilen odasında belli bir düzende olmayıp Hoca’nın kendine has muhafaza yöntemine göre korunmaktaydı. Bu oda öyle bir alandı ki elime aldığım bir yazmanın yanında nadir Selçuklu dönemi sikkelerini görebilir, paha biçilemez siyah astragan bir kürkün altında Nev’izâde Ataî’nin Şakâ’ik Zeyli’ne rast gelebilirdiniz. Bu durum sebebini hocanın talebesi olan arkadaşlardan sonradan öğrendiğime göre, validesi ebedi aleme intikal ettikten sonra hocanın o odaya pek nadir girmiş olmasıydı.
İşte bu odada çalışıyor, öğlen yemeklerini hocayla beraber yiyor ve o sırada gâh eski İstanbul adetleriyle ilgili bir hatırası gâh güncel meseleler hakkındaki yorumlarıyla ve bunun gibi nice bilgiyle lezzetyâb oluyordum.
“Yazma arkeolojisi” devam ederken şunu fark ettim ki kütüphanede hocanın bana söylediği yazma adedinden çok daha fazla yazma var ve sayılar gün geçtikçe artıyor. Ayrıca koleksiyonun büyüklüğü ve Hoca’nın mücerredliğinden dolayı yazmaların bir kısmında çeşitli tahribatlar oluşmuş ve gün geçtikçe bu tahribatın boyu artıyordu. Hoca yazmaların bir an evvel tespit edilip kataloğun basılmasını istiyor ben ise katalogdan ziyade eserlerin durumun düzeltilmesini, restorasyonu gerekenlerinin bir an evvel koruma altına alınmasını istiyordum. Bir gün bu durumu Hoca’ya arz ettiğimde kudemanın çoğunda görülen o hâl Hoca’da da zuhur etti ve kendimi “Bana bak” hitabıyla başlayan azar cümlelerine muhatap buldum. Hoca isteğime karşı çıktı. Bir süre devam eden gerilim eserlerin evden çıkarılmaması ve katalog çalışmasının iptali raddesine kadar geldi. İşte tam böyle bir vaziyette Hoca çalışma masasının arkasında bulunan kitaplıktan bir eseri eline aldı: “Bunu biliyor musun sen, al bunu da ekle.” diyerek bana uzattı. Hoca’nın verdiği eser Hazret-i Şârih olarak bilinen meşhur Mevlevî şeyhi İsmail Rusuhî-i Ankaravî’nin kendi el yazısıyla olan mecmuası idi. Bu durum kataloğun devam edeceği manasına gelmekle birlikte Hocanın kütüphanesinin ne denli sürprizlere açık bir hazine olduğunu tekrardan anlamamı sağlamıştı. Hoca merhum -kabri nur dolsun- bizi kırmayıp eserlerin kataloglarından evvel restorasyonun yapılmasını kabul etti ve eserler nakledildi.
Dedim ya kütüphane çok ilginç eserlerin bir arada bulunduğu bir deryaydı. Bestekarının el yazısıyla nota mecmualarından tek nüsha hatıratlara, gün yüzü görmemiş divanlardan en eski nüshalara -ki yanılmıyorsam Nâbî’nin meşhur Hayriyye’sinin en eski nüshası Hoca’nın koleksiyonunda bulunmaktadır- değişik evsaf ve türde eseri bir arada barındıran bir kütüphane.
Hocanın evinde çalıştığım dönemde 300 kitabın tespit ve tasnifi bendenize nasip oldu. Tespit ettiğim bazı yazmaların yayına hazırlanması noktasında kendisinden müsaade istediğimde bunu reddetmedi. Eserlerin dijitallerini almama izin verdi. Bazılarına takriz yazma istirhamımı dahi konuların hâkimi olmadığından bahisle istemeyerek de olsa yazmayı kabul etti. Hatta İstanbul mahalleleri, sokakları, devlet daireleri vs. birçok önemli bilginin yer aldığı İstanbul Rehberi isimli önemli bir eseri dostum Ömer Faruk Demirkan’la birlikte neşretmeyi teklif ettiğimizde eserin telif gelirinden bir payın kendisine verilmesi ve bunu düşündüğü bazı hayır işlerinde kullanacağını, onun haricinde herhangi bir beklenti olmaksızın eserler üzerinde çalışma yapabileceğimizi söylemişti. Lakin ömrü vefa etmedi. İnşallah bağışladığı eserlerin hüsn-i şeha- detiyle yapmak istediği hayırlar kendisinden kabul olunmuştur.
Ensar Karagöz
Yazma Eser Uzmanı, Türkiye Yazma Eserler Kurumu