Aşk, tarif değil, hâl meselesidir. Aşkı tarif etmek mümkün değildir, çünkü aşk kendisini ancak yaşatarak anlaşılır. Aşk bir yolculuk, bir arayış, bir kayboluş ve nihayetinde bir buluştur. İşte bu sebepten dolayı Üstadlarımızın Mübarek Sözlerine Kulak verelim ki devayı yanlış yerlerde aramayalım.
"Aşk, bir gönül ateşidir; yanmadan anlayamazsın."
— Hz. Mevlânâ Rahmetullahi Aleyh
"Aşk, seveni sevgilide yok eden sırdır."
— Şeyh Muhyiddin İbn Arabi Rahmetullahi Aleyh
Bu kısa ve öz tarif, aşkın sadece sözle değil, ancak yaşanarak anlaşılabileceğini anlatır. Aşk, insana sunulmuş en büyük hakikattir. Kimi zaman "kanatların yanar" diye çekinerek bakarız bu yola. Ancak aynı kanat, bizi varlıktan yokluğa; dünyevi sevgilerden ilahi aşka uçurmazsa neye yarar?
Aşkla yanmayanın nefsi diri kalır; aşk ateşiyle pişmeyenin ruhu bunalır.
Aşk, tüm varlığımızı sarıp sarmalayan, bizi kendimizden geçiren bir ateştir. Bu ateşte yanmak, aslında bizi Allah'tan alı koyan ego, hırs ve nefsin yakılmasıdır. Gerçek aşk, kendini dahi yok sayarak "O"nda var olmaktır. Yanmak, bir dönüşüm; ateşin içindeki saflaşmadır. Nasıl ki altın, ateşin harında saflaşır, insan da aşk yolunda yanarak özüne kavuşur.
Mevlana der ki: "Aşıkların gönülleri yanmazsa, yanarak olgunlaşmazsa, o gönül sadece bir taş gibidir." Çünkü ateşin varlığı, insandaki hamlıktan arınma, saflığa erme sürecidir. Bu yüzden, yanmak bizlere hem bir yük hem de bir kurtuluş vesilesidir.
Aşk, nazardan kalbe düşen ilk kıvılcım; sabır ise o ateşi tutuşturan en büyük rüzgardır.
Sadi Şirazi, aşkın derinliğini ve fedakarlığını anlatırken şöyle der: "Aşk kervanına katılan yolcunun yüzünde tebessüm olur, yüreğinde bin yara." Aşk yoluna çıkan, güllerle değil dikenlerle dolu yollardan geçer. Ancak gönlünde hakiki aşkla yanan kişi, bu yaralardan şikayet etmez. Çünkü her yara, sevgiliye bir adım daha yaklaştırır.
Ve Melayê Cizîrî’den bir sözle devam edelim: "Aşk bir denizdir, içine giren pervane olur, çıkan bir daha geri dönmez." İşte aşk yolunda, geri dönüş yoktur. O denize dalan kişi, tüm varlığını feda eder; artık kendine dair bir şey kalmaz, sadece "O" vardır.
Aşka vardığında, kanatlar artık anlamını yitirir. “Aşka vardıktan sonra kanadı kim arar?” Kanatlarını yakan, varlığını hiçe sayarak "O"nda yok olur; artık geriye sadece saf bir teslimiyet kalır. Yunus Emre’nin dediği gibi, "Aşk bir gönül işidir; gönül varlığını yakarsa, Allah’a dost olur."
Bir kıssa anlatılır:
Bir gün, meşhur aşık ve hak aşığı olan Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, halk arasında dolaşırken bir dervişe rastlar. Derviş, baştan aşağı perişan bir halde, ama gözleri aşkla parlamaktadır. Bâyezid ona yaklaşıp sorar: “Evladım, neden bu halde, bu kadar acizsin?”
Dervişin cevabı şu olur: “Aşk yolunda yandım; dünyalık bir varlığım kalmadı. Aşk beni alıp pervane gibi döndürdü, ben de her şeyimi kaybettim. Ama artık gönlümde öyle bir nur parlıyor ki, dışarıdaki her şeyden vazgeçmeye değdi.”
Bu sözleri duyan Bâyezid Hazretleri, dervişin gönlündeki bu aşk ateşini görünce gözleri dolar ve şöyle der: “Eğer bir aşık bu aşkı bulmuşsa, zenginlik, varlık, makam neyine gerek? Sevdiğini bulan ne arar?”
Bu kıssa, bize gösterir ki, ilahi aşkı bulan, dünyevi olan her şeyi geride bırakır; aşk onu bir kuş gibi alır, en yüce makam olan Hakk’a ulaştırır. Ve o yol, ancak kanatların yanması, benliğin ateşle saflaşmasıyla tamamlanır.
Yazımıza yazdığım bir şiirle devam edelim:
Vurulurum Efendim
Rüzgarla gelen kokuna vurgunum,
Okyanuslar misali sana aşığım.
Yeryüzünün ağaçları şahittir sevdama,
Yağan yağmurla yazdım seni yüreğime.
Her soluk alışımda Mescid-i Nebi'nin rayihası,
İncecik sızıyla gönlümde mübarek adını fısıldar.
Ey şefkat güneşi, gözümdeki fer,
Yüreğimde açan o muazzam bahar.
İçimde açan güller derledim sana kavuşayım diye,
Ah, bir vuslat özlemi, gönlümde yangın, gecenin sessizliğinde.
Düşlerimde Ravza'na dokunurum huşuyla, Efendim.
Yollar dürülsün de Sana varayım diye, eririm Sultanım.