İstanbul, ne kadar anlatılırsa anlatılsın, ne kadar yaşanırsa yaşansın asla tam mânâsıyla ifade edilemeyecek kutlu ve anaç bir şehir. Bu kutlu beldeye bir mühür gibi vurulmuş Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi’nin inşasının üzerinden yaklaşık 15 asır geçmesine rağmen (Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından 532-537 yılları arasında yaptırıldı) hangi seyyah eksiksiz anlatabilmiş, iki kıtadan mülhem olan ve Boğaz’ından âb-ı hayat akan nâdide güzelliklerini hangi şair bilhakkın dizelerine dökebilmiş. Muamma!..

Bu minvalde müjdeli şehre dair yıllardır yüzlerce yazı serdettik; bazen 8 bin 500 yıllık tarihinin en dibine indik, bazense kadîm kulelerinin zirvesine çıkıp 360 derece seyre dalarak gördüklerimize sizleri de şahit kıldık. Fakat nafile, her defasında eksiz kaldık... Dememiz o ki, İstanbul’u anlatmaya ömür yetmez. Neresini anlatsanız, bir tarafı eksik kalır. O anaçlığıyla her dem kendisini tazelerken, siz eksilirsiniz, ömrünüzden ömür gider…

Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’un “Su Uygarlık ve Medeniyeti”ne dair uzunca bir araştırma yazısı kaleme alarak kadîm tarihin izini sürmeye gayret etmiş, günümüze ulaşan nâdide eserlerinden bahsetmiştik…

Bir taraftan Roma ve Bizans Uygarlıkları’nın inşa ettiği sarnıçlardan (ölü su) bahsederken, diğer taraftan ise Cihan Devleti Osmanlı’nın su yollarıyla, su terazileriyle, su bentleriyle, su kemerleriyle, su maksemleriyle, şadırvanlarıyla, çeşmeleriyle, sebîlleriyle (canlı su), insanlığa hizmet eden vakfiyeleriyle inşa ve ihya ettiği şaheserlere uzun uzun değinmiştik…

“SU UYGARLIĞI” SARNIÇLARLA ZİRVE YAPMIŞ

M.Ö. 667 yılında Sarayburnu’nun bulunduğu bölgede Kral Megaralı Byzas tarafından kurulan Byzantion; Augusta Antonina, Nova Roma, Konstantinopolis, İstanbul gibi isimlerle anılan bu kutlu şehir 8 bin 500 yıllık kadîm bir geçmişe sahipliğiyle birlikte inançların, kültürlerin, ticaretin, uygarlıkların ve medeniyetlerin kalb kalbi olmuş.

Şehrin su ihtiyacı, Roma ve Bizans dönemlerinde sayıları binlerle ifade edilen yeraltı sarnıçlarından karşılanıyormuş. Tatlı su kaynakları bakımından yetersiz olan “Byzantion”un ihtiyacının giderilmesi amacıyla 2. Yüzyılda Roma İmparatorluğu döneminde İmparator Hadrianus tarafından Belgrad Ormanları civarından şehre su taşıyan hat tasarlanmış. 4. yüzyılda, İmparator Valens döneminde, Trakya tarafındaki kaynaklardan şehir merkezine su taşıyan uzun bir isale hattı inşa edilmiş. Hat 373 yılında, İmparator I. Theodosius döneminde bugünkü Kırklareli yakınlarına kadar uzatılmış. Bu yolla kente iletilen suların depolanması için şehirde yer altında ve yer üstünde olmak üzere iki tip sarnıç inşa edilmiş. Kente taşınan su, ihtiyaç üzerine yapılan çok sayıda sarnıçta depolanmaya başlanmış. Bu süreçte sayıları binleri bulan irili ufaklı kapalı olanlardan farklı olarak 4 tane de açık hava sarnıcı inşa edilmiş.

İstanbul’daki bu 4 sarnıçtan 3’ü [İmparator II. Theodosius döneminde yaptırıldığı tahmin edilen Aetios Sarnıcı (Karagümrük Stadı), Karagümrük’te; Bizans İmparatoru I. Leon döneminde General Aspar tarafından inşa ettirilen Aspar Sarnıcı (Yavuz Sultan Selim Sarnıcı), Yavuzselim’de; I. Anastasius tarafından inşa ettirilen Hagios Mokios Sarnıcı (Altımermer Çukurbostanı), Fındıkzade’de] yani Suriçi bölgesini kapsayan Fatih’te, diğeri ise [Bizans İmparatorluğu’nun altın çağı olan 5. ve 6. yüzyılda, Magnaura Sarayı ile çevresinin su ihtiyacını karşılamak için yaptırılan Osmaniye Veliefendi’deki Fildamı Sarnıcı (İşlevini kaybetmesinin ardından orduya ait fillerin barınma mekânı olan sarnıç, Osmanlı döneminde de bu işlevini devam ettirmiş.) ] sur dışındaki Bakırköy’de bulunuyor.

FETİHLE “ÖLÜ SU”DAN “CANLI SU”YA GEÇİLMİŞ

Roma ve Bizans İmparatorlukları döneminde tatlı su kaynakları bakımından yetersiz olan kentin su ihtiyacının depolanıp giderilmesi için inşa edilen dört tarafı taş ve tuğlalardan yapılan duvarlarla çevrili açık ve kapalı devasa su hazneleri sarnıçlara kuşatmalar sırasında sular depo edilir; gerek içme suyu olarak, gerekse çeşitli alanların sulanmasıyla birlikte farklı şekilde değerlendirilmek için kullanılırmış.

Sur içindeki İstanbul, fetihten önce su ihtiyacını su birikintilerinden oluşan sarnıçlarla karşılarken, fetih sonrası İstanbul’un dışından su kemerleri marifetiyle getirilen sulara ilavelerle birlikte sarnıçtan çeşmeye yönelinerek âdeta “Su Medeniyeti”nin zirvesine çıkılmış. Yani bir anlamda “ölü su”dan “canlı su”ya geçiş yapılmış.

Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethine kadar aktif olarak kullanılan sarnıçlar, Osmanlı Devleti dönemine gelindiğinde “durgun su”yun sağlık bakımından uygun olmaması nedeniyle âtıl hâle gelmiş veya başta bahçe sulama olmak üzere başka amaçlarla kullanılmış. Dört tarafı taş ve tuğlalardan yapılan duvarlarla çevrili devasa su hazneleri, depo işlevi görmelerinin yanı sıra suyun getirdikleriyle dolan zemin nedeniyle ziraat yapılan alanlar olarak da faydalanılmış. Sadece sarnıç görevi görmeyen bu yapılar “çukurbostan” olarak adlandırılmış.

(Fetih’ten sonra şehri yeniden inşa ve ihya eden Osmanlı Devleti ise su ihtiyacını sarnıçlardan değil, çevredeki su kaynaklarından karşılamaya başlamış. Özellikle Mimar Sinan’ın baş mimarlığı döneminde İstanbul’un belli meydanlarında umumî kırk çeşme yapılmak suretiyle şehirde “Su Medeniyeti” zirve yapmış. Daha sonraki dönemlerde Kırkçeşme Su Sistemi’nden beslenen çeşmelerin sayısı 300’ü bulmuş. Sonraki yıllarda yapılan ek tesislerle bu sayı 580’e kadar ulaşmış.)

ZEYREK ÂDETA AÇIK HAVA MÜZESİ GİBİ...

Geçtiğimiz günlerde Zeyrek ve Karagümrük’te ayakta kalma mücadelesi veren kadîm su sarnıçlarındaki hareketliliği görünce bir kez daha sizlerle paylaşma gereği duyduk…

Önce Fatih’in Zeyrek Mahallesi’ne uğrayıp, Roma Uygarlığı’ndan bizlere miras kalan su sarnıcının dünden bugüne hikâyesine kısaca değinelim…

Serçeden başka kuş, Zeyrek’ten başka yokuş tanımam” deyimiyle özdeşleşen Zeyrek Mahallesi’nin en önemli eserlerinden Zeyrek Sarnıcı (Pantokrator-Fil Damı); asırlardır sırtını âdeta kartal yuvasını andıran tepeye yaslamış, yüzünü ise Atatürk Bulvarı, Şeb Sefa Hatun Camii, İMÇ, “Altın Boynuz” Haliç, Galata, Vefa ve Mimar Sinan’ın kalfalık eseri muhteşem mâbed Süleymaniye’ye dönmüş mâziden âtiye tanıklık ediyor...

Her karışı âdeta açık hava müzesini andıran Zeyrek’te uygarlık ve medeniyetler hiç durmaksızın geçit merasimi yapıyor. İstanbul öyle bir belde ki, gizemli güzellik ve sakladığı özel sırlarıyla herkesi kendine meftun kılıyor.

Tabi Zeyrek deyince;

Fil Yokuşu’ndan tırmanarak İbadethane Sokağı’nda Haliç, Galata ve Vefa’ya hâkim bir yamaç üzerinde inşa edilen Ayasofya’dan sonraki en önemli mâbed Zeyrek Camii’ne (12. yüzyılda İmparator II. İoannis Komnenos ve eşi İmparatoriçe Eirene tarafından büyük bir manastırın merkezi olarak inşa edilmiş) uğramadan; İstanbul Üniversitesi’nin (Fatih Sultan Mehmed ilk üniversiteyi Ayasofya’da papaz odalarında kurdu) temellerini Pantokrator Manastır Camii ve Medresesi’nde atan ve bölgeye ismini veren Fatih Sultan Mehmed’in hocası, âlim ve kazasker Molla Mehmed Zeyrek’i hayr ile yâd etmeden...

(Bölgenin merkezini oluşturan ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Zeyrek Camii, 12. yüzyılda İmparator II. İoannis Komnenos ve eşi İmparatoriçe Eirene tarafından büyük bir manastırın merkezi olarak inşa edilmiş. Zeyrek, Bizans’ın surlarla çevrildiği ilk dönemlerde Pantokrator Manastırı’nın kurulmasıyla gözde bir bölge olmuş. Eirene’nin ölümünden sonra imparator kocası burada bir kilise daha yaptırmaya karar vermiş ve Pantokrator Kilisesi’nin kuzeyinde Hz. Meryem’e adadığı bir kilise daha inşa ettirmiş. Böylece birbirine çok yakın iki kilise ortaya çıkınca, İmparator Komnenos aralarına üçüncü şapeli yaptırmış. II. İoannis Komnenos, binaya tamamlandıktan sonra, bir de narteks -kilise mimarisinde kullanılan bir yapı biçimi- eklettirmiş. Birbirine bu kadar yakın 3 kilise olunca, imparator bunları birleştirme kararı almış ve yapı manastır hâlini almış. Bu manastıra bağlı 700 rahip ve çok sayıda din görevlisi bulunuyormuş.

Manastırın kiliseleri dışındaki bölümlerini taşıyan sarnıçlar dışında günümüze başka bir şey ulaşmamış. Pantokrator (dünya hakimi) Hz. İsa’ya adanmış olan manastırın yan yana üç binadan oluşan kilisesi Ortaçağ Bizans mimarisini en iyi temsil eden örneklerindenmiş. Manastır, 1204’teki V. Haçlı Seferi sırasında İstanbul’un ele geçirilmesiyle Haçlılar tarafından yağmalanmış. Manastırdan götürülen el yazmaları, kilise eşyaları ve rölikler Avrupa ülkelerinin bazı müzelerinde sergilenmekteymiş.

*

Fatih’in Ayasofya’da papaz odalarında kurduğu ilk üniversiteden sonra, Pantokrator Manastır Camii ve Medresesi; İstanbul Üniversitesi’nin temeli, müderrisi ise Molla Mehmed Zeyrek olmuş. Bu süreçle birlikte önce medrese, daha sonra ise bütün bölge Molla Mehmed’in mahlası olan “Zeyrek” ismiyle anılmaya başlamış.

Pantokrator Manastırı, İstanbul’un fethinden sonra Fatih Külliyesi Medreseleri yapılana kadar medrese olarak kullanılmış. Fatih Külliyesi’nin inşasından sonra ise cami olarak hizmet vermeye başlamış. Kariye Camii’nden buraya taşınan minber, Bizans döneminin yapı elemanlarının kullanılmasıyla birlikte; hem Bizans, hem de Osmanlı kültürünü temsil eden bir örnek oluşturmuş.

Zeyrek bölgesi fetihten kısa bir süre sonra, Rum nüfusun Galata ve çevresine yerleşmesiyle bölge tamamen Müslümanlaşmış, İslâm kültürünün yoğunlaştığı bir bölge hâline gelmiş. Bizans zamanında Manastırın Kilisesi olan bugünkü Zeyrek Camii; üç yapıdan müteşekkil kompleksin, ilk bölümünün güneyindeki yapı olduğu tahmin edilmektedir. Tek şerefeli tek minaresi olan Zeyrek Camii, tuğla ile örülmüş ve toplam beş kubbe ile tavan örtü sisteminden meydana getirilmiş.

Molla Zeyrek Camii, 18. yüzyılda Sultan Üçüncü Mustafa ve 19. yüzyılda Sultan İkinci Abdülhamid tarafından restore ettirilmiş. 1950’li yıllara doğru yine harap duruma düşen yapı, 1966 yılında Vakıflar idaresi tarafından restore edilmiş. Bu restorasyon sırasında çürüyen ahşap döşeme kaldırılınca, süslemeli zemin işlemeleri meydana çıkmış. Yapı, geçmişte yaşadığı yangın ve depremler sebebiyle âdeta bir yıkıntıya dönüşmüş.

Fakat 2009-2018 yılları arasında yapılan kapsamlı restorasyon sayesinde tekrar ayağa kaldırılarak ibadete açılmış. Bunca bakım ve çalışmaya rağmen hâlâ sırrı çözülemeyen mâbed ziyaretçilerin hayran bakışları arasında ibadethâne ve gizemli dehlizleriyle ilgi odağı olmaya devam ediyor.)

*

Zeyrek’te yaşayarak burada yaptırdığı sıbyan mektebiyle eğitim ve öğretime büyük katkı sağlayan; Sultan İkinci Bayezid’e, Yavuz Sultan Selim’e ve Kanûnî Sultan Süleyman’a 23 yıl aralıksız (1503 /1526) şeyhülislâmlık yapma şerefine nail olan bilge, sofu, zühd ve takva sahibi veli Zembilli Ali Efendi’nin (1445-1526) türbesine uğrayıp dua etmeden...

(Zembilli Ali Efendi’nin “Zembilli” mahlasıyla anılmasının sebebi; evinin penceresinden her gün sarkıttığı zembilden ileri geliyormuş. Zembilli Ali Efendi, evin penceresinden her gün bir zembil sarkıtır; problemi olanlar, dertlerini yazarak bu zembile bırakırlarmış. Akşam olunca bu zembili çeker, sualleri cevaplayarak tekrar sarkıtırmış. Her gün önüne gelen yüzlerce kağıt ve birbirine benzeyen sıradan suallerden sıkılmaz; bu yaptığının kurtuluşa sermaye olacağını umarmış. Bu nedenle zamanla “Zenbilli” Ali Efendi nâmıyla anılır olmuş.)

*

Babası ve amcası Zembilli Ali Efendi’nin ilim ve faziletlerinden istifade eden; Sultan İkinci Bayezid Han’a, Yavuz Sultan Selim’e ve Kanûnî Sultan Süleyman’a veziriâzamlık yapan; 1517 yılında Zeyrek Sarnıcı’nın üzerine kendi ismiyle müsemma mâbedi vücuda getiren Piri Mehmed Paşa’yı (1458-1536) anmadan...

(Zeyrek Sarnıcı’nın üzerine “7 Tepeli İstanbul”un 3 ve 4’üncü tepesinin tam ortasına 1517 yılında Veziriâzam Piri Mehmed Paşa tarafından yaptırılan, yaklaşık bir asırdır kayıp olan ve 29 Kasım 2013’te Kalsın Ailesi tarafından yeniden inşa ve ihya edilerek hizmete açılan Piri Mehmed Paşa Camii her vakit mîraca yükselenleri ağırlıyor.

Bazı kaynaklarda adı Piri Mehmed Paşa Medresesi Mescidi, Soğuk Kuyu Mescidi ve Kanlı Medrese Mescidi olarak da geçen caminin hazîresinde ise Mehmed Emîn Tokâdî Hazretleri’nin öğrencilerinden Müstekîmzâde Süleyman Sâdeddîn Efendi medfun. Piri Mehmed Paşa ise 1533 yılında Edirne’de vefat etmesi üzerine Silivri’de yaptırdığı caminin yanına defnedilmiş.)

*

Benim vefatımdan sonra kabrime gelip bir Fatiha okuyanın vücudu Cehennem ateşinde yanmasın” duasıyla meşhur Dersaadet’in manevî muhafızlarından Mehmed Emin Tokadî’nin (1664-1745) Piri Mehmed Paşa Camii önündeki kabrine uğrayıp “âmin” demeden... ZEYREK MAHALLESİ’NDEN BAHSETMEK BÜYÜK BİR EKSİKLİK VE VEFASIZLIK OLUR.

Üzerinde yaşadığımız şehre ilmiyle, bilmiyle, sanatıyla, eserleriyle, adaletiyle damga vuran herkesi rahmet ve minnetle anıyoruz.

ZEYREK SARNICI TÜRÜNÜN TEK ÖRNEĞİ

Gelelim asıl meselemize...

Zeyrek Yokuşu’nun zirvesindeki İstanbul’un Ayasofya ile birlikte İstanbul’un ilk üniversitesi Molla Zeyrek Camii ve Külliyesi, “Edeple gelen, lütufla gider” sözünün gönüllere nakşedildiği Dersaadet’in manevî muhafızlarından Mehmed Emin Tokadî kabri, Piri Mehmed Paşa Camii ve bu yapının altındaki türünün tek örneği devâsa Zeyrek Su Sarnıcı müjdeli şehir İstanbul’a “Su Uygarlığı”nın önemli bir numunesi olarak (her ne kadar günümüzde asli vazifesini icra edemese de) hâlâ mihmandarlık yapmaya devam ediyor.

Roma ve Bizans dönemlerinde İstanbul’a hayat veren ve günümüze kadar ulaşabilen Yerebatan, Binbirdirek, Şerefiye, Gülhane Parkı, Aetios (Karagümrük Stadı), Aspar (Yavuz Sultan Selim), Hagios Mokios (Altımermer Çukurbostanı), Fildamı Sarnıcı (Osmaniye Veliefendi) gibi sarnıçlardan farklı olan Zeyrek Sarnıcı (Pantokrator-Fil Damı) yer seviyesinin altında değil, üstünde oluşuyla dikkat çekiyor.

Yukarıda isimlerinden bahsettiğimiz sarnıçlar yer seviyesinin altında inşa edilmişken, “serçeden başka kuş, Zeyrek’ten başka yokuş tanımam” deyimiyle özdeşleşen bölgedeki İstanbul’un en büyük üçüncü sarnıcı Zeyrek Sarnıcı (Pantokrator-Fil Damı) âdeta bir teras konumunda bulunuyor.

Bozdoğan Kemeri’nin altından geçip Atatürk Bulvarı’ndan Haliç istikametine doğru ilerlerken sol tarafta insanlara baş çevirten Bizans döneminin önemli yapılarından biri olan Zeyrek Sarnıcı; yer seviyesinden yüksekliği nedeniyle benzeri olmayan, üç cephesi toprak üstünde ve iç kısmında su toplama galerileri bulunan tek sarnıç olma özelliğini taşıyor.

ZEYREK SARNICI ZİYARETE AÇILDI

Pantokrator Kilisesi’ne bağlı olarak Bizans İmparatoru II. İoannis Komnenos tarafından miladî 1118-1143 tarihleri arasında yaptırılan Pantokrator (her şeyin hakimi Hz. İsa) Manastırı ile birlikte inşa edilen Zeyrek Sarnıcı, Pantokrator Sarnıçları olarak bilinen yapılar arasında en büyüğü olup, heybetli cephesi ve toprak üstünde konumlanması ile diğer sarnıçlardan ayrılıyor.

Sarnıç, şimdiki durumuyla iç genişliği 50 metre uzunluğunda, 18 metre eninde olup, yaklaşık 900 metrekarelik devasa kullanım alanıyla dikkat çekiyor.

Üç cephesi toprak üstünde olan Zeyrek Sarnıcı, güney tarafı yıkıldığı için sınırları tam olarak bilinmemekle birlikte, batı tarafı toprak kaymasını önlemek maksadıyla 1 metre 15 santim derinliğinde nişlerle desteklenmiş. Doğu tarafı ise suyun baskısına dayanıklı olması için yaklaşık 5 metre 20 santim kalınlığında duvarla örülmüş olup, 10 adet nişle (duvar içinde bırakılan oyuk, göz, hücre) desteklenmiş.

18’inci yüzyılın sonlarına kadar suyla dolu olan sarnıç, daha sonraki dönemlerde bilinmeyen nedenlerle kurumaya başlamış. (Unkapanı tarafından görülen nişin içinde açılan bugünkü giriş, sarnıç kurutulduktan sonra oluşturulmuş.) Zaman içinde tonozları toprak kayması ile dolmuş, bunun yanında dışarıda kalan yüzeyine pencereler açılarak bir dönem limon deposu olarak kullanılmış.

Zeyrek Sarnıcı’nı özel kılan bir ayrıntı da doğu, batı ve kuzey duvarlarının üstlerinde uzanan tonozlu dehlizlermiş. Batı dehlizinin dar olmasına karşılık, doğu tarafındaki dehliz geniş olmakla birlikte, bu dehlize 19. Yüzyılda pencereler açılarak konut olarak kullanılmış.

*

Kaderine terkedilmiş kadîm yapı, tarihler 2006’yı gösterirken rölöve, restitüsyon, restorasyon ve tesisat projeleri hazırlatılıp, başta Anıtlar Yüksek Kurulu olmak üzere ilgili ve yetkili paydaş kurumlara gerekli müracaatlar yapılarak, hazırlanan proje kapsamında restorasyona başlanmış. Sarnıç, Piri Mehmet Paşa Vakfı uhdesinde gerçekleştirilen çok kapsamlı çalışmalar sayesinde; tinercilerin mekânı olmaktan çıkartılarak, galerilerdeki topraklar yığınlarından temizlenerek, çöp yığınlarından arındırılarak, akan sular kesilerek 2025’te yeni çehresiyle ziyarete açılmış.

21. ASIRDAN 12. ASRA MASALSI YOLCULUK...

Geçtiğimiz yıllarda içisine girip görmek istedimizde müsaade alamadığımız, bölgesindekilerin en büyüğü (Yerebatan ve Binbirdirek Sarnıcı’ndan sonra İstanbul’un üçüncü büyük su sarnıcı) olan Zeyrek Sarnıcı’nın kapıları artık sadece bize değil, herkesin ziyaretine açık.

Zeyrek Sarnıcı’nın kapısından içeriye adım attığımızda uzun bir süredir suların, ayakların, gözlerin, sözlerin değmediği sarnıçın içi yeni yüzüyle ziyaretçileri kendine hayran bırakıyor.

Büyük bir heyecanla sarnıcın içine adım atanlar Atatürk Bulvarı’nda akan yoğun trafiğin gürültüsünden, tıpkı inzivaya çekilmiş hissiyle münzeviliğin huzuruna varıyor. Sarnıcın dört bir tarafını çevreleyen devasa sütun ve dehlizlerin içinden geçenler, sanki zaman tünelinde masalsı bir yolculuk yapıyor. 21. asırdan 12. asra gitmenin oluşturduğu etki, her ziyaretçide farklı bir ruh hâli oluşturuyor.

Bir zamanlar sularla dolu mekânda hayretler içinde ilerleyenler, kendilerini günümüzün teknolojisi ile donatılan ışık hüzmelerinin arasında büyülü ahenge bırakıveriyor.

Koskoca sarnıçta bir damla suya hasret yürürken, sağ taraftaki küçük dehliz dikkatleri çekiyor. Başlar karanlık dehlize uzatıldığında ayaklara asırlar ötesinden gelen berrak âb-ı hayat su akıntısı değiyor. Su kuyusundan çıkan menba’yı keşfedenler çölde serap görmüşçesine seviniyor.

Yeni yapılmış ahşap merdivenlerden sarnıcın ikinci katına çıkıp sarnıcı çevreleyen (bir bölümü kapalı) tuğladan mülhem dehlizleri arşınlayanlar yitiğini ararcasına her noktaya dikkat kesiliyor. Bir taraftan içeriye açılan pencerelerden sarnıcın ihtişamlı tavan ve sütunlarına göz gezdiren ziyaretçiler, diğer taraftan ise Haliç’i, Vefa’yı, Süleymaniye’yi dahası İstanbul’u seyretmenin keyfine varıyor. Ömre bedel İstanbul’u...

Bitmedi, inşallah devam edeceğiz...