İnsan Hakları savunucusu olmak; "Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana tavır koyabilmeyi gerektiriyor". Zaman, mekan ve ideoloji ayırımı yapmaksızın hakkı haykırabilmeyi icap ettiriyor.
Faik Güleçyüz'ü geçen sene bu zamanlar tanıdım. 1943 Ayvalık-Altınova doğumlu bir Boşnak. 1963 Hava Harp Okulu mezunu. Bugün İki çocuk ve üç torunu sahibi bir ihtiyar delikanlı. Kendi ifadesiyle, 1970 yılı sonlarında Kütahya’da, dört subay arkadaşıyla İkinci Kurtuluş Savaşı Ordusu isimli İllegal örgütü kurmuşlar. 1971 yılında Türkiye Halk Kurtuluş Partisine katılmışlar. 1972 yılındaki THKP’YE yönelik operasyonda, Kontrgerillanın Erenköy Zihni Paşa Köşkündeki işkencehanesinde yirmiiki gün kalmış. İki buçuk yıl Selimiye Hapishanesinde yatmış. 1974 affıyla hapisten çıkmış.
Faik Güleçyüz, "Hikâyemi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın tespitine göre; işkencehanelerde hayatını kaybetmiş, ruhu ve bedeni sakatlanmış, bir milyonun üzerindeki insanımıza ithaf ediyorum. Unutulmasınlar diye yazdım." dediği "BİR KÖŞK VARMIŞ" başlıklı makalesinde yaşadıklarını şu şekilde dile getirmiş.
"Erenköy’ün oralarda bir yerde, bir köşk varmış bir zamanlar; adı, Zihni paşa köşkü.
“Ne yazık ki bu köşk, lâmbası yanan yeşil köşke benzemiyor.” Burası alevlerin yeri göğü sardığı bir cehennemin köşkü.
Alevlerin içinden kadın ve erkek feryatları geliyor; öldür beni Allah’ım diye. Bu nasıl oluyor böyle; kutsal kitaba göre cehennemde diriler olmaz. Hayat denilen kitapta oluyor.
Köşkün sahibi, yetmişli yılların İstanbul padişahı; Faik diye biriymiş. Zalim ve merhametsiz. Bir de çirkin mi çirkin. Hortlak gibi. Rüyanıza girse; ödünüz patlar, fücceten öbür tarafı boylarsınız.
Misafirlerini Zihni paşa köşkünde ağırlarmış. Yalnız bu padişahın bir özelliği varmış; yemekten önce konuklarının tabanlarına, birkaç sopa vurdururmuş.
Ben de, zebanileri; insana, hâşâ hayvana, iblise hiçbir şeye benzemeyen mahlûkların yaşadığı, bu cehennemden geliyorum.
Garip bir tesadüf; benim de adım Faik.
13 Şubat 1972 gecesi gözlerim bir bezle kapatılmış, ellerim urganla arkadan bağlı bir şekilde oraya götürüldüm.
İki kişi koluma girdi, bir merdivenden çıktık. Gözlerimdeki siyah bezi çıkardılar. Bir odadaydım. Camlar beyaz boyalı. Dışarısı görünmüyor. Köşede tek kişilik bir somya. Duvarda da küçük boy bir ayna. Pijama getirdiler. Her tarafı kurumuş kan içinde.Giy bunu dediler, giydim. Bu defa ellerim paslı bir zincirle önden bağlandı ve asma bir kilit takıldı.
Bir müddet sonra birileri geldi. Gözlerim yine bağlandı. Bir kat aşağıya indirildim. Soyun dediler. Çırılçıplak kaldım.
Biri konuşmaya başladı; “Burada anayasa yok, yasa yok. İstersek seni öldürür, cesedini denize atarız, kimsenin haberi olmaz. Şu anda senin nerede olduğunu kimse bilmiyor. Biz bir şey sormayacağız, ne biliyorsan anlatacaksın. Sen gerillâsın, biz de Kontrgerillayız.”
Ben bir şey bilmiyorum dedim.
Falakaya başladılar. Zaman kavramını yitirdim. Ne kadar sürdü bilmiyorum. İstedikleri olmuyordu.
Bu defa, elektrik kablosunun bir ucunu elimin baş parmağına, diğer ucunu da cinsel organıma bağladılar. Ve cereyan vermeye başladılar. Feryatlarım yeri göğü inletiyordu; öldür beni Allah’ım diye. Ne çare ölemiyordum da.
Bu defa elektrik kablosunu parmağımdan çıkarıp, kulağıma bağladılar.
Korkunçtu.
Ben yine bir şey bilmiyordum. Bu böyle sürdü.
Bir ara durdular. Beni bir sandalyeye oturttular. Alt tarafıma bir battaniye örttüler. Ve gözlerim açıldı. Karşımda karacı bir tümgeneral oturuyor. ”Evlâdım, sen iyi bir çocuğa benziyorsun; bildiklerini anlat sen de kurtul, biz de rahatlayalım.” Hâlâ bir şey bilmiyordum. General öfkelendi “Gebertin bu pezevengi” dedi ve gitti.
O gece bunlar olurken; ben, orduda kıdemli üsteğmen rütbesinde bir Bölük Komutanıydım. Evliydim. İki çocuğum vardı.
Üst kata çıkarıldım. Birkaç gün sonra ayak bileklerimden de zincirlendim.
Bir er elinde traş makinesiyle geldi. Saçımı, rastgele üç beş yerden kesti, gitti. Duvardaki aynanın neden oraya konduğunu şimdi anlamıştım.
Kalktım, kendime baktım. Kırk üç yılı aşkın süredir; o hâlim gözümün önünden hiç gitmez. Ve ben hâlâ geceleri ölümcül kâbuslar görüyorum. Yaşım yetmişüç; bu dertten ölünceye dek kurtulamayacağımı da biliyorum.
Ayaklarımdan da zincirlendiğimi söylemiştim.
Tuvalet alaturka. Büyük dışarı çıkma ihtiyacınız var. Ayak bileklerinizdeki zinciri çözmüyorlar. Çaresiz oturuyorsun.
Kapı da açık. Nöbetçi er size bakıyor. Manzarayı gözünüzün önüne getirin. Hâliniz bu. Bir insana, böyle bir şey yapmak, şeytanın bile aklına gelebilir mi? Ama, bu mahlûkların geliyor.
Bu yerde yirmiiki gün kaldım. Zihni Paşa Köşkü yıkılmasaydı; günleri saymak için duvara tırnağımla attığım, yirmiiki çiziği görebilecektik. Ama, suçlu delilleri yok etmek zorunda.
Hikâyemi okuyanlar; her 12 Martta Erenköy’deki Kuşluk parkına gitsinler. Orada aynen anlattığım gibi, İki erkek ortada bir kadın; gözleri bağlı, elleri arkadan bağlı üç insan görecekler.
Gece giderlerse; ezan sesine karışan, öldür Allah’ım feryatlarını duyacaklar. Gündüzleri ise, teneffüse çıkmış, cennetteki kuş sesleri misali çocuk cıvıltılarını...
Faik Güleçyüz, İstanbul-Maltepe"
Evet biz Faik Güleçyüz ile bugün, yani 12 Mart Cumartesi günü saat: 11.00'da yıkılan Zihni Paşa köşkünün yerinde yaptırılan İşkence heykellerinin önündeydik.
Faik beyin eşi, kızı ve işkence gören bazı arkadaşları ile yakınları da gelmişlerdi.
İşkenceyi ve işkencecileri kınadık. Çünkü; "İşkence İnsanlık Suçudur".
Bu vesileyle 12 Mart Muhtırasını da hatırlamış olalım.
Tam 45 yıl önce bugün, 12 Mart 1971 tarihinde TSK'leri Süleyman Demirel başkanlığındaki Adalet Partisi Hükümetini istifaya zorlayarak, Ülke idaresine müdahale etmek için muhtıra vermiştir.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu tarafından hazırlanan muhtıra Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunuldu. TRT radyolarından yayınlanan muhtıra kamuoyunda büyük yankılar uyandırdı. Muhtıranın metni şöyleydi:
"1. Parlamento ve hükümet; süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluk içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak umudunu kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları, tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetlerinin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliği giderecek; çarelerin partiler üstü bir anlayışla meclisimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek; anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kânunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.
3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilmediği takdirde Türk Silahlı Kuvvetleri, kânunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak görevini yerine getirerek idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır."
Bu muhtıradan sonra Demirel Hükümeti istifa etti. Muhtırada belirtilen Partiler üstü Hükümeti, CHP’den ayrılarak bağımsız olan Prof. Nihat Erim kurdu. 24 bakanlığın bulunduğu bu hükümette; AP’den 5, CHP’den 3, CGP’den 1, tabii senatörlerden 1 kişi bulunuyordu. Diğer 14 bakanlığa ise parlamento dışından teknokratlar getirilmişti.
11 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetimin ilanıyla birlikte silâhlı hâdiselere karşı sıkı tedbirler alındı. Anayasada bazı değişiklikler yapıldı. Anayasa Mahkemesi siyasi yelpazenin sol ucundaki Türkiye İşçi Partisi ile sağ ucundaki Millî Nizam Partisini kapattı. THKO liderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Hüseyin Arslan 6 Mayıs 1972’de idam edildi.
Tabii ki; yukarıda anlattığımız Zihni paşa işkenceleri de bu dönemde yapılmış oldu. Silahlı Kuvvetler içerisinde sol tasfiye yapıldı.
Sekiz sene sonra bu sefer Genelkurmay Başkanı Kenan Evren başkanlığında 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleştirildi. Yine iğrenç işkenceler ve idam edilen gençler ve yine sol tasfiye.
Daha sonra, doksanlı yıllarda 28 Şubat'ın soğuk rüzgarları ve bu sefer post modern darbe ile irtica adı altında, TSK içerisinde dindar askerlerin tasfiyesi. Yine işkenceler yine zulümler.
Bu münasebetiyle, bir kez daha; darbeleri, darbecileri ve destekçilerini kınadığımı ve darbelerin kesinlikle Milli Menfaatlerimize uygun olmadığını paylaşmayı bir görev kabul ettiğimi ilan etmiş olayım.
Darbesiz, vesayetsiz yıllar ile insanların inanç ve düşüncelerini kınanmadan, özgürce yaşayabilecekleri ve ifade edebilecekleri, birbirlerine tahammül edebilecekleri, huzurlu günlere kavuşmak dileğiyle,
Allaha emanet olunuz.