1. Her şeyi bilerek ve sorarak yapmak, imkân nispetinde takvaya riayet etmek.
2. Mümkünse haftada bir, olmazsa ayda bir de olsa bir âlimin sohbetinde bulunmak.
3. Âhiret azığı olacak, hedefi ve yolu isabetli, doğru ve faydalı, ruhlarının anlaştığı bir oluşum içinde olmak ve bir görev almak.
4. Birbirimizi severek, münakaşayı değil, müzakere ve istişareyi tercih ederek güvenilen, tecrübe edilmiş kimselerle müzakere ve istişarede bulunmak.
5. Sorumluluklarımızı tespit ederek birbirimizle nasihatleşmek.
6. Her şeyi ihlâsla ve sünnete uyarak yapmak.
7. Gündüz kendimizi, denetlendiğimizi bilerek denetlemek; akşam da hesaba çekileceğimizi düşünerek nefsimizi ve neslimizi hesaba çekmek; halimizle, iyiliğimizle ve uygun nasihatimizle.
8. Her hafta bir yanlışımızı terk etmek ve bir güzelliğin elde edilmesine gayret etmek.
9. Günlük ibadetlere özen göstermek; belli başlı zikirlere dikkat etmek, duada ve istiğfarda bulunmak.
Adam deyince kâmil adam kasdolunur. Kâmil adam, Kur'ân-ı Kerîm’de ricâlin karşılığıdır. Kur'ân-ı Kerîm, ricâli şöyle tarif eder:
“(Öyle) ricâl/adamlar (vardır ki) onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin (dehşetten) döneceği günden korkarlar. Çünkü Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile ecir verecek, lütfundan fazlasını da bahşedecektir ve Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.”
(Nûr sûresi 24/37-38.)
Demek ki gerçek adam yani gerçek müslüman, içi Hak ile dışı halk ile olan adamdır. Dünyası âhiretine, maddesi manasına, cismi ruhuna, halk ile uğraşması, Hak ile uğraşmasına engel olmayan, tercihini doğru yapan adamdır.
Emrolunduğu gibi istikameti takip eden; işi içine engel olmayan, daima kendisinden hayır umulan ve şerrinden emin olunan adamdır.
Böyle adam olmak gerçekten zordur ve kıymetlidir. Bundan daha zor olanı adam kalmaktır. Adam kalmak, hakta sebat etmek, nefse muhalefet etmek, daima iyi amel etmek için birlikte çalışmak, birbirlerini Allah için uyarmak, nasihat etmek, her an ölüm gelebilir diye ölüme hazırlıklı olmakladır. Bütün bunlar için de daima Allah’tan yardım istemelidir.
1. Her şeyi bilerek ve sorarak yapmak, imkân nisbetinde takvaya riayet etmek
İslâm’da ilk farz iman, farzdan önce farz da ilimdir. İlim olmazsa, ne iman olur ne de amel olur. Kur'ân-ı Kerîm’in ilk inen “oku!” âyeti, ilimle ilgili; en son inen âyet de takva ile ilgilidir. İlmin imandan önce olduğunun delili de şu âyet-i kerîmedir diyebiliriz:
“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur.”
(Muhammed sûresi 47/19.)
Dikkat edilirse âyette önce bil ifadesi geçmekte sonra iman ifadesi geçmektedir. Demek ki ilim imandan öncedir. Çünkü Allah’ı bilmeyenin imanı da ameli de olmaz.
İlim, her müslüman erkek ve kadına farzdır: Zira Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“(İnanılması ve reddedilmesi, uygulanması ve terk edilmesi farz olanın) ilmi(ni) talep etmek (bilmek, öğrenmek ve araştırmak) her müslümâna farzdır.”
(İbn Mâce, Mukaddime, 17.)
Bu hadîs-i şerîfe göre ilim, âlim olan olmayan herkese konumuna göre farzdır.
Âlim olan ve âlim olmayan herkesle ilgili Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Ya âlim ol, ya talebe ol, ya da dinleyen ol, ya seven ol, beşinci olma helak olursun.”
(Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ ve Müzîlü’l-Elbâs, I, 149, 150.)
Her müslümanın ilim üstadı edinmesi farzdır. Terbiye üstadı edinmesi farz değildir. Eğer kendi kendisini terbiye edemezse, asrın insaf sahibi âlimlerin hüsn-i zan ettiği kimseye müracaat etmek farz olur.
Maddî ve manevî sahada ilerlemek ilimde ilerlemekle olur. İlimde geride olan her şeyde geride olur.
İlme ulaşmak, önce âlime ulaşmak, sonra kitaplardan istifade edecek seviyeye gelince âlimlerin denetiminde kitaplardan istifade etmekle mümkün olur.
Her konuyu, o konunun ehline, uzmanına, tecrübe sahibi ve özellikle basîret ehline sormak gerekir.
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de insanları ikiye ayırmıştır:
a) Avam, müctehid olmayan,
b) Havas da müctehid olan kimsedir.
Avam için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bilmiyor iseniz zikir (Kur’ân ve Hadisten hüküm çıkaran ictihad) ehline sorun!”
(Enbiyâ sûresi, 21/7.)
En büyük veli de olsa ictihad ehli değilse, müçtehide yani Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkaran kimseye sorması gerekir. Bu konuda yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar; hâlbuki o haberi Peygambere ve içlerinden emir sahibi olanlara götürselerdi, onlardan istinbâta (Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarmaya) kadir olanlar onu anlar bilirdi. Allah'ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, pek azınız dışında, şeytana uyardınız.”
(Nisâ sûresi 4/83.)
Havassa da Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah (Kur’ân)’a ve Rasûl (Sünnet)’e götürün, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız. Bu, hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir.”
(Nisâ sûresi, 4/59.)
Özetle eğer müctehid değil avamdan ise, müctehide soracak, müctehid ise âyetler ve hadislere soracaktır. Hiçbir kimse hüküm koymayacaktır. Hükmü ancak Allah Teâlâ ve Allah Teâlâ’nın öğrettiği Hz. Peygamber aleyhisselam koyar. Müçtehid ise içtihad usûlü ile âyet ve hadisden hüküm çıkaracaktır.
Kur'ân-ı Kerîm, insanı hemen takvaya sevk etmiyor. Önce tövbeye, sonra salih amele daha sonra da ruhsatla değil en güzel olan azimeti yani takvayı emrediyor. İşte bununla ilgili âyetler peşi peşine gelmiş ve şöyle buyurmuştur:
“De ki: ‘Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahlara mağfiret eder. Şüphesiz ki O, çok mağfiret edendir, çok merhamet edicidir.’ Size azap gelmeden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım olunmaz. Farkında olmadan ansızın azap size gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.”
(Zümer sûresi 39/53-55.)
2. Mümkünse haftada bir, olmazsa ayda bir de olsa bir âlimin sohbetinde bulunmak
Gerçek âlimler fakîhlerdir. Fakîhler Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vârisleridirler. Çünkü gerçek manada âlim onlardır ki Allah Teâlâ onlara hayır murad etmiş de onları dinde fakîh kılmıştır. Zira gerçek vârisler, Hz. Peygamber’in hem risâletine hem velâyetine vâris olanlardır ki ilmi ile risâletine, takvasıyla da velâyetine vâris olmuşlardır.
Hasen-i Basrî, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bu iki yönüne vâris olması itibariyle fakîhi şöyle tarif etmiştir:
“Gerçek fakîh, dünya konusunda zâhid olan, âhirete rağbet eden, dinin inceliklerini bilen, Rabbine kullukta devam eden, Müslümanların şereflerine dil uzatmaktan geri duran, vera (takva) sahibi, insanların mallarına karşı iffetli olan/tenezzül etmeyen ve topluluklara nasihat eden kimsedir.”
(İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr ale'd-Dürri’l-Muhtâr, I, 38.)
Bu tarif bize şunları söylüyor: Dini, bu özelliklere sahip insanlardan öğrenin ve alın. Çünkü dünyaya esir olan ve her hareketinde âhirete önem verdiği görülmeyen âlim, Peygamber vârisi olamaz.
İşte bu manada Hz. Peygamber, “Arkadaşlık edeceğimiz kimselerin en hayırlısı kimdir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir:
“Sizin (arkadaşlık edip istifade edeceğiniz kişinin) en hayırlısı; kendisini görmek size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran ve ameli sizi âhirete teşvik eden kimsedir.”
(Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III, 467.)
Kiminle arkadaşlık edeceğiz sorusuna verdiği cevaptaki “kendisini görmek size Allah’ı hatırlatan” kimseler, Selef-i Sâlihînin arasında çok ve yaygındı. Tâbiînin büyüklerinden Hasen-i Basrî (rh.a.), görüldüğü zaman Allah hatırlanırmış. Hasen-i Basrî’yi, arkadaşlarından olan Eş’as b. Abdullah şöyle anlatıyor: “Hasen-i Basrî’nin huzuruna girip çıktığımızda dünyayı bir şey saymaz olarak çıkardık.”
(Ebû Nuaym, el-Hılye, II, 158, es-Seâde 1351.)
Yunus b. Ubeyd ise Hasen-i Basrî’yi şöyle anlatmıştır:
“Hasen-i Basrî’nin, amelini görmese ve sözünü işitmese bile bir adam gördüğü (yanında bulunduğu) zaman istifade ederdi.”
(İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, IX, 267, es-Seâde, 1351.)
“Konuşması/sohbeti ile ilminizi artıran” yönü ile ilgili şu misali vermemiz uygun olur:
Sahabenin ileri gelenlerinden Ebû Mûsâ el-Eş’ar’î (r.a.) şöyle demiştir: “Abdullah b. Mes’ûd’un yanında bir kere otururdum, benim üzerimde (yalnız başıma yaptığım) bir yıllık amelden (ibadet ve tâatten) daha etkili olurdu.”
(Kâdî Iyâz, Tertîbü’l-Medârik, II, 51-52, er-Riyâtü’l-Mağrib, 1384.)
3. Âhiret azığı olacak hedefi ve yolu isabetli, doğru ve faydalı, ruhlarının anlaştığı bir oluşum içinde olmak ve bir görev almak
Mü’min ölünce, sevabı devam etmelidir. Sevabın devam edebilmesi için en azından şu üç şeyi kazanması gerekir:
Sadaka-i câriye/devam eden sadaka, istifade edilen ilim ve dua eden sâlih evlâd. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün amellerinin sevabı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından dua eden hayırlı evlâd.”
(Müslim, Vasiyyet, 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36; Nesâî, Vesâyâ, 8.)
Mü’minin misyonu, İslâm’ın misyonudur. İslam’ın misyonu, Hakka tazim ve itaat; halka hizmet ve merhamettir.
Hakk’a ta’zîm, iman; itaat, imana uygun amel etmektir.
Halka hizmet, yeryüzüne adaleti hâkim kılmak, merhamet de hidayette olanların hidayette devam ve kemallerine çalışmak, hidayette olmayanların da hidayetlerine sebep olmaya çalışmaktır.
Mü’minler işte bu ulvî dava için bir araya gelmeliler.
Sadaka-i câriye, hayır kurumlarını, Allah rızası için yapılan müesseseleri özellikle vakıf hizmetlerini ifade eder.
İstifade edilen ilim, dünya ve âhirette faydalı ve lazım olan ilmî eserleri, âlimler, insanların problemlerini halleden kitaplar, dergiler, makaleler, faydalı konferanslar vs. gibidir.
İnsan ölümünden öncekinden ve ölümünden sonrakinden hesaba çekilecektir. Ölmeden hayır çığır açmışsa kıyamete kadar o çığırı izleyenlerin sevaplarına ortak olacaklardır. İşte âyet-i kerîme:
“O gün insana, önden yolladığı şeyler (amel ve sebep oldukları şeyler) ile, geri bıraktıkları (yaptığı yapmadığı ne varsa, hepsi) haber verilecektir.”
(Kıyâmet sûresi 75/13.)
4. Birbirimizi severek, münakaşayı değil, müzakere ve istişareyi tercih ederek güvenilen, tecrübe edilmiş kimselerle müzakere ve istişarede bulunmak
Birlikteliğin devamı; birbirimizi sevmekle, münakaşa değil belki konuları müzakere etmekle, aramızda üst seviyede ilim, tecrübe ve basîret sahibi yoksa bu özellikteki insanlarla istişare etmekledir.
“Siz birbirinizi Allah (c.c.) için severseniz, gayretullah zuhur eder Allah (c.c.) da hepinizi sever.”
İsmail Hakkı Toprak (k.s.)
Birbirimizi Allah için seversek Allah bizi sever, sevince âleme de sevdirir.
Sâlih amelin başı, namazdan sonra birbirimizi sevmek, sevmenin alameti, merhamet, merhametin isbatı kardeşlerin derdi ile dertlenmektir.
Salih amel işleyenleri âleme sevdirdiğini şu âyet-i kerîme ile müjdelemiştir:
“Muhakkak iman edip sâlih amel işleyenler için çok merhametli olan Allah (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.”
(Meryem sûresi 19/96.)
Birbirimizi sevmenin devamı, sevdiren sebeplere dikkat etmek, birbirimizi soğutan şeylerden de sakınmakladır.
Soğutan şeylerin başında münakaşa, birbirimiz hakkında birilerinin sözlerini dinlemektir. İşte bu konuda en güzel uyarıyı Hz. Peygamber (s.a.s.) yapmıştır:
“Bir kardeşi sevdiğin zaman, onunla münakaşa etme; ona fena harekette bulunma ve onun hakkında (başkasına, nasıl adamdır diye) sorma; olur ki onun bir düşmanı ile karşılaşırsın da onda olmayan bir şeyi sana bildirir, böylece seninle onun arasını açmış olur.”
(Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, I, 248.)
5. Sorumluluklarımızı tesbit ederek birbirimizle nasihatleşmek
Mü’min olarak bizim Allah Teâlâ’ya, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e, anne-babaya, kendimize, ailemize, önce akrabalardan başlayarak din kardeşlerimize karşı sorumluluklarımız vardır.
Allah’a kulluk, Hz. Peygamber’e layık ümmet, anne-babaya merhamet, kendimize ve ailemize yanlıştan koruma, kardeşlere karşı birbirimizle bu sorumluluklarımızla ilgili nasihatleşmek...
Nasihatleşmek, birbirimize sahip çıkmak, İslâm’ı beraberce uygulamak ve İslâm’ın bizde kemaliyle görünmesine gayret etmek dolayısıyla birbirimizin hayrını istemek ve birbirimize merhametli olmaktır.
6. Her şeyi ihlâsla ve sünnete uyarak yapmak
Amellerin kabul edilmesinin iki temel şartı, birisi kalpte sırf Allah için olma manasındaki ihlâs, diğeri Hz. Peygamber Aleyhisselam’ı örnek alıp izlemektir.
Bizde ne kadar Hz. Peygamber'in Sünnet'i görünürse o kadar Allah’ın rızası tecelli eder ve o kadar da fiilî tebliğ bizde görülmüş, Allah’ın yardımı da hâsıl olur.
7. Gündüz kendimizi, denetlendiğimizi bilerek denetlemek; akşam da hesaba çekileceğimizi düşünerek nefsimizi hesaba çekmek, neslimizi ise neslimize sahip çıkmak adına halimizle, iyiliğimizle ve uygun nasihatimizle hesaba çekmek.
Kamil adam, uyanık adamdır.
Uyanık adam, imtihan edilmekte olduğunu, daima ilâhî denetim altında bulunduğunun farkında olan ve her an ölüm gelebilir düşüncesiyle nefsini hesaba çeken kimsedir.
İşte bu konuda iki âyet-i kerîme bir hadîs-i şerîf:
“Nerede olsanız, O (Allah) sizinle beraberdir. Allah, yaptıklarınızı daimî olarak görücüdür.”
(Hadîd sûresi 57/4.)
“Muhakkak Rabbin her an gözetlemektedir.”
(Fecr sûresi 89/14.)
“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silsin. İnsanlarla güzel geçin!”
(Tirmizî, Birr, 55.)
“Hesaba çekilmenizden önce kendinizi hesaba çekiniz, amelleriniz tartılmadan önce amellerinizi tartınız, hiçbir gizliliğin gizli kalmayacağı en büyük arz (Kıyâmet günü) için hazırlıklı olunuz! Kıyâmet günü, dünyada iken kendisini hesaba çekene hesap kolay gelecektir.”
Hz. Ömer (r.a.)
el-Hâris b. Esedi’l-Muhâsibî, Risâletü’l-Müsterşidîn, tahkîk eden: Abdulfettâh Ebû Ğudde, s. 80.
8. Her hafta bir yanlışımızı terk etmek ve bir güzelliğin elde edilmesine gayret etmek
İslam’da yasaklardan sakınmak, emirleri yerine getirmekten önceliklidir. Özellikle toplum olarak manen hasta olduğumuzu isbat eden gıybet, boş konuşma, münakaşa, göz zinası, öfke, cimrilik, riya, kibir, hased, ucub/kendini beğenme vs. gibi kötü huylardan yavaş yavaş kurtulmak; tevazu, cömertlik, hayâ, rıfk, af, hilim, sabır, adalet vs. gibi Allah ve Rasûlünün sevdiği ve övdüğü özelliklerle de yavaş yavaş donanmak gerekir.
Sünnete göre yemek yemeyi, hem maddî hem manevî sağılığımız için olmazsa olmaz gibi görmek ve bunun üzerine ahidleşmek gerekir.
9. Günlük ibadetlere özen göstermek, belli başlı zikirlere dikkat etmek, duada ve istiğfarda bulunmak
Biz, Allah’a kulluk etmek için yaratıldık. Kulluğun bölümleri içinde, bedenin kulluğunda, namazın ayrı ve çok önemli bir yeri vardır. Namazda da farz namazlara ayrı bir önem vermek gerekir.
Farz namaz vakti geldiği zaman, âhireti dünyaya tercihin ifadesi hemen namazı kılmaya yönelmek ve bunu bir prensip edinmektir. Mümkünse camide cemaatle kılmaya dikkat etmek. Mümkün değilse en az bir vakit camide cemaatle kılmaya devam etmek, zamanla bunu artırmak lazımdır.
Allah’ın değer verdiğine değer veren, Allah’ın yanında da herhalde değerli olur; nice hayırlı işlere başarı ihsan edilir.
Nafile namazlardan kuşluk namazını fırsat bilmek gerekir. Kuşluk namazı hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Her birinizin her bir eklemi (ve kemiği) için bir sadaka gerekir. Binaenaleyh her tesbih sadakadır, her hamd sadakadır, her tehlil sadakadır, her tekbir sadakadır. İyiliği tavsiye etmek sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kulun kuşluk vakti kılacağı iki rek’at namaz bütün bunları karşılar.”
(Müslim, Müsâfirîn, 84, Zekât, 56; Buhârî, Sulh, 11, Cihâd, 72, 128; Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 12.)
Allah’ı tanıyan, Allah’ı sever; Allah’ı seven de Allah’ı anar. Allah’ı sevmesi çok olanın anması da çok olur. "Seviyorum" demek bir iddiadır, isbatı gerekir. İsbatı şudur: Seven sevdiğine teslim olur, rızasını kendi nefsinin rızasına tercih eder.
İman, akıl, sağlık, rızık veren unutulur mu? Unutan da unutulur. Allah’ın unutması terk etmesidir.
Zikirle ilgili Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“(Cum’a) namazı kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lûtfundan arayın ve Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.”
(Cum’a sûresi 62/10.)
Hem maddî rızık hem manevî rızık birleşince, insanın hem maddesine hem manasına şifa olur.
Allah’ı zikir, hem Allah’ın tarifine göre hem de Rasûlullah’ın bildirdiğine göre olmalıdır ki meşru vird olabilsin. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şerîflerden alınmayan virdler batıldır.
9. Günlük ibadetlere özen göstermek; belli başlı zikirlere dikkat etmek, duada ve istiğfarda bulunmak
(Devamı)
Muhtaçlığını idrak eden mü’min, her şeye kadir olan Allah’a yalvarır.
Ne isteyeceğiz, neyi dua edeceğiz?
Namaz, kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olan Allah Teâlâ’nın huzuruna çıkıp dua etmektir. Böyle her şeye kadir, kâinatın hazineleri ve cennet elinde olanın huzuruna çıkıyoruz ve en kıymetli bir şeyi istiyoruz, yani her rekâtta Fâtiha’da “ihdinâ” hidâyette devamı veya kemali nasip et diye dua ediyoruz.
Demek ki en kıymetli şey hidayettir, kalpte Allah’ın iman yaratmasıdır. Çünkü dünyanın huzuru müslüman olmaya, cennetin ebedî huzuru müslüman ölmeye bağlıdır.
Dua örnekleri:
"Rabbenâ Âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr: Ey Rabbimiz! Dünyada da iyilik ver âhirette de iyilik ver, cehennem azâbından da koru!"
(Bakara sûresi 2/201.)
“Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeten inneke ente’l-Vehhâb. "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen."
(Âl-i Imrân 3/8.)
“Allâhümmağfirlî verhamnî vehdinî ve âfinî verzuknî: Allahım! Beni affet, bana acı, bana hidâyet(de devam nasip) et, bana afiyet ver ve beni rızıklandır!”
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu dualar için: “İşte bunlar senin için dünyanı ve âhiretini (bir araya) toplar” buyurdu.
(Müslim, Zikr, 36.)
“Rabbenâ heb lenâ min ezvâcinâ ve zürriyyâtinâ kurrete e’yün vec alnâ lilmüttegîne imâmâ: Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi, muttakîlere önder yap!”
(Furkân sûresi 25/74.)
“Allâhümme innî es’elüke’l-hüdâ vettükâ vel afâfe ve’l-ğınâ: Allahım! Senden (kâmil) hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.”
(Müslim, Zikr, 72; Tirmizî, Deavât, 72; İbn Mâce, Duâ, 2.)
İstiğfar, Allah’tan özür ve af dilemektir. Küçükler suç işler de suçundan dolayı af dilerse, büyüğe yakışan affetmektir. Namazda bile defolu namaz kıldığımızdan suç işliyoruz namaz bitince üç defa “estağfirullâh” diyoruz.
İstiğfarların en üstünü hakkındaki hadîs-i şerîf şudur:
“Her kim, seyyidü’l-istiğfârı sevabına ve faziletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevabına ve faziletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.”
(Buhârî, Deavât, 2; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101; Tirmizî, Deavât, 15; Nesâî, İstiâze, 57.)
Seyyidü’l-istiğfarı okuyana verilen müjde, yasakları işlemeyen, emirleri yerine getiren kimselere aittir.
İstiğfara yapışıp devam etme hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse istiğfâra yapışır dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.”
(Ebû Dâvûd, Salât, 361; İbni Mâce, Edeb, 57.)
Her namazın peşinden okunacak dua şudur:
“Allâhümme eınnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ıbâdetike. Allahım, seni anmada, sana şükürde bulunmada ve güzel ibadet-kulluk etmede bana yardım et!.”
(Ebû Dâvûd, Vitr, 26; Nesâî, Sehiv, 60; Ahmed, II, 299, V, 245, 247.)
9. Günlük ibadetlere özen göstermek; belli başlı zikirlere dikkat etmek, duada ve istiğfarda bulunmak
(Devamı)
Zikirden Nasiplenmemiz Gerekir
Zikir, ıstılahta, Allah’ı anmaktır. Şâri’in (kanun koyucu olan Allah’ın) ibadet için koyduğu şeydir. Zikir dilde olursa “anmak”, “yad etmek”, “uyarıda bulunmak”; kalpte olursa “düşünmek”; bedende olursa “Allah’ı hatırlayarak Allah için yapılan ibadetler” gibi manalara gelir.
(Sa’dî Ebû Ceyb, el-Kâmûsu’l-Fıkhî, s. 137.)
İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Vâbilü’s-sayyib mine’l-kelimi’t-tayyib isimli kitabında dilin zikri ile ilgili yüzden fazla faydasını delillerle zikretmiştir.
Zikir dediğimiz zaman, elbette sadece dil ile olan zikir anlaşılmamalıdır. Zikri kalp, dil ve bedenle yapılan zikir diye üçe ayırmak gerekir.
Dil ile yapılan zikrin bile dereceleri vardır:
a) İman ve amel ile ilgili helallerden ve haramlardan bahsetmek
b) Namazda Kur’ân-ı Kerîm’den okumak
c) Namaz dışında Kur’ân-ı Kerîm okumak
d) Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde belirtilen virdlerle zikretmek
Dilin en kıymetli zikri “a” şıkkıdır. Çünkü iman ve amel ile ilgili bilgileri bilmek ilk farzdır. Farzlardan konuşmak da zikirdir. Buna rağmen “d” şıkkındaki zikirlerden nasibimiz olmalıdır. Zira “farz+nafile” olunca “nihayet ben onu severim” buyurmuş Rabbimiz şu hadîs-i kudsîde:
“Her kim (ihlâs ile bana kulluk eden) bir velime/dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harp ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdetâ) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu mutlaka korurum.”
(Buhârî, Rikâk, 38.)
Zikrin önemini bildiren iki âyet-i kerîme ve iki hadîs-i şerîf sunalım:
“Ey iman edenler! Bir düşman kümesiyle karşılaştığınız vakit sebat edin ve Allah’ı çokça zikredin ki kurtulabilesiniz.”
(Enfâl sûresi 8/45)
“(Cuma) namaz(ı) kılınınca hemen yeryüzüne dağılın, Allah’ın fazlından arayın ve Allah’ı da çokça zikredin ki kurtuluşa erebilesiniz.”
(Cum’a sûresi 62/10)
“Bir kavim (topluluk) Allah’ı zikir için otururlarsa, onları melekler kuşatır, rahmet kaplar, üzerlerine sekînet iner ve onları, Allah kendi yanında bulunanlara anar (över).”
(Müslim, Zikir, 38, 39; Ebû Dâvûd, Vitr, 14; Tirmizî, Deavât, 7; İbn Mâce, Mukaddime, 17.)
“Kim sabahladığı ve akşamladığı vakit 10 defa ‘Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh, lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr’ derse, o kimse için İsmail aleyhisselâm evladından bir köle azad etmiş sevabı verilir, on sevap yazılır, on günah silinir ve on derecesi yükseltilir. Akşama kadar şeytanın şerrinden korunur. Eğer bunu akşamladığı vakit söylerse sabaha kadar onun için gündüzünün aynısı verilir.”
(Ebû Dâvûd, Edeb, 110, (5077); İbn Mâce, Dua, 14.)
Zikir konusunda en kestirme örnek elbette Rasûlullah Efendimizdir:
“Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah’ı zikretmede yaratılanların en kâmiliydi. Şöyle ki, bütün kelâmı, her söylediği, Allah’ı zikir ve o maksatla O’nunla ilgili idi. O’nun emretmesi, yasaklaması, ümmet için hüküm koyması, Allah’ın isim ve sıfatlarından, hükümlerinden ve fiillerinden, vaadlerinden ve tehditlerinden haber vermesi… Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Allah’ı zikretmesi idi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Allah’ı nimetleriyle övmesi, yüceltmesi, hamd ve tesbih etmesi, Allah’tan ümitli olması ve korkması da zikir idi. Susması da Allah’ı kalp ile zikretmesiydi. Her anında, her halinde Allah’ı zikrederdi. Alıp verdiği nefesleriyle Allah’ı zikrederdi. Ayakta, otururken, yatarken, yürürken, inerken, yolculuklarda konaklamasında ve ikâmesinde hep zikir halinde idi.”
(İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-Ibâd, II, 16.)
9. Günlük ibadetlere özen göstermek; belli başlı zikirlere dikkat etmek, duada ve istiğfarda bulunmak
(Devamı)
Dua yaptığımız halde duamız niçin kabul edilmiyor?
Bu soru, “Haplar isabetli olduğu halde niçin hastalıktan kurtulamıyoruz?” sorusuna benziyor. Doktor, hap verirken: “Perhiz yapacaksın; şunları yiyeceksin, şunları yemeyeceksin! Perhize uyman gerekir, perhize uymazsan haplar sana fayda vermez” diyerek faydalıları ve zararlıları belirtmişti. “Perhize uyar da haplara, günü gününe dikkat edersen hastalık gider âfiyet gelir” demişti.
O doktor Hz. Rasûl-i Ekrem Efendimizdir. Perhizler helaller ve haramlar, haplar âyet ve hadîslerden seçilen dualar ve zikirlerdir.
Emredilenler yerine getirilir, yasaklardan sakınılır, dua ve zikirlere dikkat edilirse kalbin hastalığı gider, âfiyet gelir, dualara icabet edilir.
Allah Teâlâ, sevmediği kimselerin duasını kabul etmez, sevdiği kimselerin dualarını kabul eder. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde sevmediği ve sevdiği kimseleri haber vermiştir.
Allah’ın sevmediği kimseler: Fesatçılar, kâfirler, nankörler, daimî günah işleyenler, zâlimler, hâinler, kibirlenenler, kendini beğenenler, haddi aşanlar, israfçılar, şımarıklar, dünya hayatını âhiret hayatına tercih edenler…
Mü’minler için de duanın kabul edilmediği sebeplerden birisi de ma’rûfun/iyiliğin emri, münkerin/kötülüğün nehyinin terk edilmesidir.
İşte bunun delili şu hadîs-i şerîftir:
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan (Allah)’a yemin ederim ki, ya ma’rûfu/ iyilikleri emreder ve münkerden/kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra O’na (Allah’a) yalvarıp dua edersiniz ama duanız kabul edilmez.”
(Tirmizî, Fiten, 9.)
9. Günlük ibadetlere özen göstermek; belli başlı zikirlere dikkat etmek, duada ve istiğfarda bulunmak
(Devamı)
Fiilî Ve Kavlî Duanın Kurtuluşdaki Konumu
En sağlam ve en isabetli kurtuluş çaresini Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler ortaya koymuştur.
Kur’ân-ı Kerîm, her şeyi bilen, her emri doğru ve isabetli olan ve her yarattığı şeyi hikmetli yaratan Allah Teâlâ’nın ilmidir.
Kurtuluşla ilgili âyet-i kerîmelere baktığımız zaman hem fiilî hem kavlî duaların emredildiğini görüyoruz.
O âyetlerden bazısı:
1. Savaşta başarı elde etmek, düşman karşısında mağlubiyetten kurtulmak için önce fiilî sonra kavlî duanın olduğunu görüyoruz:
“Ey iman edenler! Bir düşman kümesiyle karşılaştığınız vakit sebat edin ve Allah’ı çokça zikredin ki kurtulabilesiniz.”
(Enfâl sûresi 8/45.)
Savaşta galip olmak için maddi ve manevi olmak üzere iki güce ihtiyaç vardır.
Maddî güç; eğitilmiş insanın bedeni ve lazım olan silah gibi ihtiyaçların varlığıdır.
Manevî güç; inanmış insan olmak, iman ve amelde sebat etmek ve bundan daha önemlisi Allah’ın yardımına sebep olan; Allah’ı anmak ve Allah’tan yardım istemektir.
Zaferin sebeplerini oluşturan eğitilmiş insan gücü ve savaş gücü yaratıcı değildir. Yaratıcı ancak Allah’tır. Zafer sabırla elde edilir. Sabır da ancak Allah’ın yardımıyla gerçekleşir:
“Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ın yardımıyladır.”
(Nahl sûresi 16/127.)
Tevfîk yani hayırda başarı da ancak Allah’ın yardımıyladır:
“Benim başarım ancak Allah’ın yardımıyladır. Ben sadece O’na güvendim ve sadece (ve daima) O’na yönelirim.”
(Hud sûresi 11/88)
Özetle, birincisi, güce sahip eğitilmiş insanın sebatı, diğeri de Allah’ı çok zikirdir, çok dua etmek ve daima O’na yönelmek, müracaat etmektir.
Dikkat edilirse önce fiilî dua sonra kavlî dua ve çok zikirdir. Sebebe sarılacağız, sebebe takılıp kalmayacağız, sebeplerle Allah’a müracaat edeceğiz.
2. Allah’ın yardımına ulaşmak için önce kulların fiillerinden olan, Allah’ın dinine yardım etmemiz emredilmiştir:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın (dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir.”
(Muhammed sûresi 47/7.)
Allah’ın dinine yardım, kulun niyetini ifade eden kasd ve azmini, cüz’î iradesini sarfetmesidir. Ancak azimden sonra, aklına, gücüne, silahına güvenmeyip Allah’a tevekkül etmesi emredilmiştir:
“İş hususunda müşavere et, azmedince de Allah’a tevekkül et (güvenip dayan). Muhakkak Allah kendisine tevekkül edip güveneni sever.”
(Âl-i Imrân sûresi 3/159.)
Kula gereken önce azim sonra Allah’a tevekkül etmektir. Azimden önce de ilim, tefekkür, tasavvur, kasıd yani niyetin birinci aşaması olarak kalbin o işe yönelmesidir.
9. Günlük ibadetlere özen göstermek; belli başlı zikirlere dikkat etmek, duada ve istiğfarda bulunmak
(Devamı)
Fiilî Ve Kavlî Duanın Kurtuluşdaki Konumu/2
3. Önce Allah’tan yardım istemek sonra sabretmek; sabır ve namazla Allah’tan yardım istemek
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Mûsâ, kavmine: ‘Allah’tan yardım isteyin, sabredin. Muhakkak ki yeryüzü Allah’ındır, kullarından dilediğine onu miras verir. İyi sonuç takva sahiplerine aittir.”
(A’râf sûresi 7/128.)
Bu âyetin tefsirinde Hamdi Yazır şöyle der:
“Allah'a istiâne ediniz, yani Allah dilemeyince hiç kimsenin bir şey yapamayacağını ve bütün kuvvet ve kudretin Allah'ın elinde olduğunu biliniz, ümitsizliğe düşmeyiniz de Allah’tan yardım isteyiniz. Kalplerinizi, fikirlerinizi, emellerinizi, kuvvetlerinizi ve varlıklarınızı Allah'ta birleştiriniz de öz ve söz birliğiyle Allah diyerek çalışınız ve sabrediniz.”
Sabır, fiilî duadır. Bu âyet-i kerîmede, önce Allah’tan yardım isteyin sonra sabredin buyurdu. Demek ki sabırda başarı, ancak Allah’ın yardımıyla gerçekleştiğine göre sabırda başarılı olmak için Allah’tan yardım istememiz gerekmektedir.
Başka bir âyette ise şöyle buyurmuştur.
“Ey iman edenler! Sabırla ve namazla (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.”
(Bakara sûresi 2/153.)
Bu âyet-i kerîmede ise fiilî dua olan sabırla Allah’tan yardım isteme öne alınmış, en kapsamlı kavlî dua olan namazla yardım isteme sonraya bırakılmıştır.
Demek ki bu iki ayetten şunu anlamamız gerekiyor; kavlî dua olan Allah’tan yardım istemeyi önce de sonra da yapmak gerekiyor. Fakat her bir ayette de fiilî olan dua yani sabır muhakkak gerekmektedir.
“Sabır, kadere kızmaktan kalbi tutmak; dili şikâyetten tutmak, beden organlarını da Allah’a isyandan tutmaktır.”
(İbn-i Kayyım el-Cevziyye, el-Vâbilü’s-sayyıb mine’l-kelimi’t-tayyib )
4. Yeryüzüne rızık için dağılmak, Allah’ın lütfundan rızkımızı aramak ve Allah’ı çok zikretmek
“(Cuma) namaz(ı) kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan arayın, Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.”
(Cuma sûresi 62/10.)
Bu âyette de kurtuluş için önce maddî rızık sonra manevî rızık belirtilmiştir.
Demek ki önce madde lazımdır. Çünkü hedefe ulaşmak için vasıta gerekir. Fakat madde mana içindir. Madde, manaya alet olduğundan ve manaya hizmet ettiğinden dolayı önemlidir.
Elbette madde mananın, mana da maddenin yerini tutamaz. Şu da bir gerçektir mana maddeden daha kıymetlidir ama mana, madde vasıtasıyla iş görmektedir.
Maddî rızık için araştırma emredilmiş, fakat manevî rızık olan zikrin çok yapılması emredilmiştir.
Maddî rızık, bedenin rızkı; manevî rızık olan zikir, kalbin rızkıdır.
Zikirden maksat, kalbin, dilin ve bedenin zikrini içine alır.
Bu ayetteki zikir hakkında Hamdi Yazır Hak Dini Kur’ân Dili’nde şöyle yazmıştır:
“Allah'ı çok zikredin, yani dağılıp çıktığınızda da Allah'ı unutuvermeyiniz de gerek dağılma ve talepte bulunma esnasında, gerek bundan sonra ve önce Allah Teâlâ'yı güzel isimleriyle çok anın. Emirlerinin yerine getirilmesine muvaffak kıldığından dolayı hamd ve şükretmek, Kur'ân okumak, nafile namaz kılmak, diğer ibadetlerde bulunmak, nimet ve lütuflarını düşünmek gibi vesilelerle ilâhî ismini gerek kalbiniz ve gerek dilinizle yâd edin ki felah bulabilesiniz. Büyük murada eresiniz.”
9. Günlük ibadetlere özen göstermek; belli başlı zikirlere dikkat etmek, duada ve istiğfarda bulunmak
(Devamı)
DUANIN MAKSADI
a) Kulun Allah’a yaklaşması
Kulu, Allah’a en iyi yaklaştıran şeylerin başında dua gelmektedir. Zira Allah Teâlâ yanında duanın çok üstün bir değeri vardır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah katında, duadan daha üstün bir şey yoktur”
(Tirmizî, Deavât, 1.)
b) Kulun dünyada ve âhirette mutlu olması
En yüce mutluluk olan “Allah’a yaklaşma” olsun, “dünya ve âhiretteki mutluluk” olsun hiç şüphesiz bütün hayırlar Allah’ın elindedir. Zira her şeyin yaratıcısı Allah’tır; hayrın yaratıcısı da şerrin yaratıcısı da Allah’tır.
Hayra ulaşmanın fiilî ve kavlî yolu vardır. Fiilî yol önemlidir. Kavlî yol olan dua ise daha önemlidir. Dua eden şöyle demek istiyor adeta, “Ben fiilî dua ettim ama fiilî dua yaratıcı değil, yaratıcı Allah olduğuna göre ben Allah’a yalvarayım ki bu muradımı yaratsın da bu muradım hâsıl olsun.” Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Bütün hayırlar Senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye kâdirsin.”
(Âl-i Imrân sûresi 3/26)
c) Kulun duadaki muradına ulaşması ve Allah’ın bu muradı ihsan etmesi
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Rabbiniz buyurdu ki: ‘Bana dua edin, Ben de duanıza icabet edeyim’.”
(Mü’min sûresi 40/60)
Bu âyet-i kerîmede Rabbimiz bize açık çek verip âdeta “Ne isterseniz isteyin, çeke ne yazarsanız yazın!” demektedir. Çünkü Allah Teâlâ her şeye kâdirdir.
Allah’ın kulun duasına icabeti, kulun durumuna göre, hikmetin gereği, ilâhî planlama ve iradeye göre ya aynıyla veya başka bir şekilde veya başka zamanda gerçekleşmektedir.
Bu dünyada icabet edilmezse, duanın karşılığı âhirette sevap olarak gelir. Çünkü ihlasla yapılan dua, ibadettir. İbadetin karşılığı da âhirette kula ödenecektir.
Kul dua ederken şöyle demelidir:
“Allah’ım! Hakkımda hayırlı olanı nasip et, nasip ettiğine de gönlümü razı et!”
İnsanlar, vermeyi sevseler bile isteyeni sevmezler. Allah Teâlâ ise Kendisinden isteyeni sever, istemeyeni sevmez hatta istemeyene kızar. Çünkü Allah ihsan etmeyi sever. Zira bir ismi “Muhsin”dir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şu iki hadisle şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ dua etmeyene kızar.”
(İbn Mâce, Dua,1, (3827); Tirmizî, Deavât, 3, (3370); Ahmed, II, 443, 477.)
“Sizden biriniz takunyasının kopan bağına varıncaya kadar her ihtiyacını Rabbinden istesin.”
(Tirmizî, Deavât, 149, hadis no: 3607.)