“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir.” Maide/54
Hiç unutmam çocukluk yıllarımdı, babam dini hassasiyetlerinden ötürü eve Televizyon almazdı. O zamanlar öyle bugün ki yüzlerce kanal yoktu, sadece TRT vardı herkes onu izlerdi. Bugün olduğu gibi evlerin içine oluk oluk Ahlaksızlık akmazdı. Ama buna rağmen Babam eve TV almazdı. Kendisine neden Televizyon almadığını sorduğumuzda, “Refah Partisi iktidara geldiğinde alacağım“ derdi. Refah Partisinin iktidara gelmesi bizim için bir olağanüstü bir olaydı. Hedefimizdi, amacımızdı, mücadelenin adeta ana gayesi gibiydi. Çünkü “Refah gelince zulüm bitecekti.” Refah gelince İslami bir hayat yaşanacak, şeriat gelecek, Hak nizam hakim olacak. Kısacası her şey hayalimizdeki gibi olacaktı.
Ancak Refah Partisi iktidara geldiğinde hiçbir şeyin hayalimizde kurduğumuz gibi olmadığını, hayatın gerçeklerinin çok daha farklı olduğunu görerek yaşamış olduk. Ancak benim burada odaklanmak istediğim husus, Milli Görüş hareketi içinde bulunan ilkokul çağında ki bir çocukla babasının kafasında bulunan “Refah Partisi ideali”...
Bu ideal iktidar özlemi duyduğumuz dönemde de, iktidara gelince de, Post Modern darbeye maruz kaldığımız dönemde de asla kaybolmadı. Çünkü bu bizim inancımızdı yola çıkış gayemezdi. Biricik liderimiz vardı hepimiz onun gözünün içine bakardık, söylediği her sözü emir onun bulunduğu her mekan bizim için Bayram yeri gibiydi. Mitinglerimiz, Fetih kutlamaları, Gençlik şölenleri, Kongreler hepsi hocamızı canlı canlı dinlemek için bize adeta bir fırsattı.
Yine Babamdan biliyorum, Büyük Kongreye haftalar öncesinden hazırlıklar yapılır herkesi ayrı bir heyecan kaplar coşku içinde yola çıkılırdı. Kimse ayrı bir hesap gütmez, kimse “GİK üyeliği“ hayali kurmaz, herkes kongrenin heyecanını yaşardı. Hatta Kongrelerinde kavgalar çıkan diğer muhalefet ve İktidar partileri ile dalga geçilir, bizimle onlar arasında ki fark muhabbetin konusu olurdu. Biz tefrika nedir, 2. liste nedir, çarşaf liste nedir, itaatsizlik nedir, fitne-fesat nedir bilmezdik. İmam Hatipte okuduğumuz dönemlerde gidip geldiğimiz MGV de hep “Yeni Bir Dünya kurmanın, Yeryüzüne hakkı hakim kılmanın” ideali bizlere aşılanmıştı. Onun için bu tür şeyler hiç aklımıza gelmezdi. Davamızın/Hareketimizin mayası olan “Önce Ahlak ve Maneviyat” düsturu bizim teşkilat içerisinde nasıl hareket etmemiz gerektiğinin adeta çerçevesini oluşturuyordu.
Bize tefrika mikrobu ilk 14 Mayıs 2000 yılında meşhur Fazilet Partisi Kongresi ile bulaştı. Alışık olmadığımız bir durumla karşı karşıya kalmıştık. Öfkeliydik, lidere rağmen Kongrede aday çıkmıştı. Henüz öfkemiz dinmeden Fazilet Partisinin kapandığı haberini aldık ve içimizde ki Yenilikçiler kendilerine ayrı bir parti kurdular. Süreç içerisinde şu değerlendirmeyi yaptık “İçimizde ki ayrık otlarından kurtulduk, arınma yaşadık.” Artık saf halis olanlarla yolumuza devam edebilirdik. Derken Numan Kurtulmuş meselesi ile yüz yüze geldik, sütten ağzımız yandığı için yoğurdu üfleyerek yediğimizden Numan Kurtulmuş ve ekibine taban çok sert tepki verdi. Öyle ki bir Ramazan günü iftar sofralarının devrilmesine kadar vardı işin sonu. (Bu olay benim nezdimde Müslümanların ikinci Kerbelasıdır) Yaşanan bu olumsuz hadisenin ardından bir bölünme daha yaşandı ve biz buna da arınma gözü ile baktık. Derken Hocamızın oğlu Fatih Erbakan tarafından da bölünme yaşlanınca ne hikmetse buna da arınma gözü ile baktık. Arına Arına bir türlü kıvama gelemedik. Kıvama gelemediğimiz gibi “ikinci liste mikrobu” İl kongrelerimize kadar bulaştı. Artık herkes birbirini “çete, hain” vb. İfadelerle itham etmeye başlamıştı.
Oysa Tayyip Erdoğandan bu zamana kadar Arına arına gelmiştik. Bize her fırsatta “Arınma” yaşadığımızı söyleyenlerin gözden kaçırdığı bir husus vardı. Teşkilat hedefinden gittikçe uzaklaşıyor, “Yeni Bir Dünya” kuracak olan geleceğin nesillerini yetiştirmek yerine o gençleri “şeytan taşlama ve karanlığa sövme” ritüellerinde kullanmaya başlamıştı birileri... Oysa bizim bir gayemiz vardı, geriye bakamazdık, kimseye sövüp sayma, kimseyi itham etme, kimseye kin gütmek gibi bir işimiz olamazdı. Tüm kurum ve kuruluşlarımızla hedefe kilitlenip, Liderimiz hedef olarak koyduğu “2. Yalta Konferansını” gerçekleştirmeye odaklanmalıydık. Ancak BİRİLERİ bizi teşkilat içi mücadelelerle meşgul edip bu hedefin ulaşılması mümkün olmayan bir ütopya haline gelmesini sağladı. Oysa hareketin Lideri önceden yaşanabilecek tüm hadiseleri hesap etmiş onlara önlem için kurulması gereken tüm kurum ve kuruluşları hazır hale getirmişti.
- Hollywood Enstitüsü
- Yeni bir dünyanın Finans ayağı
- Gençlik örgütlenmesi
- Mesleki kuruluşlar
- Memur örgütlenmesi ve bu örgütlenmelerin uluslararası ayağı olan kuruluşlar...
Hepsi hali hazırda sağlığında Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız ve Liderimiz kurmuş bizlere emanet etmişti. Ancak bu örgütlenmelerin hiçbiri hakiki manada bir adım daha ileriye gitmek için çaba sarfetmemiş adeta miras yedi evlat gibi hazırda olanı tüketme derdinde olmuştur.
Maalesef bugün geldiğimiz noktada kurumlar kendi işlerinin haricinde herşey ile ilgilenir hale gelmiş durumda. “Allah’ın Davası” olduğunu iddia ettiğimiz davamızın ne kadar çok bekçileri olduğunu (!) gün be gün yaşayarak görmüş olduk. Bugün Televizyon denen aletten evlerimize akan ahlaksızlığın önüne geçecek hamleleri yapacak olanlar Sosyal Medyada Davanın bekçiliğine (!) soyunup kendi asli vazifelerinden fersahlarca uzaklaşmış öyle uzaklaşmışlar ki kendi kurumlarında üstelik “Başkan Vekilliği” sıfatında bulunan kişilerin, "Milli Görüş Hareketinin" amiral gemisi olan Saadet Partisi Liderine hakaretler içeren videoyu paylaşmasını göremez (!) olmuşlardır. Öbür taraftan Ak Partinin tökezlemeye başladığı bir dönemde yeniden ayağa kalkıp, Türkiye insanına umut olmak için gayret içerisinde olmak gerekirken bir takım ayak oyunları ile meşgul olanların varlığı ve “tavşana kaç tazıya tut” diyenlerin varlığı canımızı bir hayli yakmıştır.
“Bizim davamızda kimse kendi nefsi için yaşamaz kardeşi için yaşar. Bu da nefsi öldürmenin en kolay yoludur.” Diyen liderimizin vasiyet niteliğinde ki bu sözünü maalesef bir çoğumuz unutmuş durumdayız. Uzun lafın kısası çözüm olarak sunacağım önerilerimi maddeler halinde sıralamak isterim.
- Düşüncesi hür,
- Fikri hür,
- Vicdanı hür,
- Ufku geniş yeni bir nesil yetiştirilmeli.
Milli Görüşün tüm kurum ve kuruluşları yapısal bir reforma tabi tutulmalı. Meclise girene kadar “Parlamento Dışı Siyaset” benimsenmeli ve erk sahiplerine önünü gösterecek çalışmalar yapılmalı. Ve Vahiy merkezli Stratejik bir akıl geliştirip o yönde hareketimize ivme kazandırmalıyız.
Son sözüm; Allah her daim yeniden başlayanların yardımcısıdır...