Haberin Kapısı
2024-07-20 14:04:02

GERÇEK MANADA İSTİLADAN KURTULABİLMEK İÇİN

İbrahim Cücük

20 Temmuz 2024, 14:04

Osmanlının son zamanlarında on milyon kilometre kare düşman istilasına uğradı. Elimizde sadece 780 bin kilo metre kare kaldı.

Düşmanı dışarı attık, ancak düşmanların zorladıkları eğitim vasıtasıyla itikâdî, siyâsî, hukûkî ve iktisâdî istilaya uğradık.

İstiklal harbinde kalıplarımızın dışında olan istila daha sonra kalplere nüfuz etti; istila, hayat haline geldi. İstilacılar gibi düşünen ve yaşayan bir nesil ortaya çıktı.

Millî olan azaldı. Bu çok değerli azlar bu istilaya karşı koydu. Türkiye’nin muhtelif yerlerinde medreseler zor şartlarda yerin altında ve dağ köylerinde bile dersler okutuldu, âlimler yetiştirildi.

Bu kıymetli azlar seneler sonra Menderes zamanında İmam-Hatip okullarını açtı, halk ile bütünleşmeye başladı. Davayı halka mal etti. Dava halka mal olunca halk, inancını iktidar yapmaya yöneldi. Elbette millî olanla millî olmayanın savaşı başladı.

İstilaya karşı olanlar halka istilayı idrak ettirmeye başladı. Millî olan İmam-Hatip lise mezunları bütün üniversitelere girdi.

Bu istilaya karşı çıkan zatlar oldu ve her zatın arkasında cemaatler oluşmaya başladı.

İşte şimdi ne idik, ne olduk ve ne olmalıyız, diye muhasebe yapmak zorundayız.

Bu soruyu, her birimiz, şahıs olarak, millet olarak ve Müslüman olarak sormamız gerekir.

Neden sormamız gerekir? Zira her mü’min, işin başını ve sonunu, konumunu, görevini ve sorumluluğunu düşünmek zorundadır.

Düşünen kimse önce kendisine sorar ve kendisini sorgular, düşünen toplum da kendi tarihini düşünür ve sorgular.

Şu soruyu da sormak gerekir:

Biz şahıs, millet ve Müslüman olarak niçin varız?

Herhalde Allah Teâlâ’ya kul olduğumuz ve Müslüman olduğumuz için varız, kendimizi de başkalarını da yanlıştan kurtarmak için varız.

Önce kendimizi; şeytana ve şeytanın adamlarına alet olan nefsimizi ve neslimizi sonra diğer Müslümanları itikâdî ve iktisâdî, siyâsî ve kültürel istiladan kurtarmak için varız.

İstiladan kurtulabilmek için önce istilada olduğumuzu bilmek ve idrak etmek; bildirmek ve idrak ettirmek gerekir. Sonra konumumuza, kendi sistemimize bakıp uygulamak, daha da önemlisi kendi sistemimizi uygulayan liderimizi izlememiz gerekir.

1. Kendi konumumuza bakmak: LİDER MİLLET.

2. Kendi sistemimize bakmak ve uygulamak: İSLÂM, kaynağı vahiy.

3. Kendi masum liderimizi izlemek: Masum/korunmuş lider PEYGAMBER.

1. Kendi konumumuza bakmak: LİDER MİLLET.

Türkiye olarak bugün dünyada bize Osmanlının devamı olarak bakılmaktadır. Osmanlının konumu tarihte Yavuz Sultan Selim’le Kureyşîlik oldu. Hz. Peygamber (s.a.s.), o günün şartlarından dolayı ehliyet ve asabiyet için Kureyş kavmini işaret etmişti.

Kureyşîlik, ehliyet ve asabiyet Yavuz’la Osmanlıya geçmiş oldu. Bugün de hâlâ bizim Kureyşîlik konumumuz devam etmektedir. Öyle ise bu konuma yani liderlik makamına layık olmaya çalışmak zorundayız.

Lider milletlerin özellikleri:

a) Uyan değil uyulan ve izlenen olmaları,

b) Yol gösteren ve yön veren olmaları,

c) Eserleri ve başarılarıyla, ahlâkları ve iyilikleriyle galip olmaları,

d) Örneklik makamında olduğunun bilinciyle her söylemine ve her eylemine dikkat etmeleridir.

Kimler izlenir ve biz kimleri izleyeceğiz? Kur’ân-ı Kerîm bu konuda ne diyor?

Allah Teâlâ, bize her gün, her namazda ve her rekâtta okuduğumuz Fâtiha’da: “Bizi sırât-ı mustakîme (dosdoğru yola) hidâyet(te devamı ve kemali nasip) et, kendilerine nimet verdiklerinin yolunda; gazaba uğrayanların ve sapıkların (yolunda) değil” âyetlerini okumamızı emretmektedir.

Sırât-ı müstakîm/dosdoğru yoldan kasıt, eğrisi olmayan doğru olan, ifratın ve tefritin olmadığı İslâm dinidir.

Kendilerine nimetler verilenlerden maksat, peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerdir.

Azaba uğrayanlardan maksat, Allah’ın gazap ettiği herkes, her topluluk ve özellikle Yahudilerdir.

Sapıklardan maksat da her sapık olan ve özellikle Hristiyanlardır.

Demek ki bu milletin de Müslüman olarak daima ve her konuda İslâm üzere olması, mutlak rehberler olan peygamberleri ve peygamberleri izleyen sıddîklar, şehitler ve sâlihleri örnek alıp izlemesi, Yahudi ve Hiristiyanlara itikâden ve ahlâken benzemekten sakınması gerekmektedir.

Lider milletin yol gösterebilmesi ve yön verebilmesi için ilim adamları yetiştirip her sahada isabetli projeler ortaya koyması gerekmektedir.

Gâlipler izlenirler. Zira gâlipler eserleriyle akıllara; başarılarıyla nefislere; ahlâklarıyla gönüllere ve iyilikleriyle de ruhlara tesir ederler.

Lider milletler, örneklik makamında oldukları için izlenirler. İzlenenlerin hem dünya hem âhiret açısından sorumluluğu daha fazla olduğu için her şeylerine dikkat etmeleri gerekir.

Allah bize konumumuza layık olma gayretini ve liyakatini nasip buyursun!

2. Kendi sistemimize bakmak ve uygulamak.

Kendi sistemimizin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerdir yani vahiydir.

Vahyin temel özelliği; korunmuş olması, değişikliğe ihtiyaç olmayan temel esasların bulunması, ihtiyaç oldukça şartlar değiştikçe her probleme cevap verebilecek içtihad kurumunun bulunmasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın kelâmı, ilmi, tespitleri ve hükümleridir.

Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın kelamının diğer kelamlara olan üstünlüğü, Allah’ın yaratıklara olan üstünlüğü gibidir.”

(Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 6.)

Bunun en güzel ispatı, Allah’ın yarattığı eserlerin ortada olmasıdır. Allah’ın dışında kâinatta bir çöp bile yaratanın olmaması, bunu en güzel bir şekilde göstermektedir.

Hadîs-i Şerîfler ise Kur’ân’ın zaten ya tefsiri ya tekididir ya da Kur’ân’da olmayan konularda Allah’ın öğretmesi ile teşri/hüküm koyucu durumundadır.

"Hadîs-i Şerîfler de korunmuştur" diyoruz. Zira hadisler, mütevâtir, meşhur ve âhâd; sahîh, hasen ve zayıf diye tesbit edildiği gibi hadis olmayan uydurmaların da hepsinin ortaya çıkarılması bunu göstermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in korunmasını Allah Teâlâ Kendi üzerine almış; Hadîs-i Şerîf’lerin korunmasını ise Allah Teâlâ bu ümmetin âlimlerine bırakmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm, dünya ve âhiret huzurunun korunması için temel prensiplerinden taviz vermez.

Temel prensipler, iman esasları, haramlar ve helaller, güzel ahlâk esaslarıdır. Ancak şartlar değiştikçe zarûret durumlarında haramlarda ve helallerde geçici değişiklikler olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm, sapmış ve gazaba uğramış olan Ehl-i Kitab’a uyulmamasını özellikle vurgulamaktadır:

“Ey iman edenler, eğer o kitap verilenlerden her hangi bir gruba uyarsanız, sizi inandıktan sonra döndürür kâfir ederler.”

(Âl-i Imrân sûresi 3/100.)

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’a takvalı olmayı, ölürken Müslüman olarak ölmeyi, Müslüman ölebilmek için de Allah’ın ipi olan Kur’ân’ın bütününe ve bütün toplum olarak sarılıp ayrılığa düşmemeyi ve küfrü imana tercih eden babası da olsa kardeşi de olsa dost ve idareci yapmamayı emretmektedir:

“Ey müminler, Allah'a gerektiği gibi takvalı olunuz ve mutlaka Müslüman olarak ölünüz ve hepiniz Allah Teâlâ'nın ipine sımsıkı sarılınız ve ayrılığa düşmeyiniz.”

(Âl-i Imrân sûresi 3/102-103.)

“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”

(Tevbe sûresi 9/23.)

Kur’ân-ı Kerîm, getirdiği davaya inananları, bütün insanlığın dünya ve âhiret huzuru için iyiliğin hâkim kötülüğün mahkûm edilmesi göreviyle görevlendirmiştir:

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma’rûfu/iyiliği emreder, münkerden/kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız.”

(Âl-i Imrân sûresi 3/110.)

İyilik diye tercüme edilen kelime ma’rûf kelimesidir, kötülük diye tercüme edilen kelime de münker kelimesidir.

Ma’rûfun aslı iman, münkerin aslı da şirktir. Bu âyet-i kerîme Müslümanları dünyada imanı hâkim kılmakla, şirki de mahkûm kılmakla görevlendirmiştir.

İmanın Müslümanlardaki hâkimiyeti İslâm’ın bütün Müslümanlara uygulanması iledir, Müslüman olmayanlardaki hâkimiyeti ise insanların İslâm’a girmelerine ve İslâm’ın yaşanmasına engelin ortadan kaldırılmasıyladır.

Şirkin ve küfrün mahkûmiyeti ancak imanın hâkimiyeti ile temin edilebilir. Zira güneş çıkınca karanlık yok olur.

2. Kendi sistemimize bakmak ve uygulamak (Devamı)

Kanunlar, yönetmelikler ve prensipler çıkartılıp tespit edilirken Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmemeyi Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiğini görüyoruz:

"Ey iman edenler! Allah'ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir."

(Hucurât sûresi 49/1.)

Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmek, helal ettiğini haram, haram ettiğini de helal etmek, hükümlerine muhalif hüküm koymaktır.

Allah’a ve Rasûlüne inanan kişi, Allah’ın ve Rasûlü’nün helal ettiğini helal, haram ettiğini de haram kabul edendir.

Allah Teâlâ, Müslümanların aralarında çıkacak ihtilaflarda müeyyide uygulayacak bir gücün bulunmasını, zorbalık edecek kavim, topluluk veya devlet olursa hakka ve doğruya teslim olmaya zorlamayı emretmektedir:

“Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle çarpışırlarsa, hemen aralarını bulun barıştırın! Şayet biri ötekine saldırıyorsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse, yine adaletle aralarını düzeltin ve hep âdil olun. Çünkü Allah adaletli davrananları sever.”

(Hucurât sûresi 49/9.)

Eğer Müslümanlar bu emirlere uysaydı da ortak askerî, siyâsî, iktisâdî ve hukûkî birliktelikler kursalardı, İran ile Irak savaşabilir miydi, Irak Kuveyt’e girebilir miydi, Amerika Ortadoğu’da istediğini yapabilir miydi, Irak’a girebilir miydi, PKK ve DEAŞ gibi terör örgütlerini ümmetin başına bela edebilir miydi, İsrail belası Ortadoğu’nun kalbinde bir çıban ve bir fitne yuvası olarak hayatiyetini devam ettirebilir miydi, bugün Gazze’de katliam ve soykırım yapabilir miydi?

Şu âyet-i kerîme ile de Müslümanların kendi aralarında şura meclisi kurmaları, her konuda Rablerine uymaları ve özellikle namaz kılmaları, dış saldırılara karşı hemen yardımlaşmaları gerektiği emredilmektedir:

“Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar. Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, yardımlaşarak kendilerini savunurlar.”

(Şûrâ sûresi 42/38-39)

Bu âyet-i kerîme;

1) Bütün Müslümanlara ve bütün zamanlara ilâhî davetle muhatap olduklarını,

2) İlâhî davetin ilk belirtisinin namaz olduğunu,

3) Müslümanların şura yani istişâre meclisini oluşturup her işlerini o meclisle yapmaları gerektiğini,

4) Toplumları ayakta tutan iktisâdî konuların temelinde yardımlaşmanın olduğunu,

5) Müslümanlara dışarıdan bir saldırı olduğunda kurdukları askerî birliktelikle kendilerini savunma mecburiyetinde olduklarını ifade etmektedir.

3. Kendi masum liderimizi izlemek: Masum/korunmuş lider PEYGAMBER.

Hz. Peygamber (s.a.s.) herkese her konuda örnek, rehber ve mutlak liderdir.

Hz. Peygamber’in dışında hiçbir lider, rehber ve örnek mutlak değildir. Diğer liderler, rehberler ve örnekler Hz. Peygamber’i izledikleri ve örnek aldıkları müddetçe izlenirler ve örnek alınırlar.

Hz. Peygamber’in liderliği; Allah Teâlâ onun kalbini ve aklını melekler ile koruduğu, fikirlerinde ve uygulamalarında isabet edemediği zaman da öylece bırakılmayıp ya âyetle veya hadîs-i kudsî ile ya da Cibrîl-i emin tarafından düzeltildiği için mutlak kılınmıştır.

Bütün liderlere ve rehberlere mutlak lider kılınmış olan Hz. Peygamber’e uydukları müddetçe uyulur yoksa uyulmaz.

Hz. Peygamber’in peygamberliği, örnekliği ve liderliği kıyâmete kadar devam etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber’in mucizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’in mucizeliği devam etmektedir ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in örnekliği bütün yönleriyle ortadadır. Kısacası, hayatının Kur’ân ile örtüşmüş olmasıyla peygamberliği devam etmektedir.

Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm muttakiler için rehber bir kitap olduğu gibi, Hz. Peygamber Efendimiz de izlenince ve örnek alınınca örneğimiz olur ve böylece istiladan da kurtulmuş oluruz.

Bizler müminler olarak masum/korunmuş olan PEYGAMBER’İ ne kadar izlersek, o kadar bizler de hatalardan korunmuş oluruz.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.