Kötülük Etmek
a) Maddî ve manevî kötülük etmek
Maddî kötülük, insanların maddelerine zarar vermektir.
İnsanın maddesine zarar vermek, insanın manası etkilendiğinden dolayı bir bakıma manasına zarar vermektir. Çünkü madde manadan, mana da maddeden etkilenmektedir ve manevî kötülük olunca, maddî kötülük de arkasından gelmektedir.
Evrenin dengesini bozmak; ozon tabakasını delecek işlemler ve işletmeler kurmak, insanlara zarar vermektir.
Dünya ve içindekiler insanlara verilen emanetlerdir. Emanetleri, emanetler ne için verilmişse ona göre kullanmak emanete riayettir yoksa emanete hıyanet etmek olur.
Bu konuda en güzel tespit, Allah Teâlâ’nın şu tespitidir:
“İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından dolayı karada ve denizde fesat/bozulma baş gösterdi.”
(Rûm sûresi 30/41.)
Bu âyet-i kerîme, ozon tabakasını delenlere on dört asır öncesinden ilâhî bir şamardır.
b) Cismî ve rûhî kötülük etmek
Cisme kötülük, en kıymetli varlık olan insanı fıtratından uzaklaştıracak, fıtratına zarar verecek kullanım, zararlı yiyecek ve içecekleri insan cismine vermektir.
İnsan için haram olan bütün yiyecek ve içecekleri insana vermek kötülük etmektir.
İnsan, helal bile olsa insan fıtratına uygun olan sünnete göre yaşamayı terk edince zarar görür. Meselâ insan, midesini daima helalinden bile doldursa şişmanlık olur. Şişmanlık hastalıkların kaynağıdır. İşte bu hususta olduğu gibi diğer konularda da en üstün fıtrat olan sünnete göre yaşama terk edilince fıtrat bozulmaktadır. Kişi böylece kendisine kötülük etmektedir.
Hz. Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir:
“Bu ümmetin Peygamberinden sonra başına gelen belanın ilki doymaktır. Mide daima doyunca beden semizleşir, kalp za’fa uğrar, şehvet de kalbi za’fa uğrayan kişiyi alt eder.”
İslâm’a göre bütün mü’minler, birbirlerinden de sorumludurlar. Çünkü mü’minler, birbirlerinin dostudurlar. Dostluğun gereği, birbirlerine emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapmalarıdır.
Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Rasulüne itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah Azîzdir, Hakîmdir.”
(Tevbe sûresi 9/71.)
İşte bu hayatî çok önemli olan görevi terk etmek, hem cisme hem ruha kötülük etmektir. Çünkü insanlar doğru yoldan çıkıp şeytanın yoluna girince, birbirlerinin dostu değil birbirlerinin kurdu olurlar, birbirlerine zarar verirler.
Mü’minler, birbirlerine dostluk etmez, dostluğun gereği İslâm Natosunu kurmazlarsa yeryüzünde fesat olur. İşte âyet-i kerîme, sanki bu gün nazil olmuştur:
“Kâfirler de aslında birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Eğer siz de öyle yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat çıkar.”
(Enfâl sûresi 8/73.)
İyilik emredilmez, kötülük de yasaklanmaya çalışılmazsa başımıza azap iner hem cisim hem ruh zarar görür demektir. İşte hadîs-i şerîf:
Huzeyfe (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Nebî (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki ya iyilikleri emreder ve kötülükleri yasaklarsınız ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz ama duanız kabul edilmez.”
(Tirmizî, Fiten, 9.)
Fesada, ancak Müslümanlar karşı çıkarlar.
Müslümanlar, güçlü olunca karşı çıkabilirler.
Güçlü olmak, İslâmî ittifaklar kurarak ve Allah’ın da yardımına mazhar olarak gerçekleşebilir.
İyilik, ancak iyiler vasıtası ile hâkim olur; kötülüğün kötüler vasıtası ile hâkim olduğu gibi.
İyiler, iyilik taraftarı olacak, kötülüğe de karşı çıkacaklar ki hem cisimler hem ruhlar huzur içinde yaşayabilsinler. İşte özellikle kalburüstü tabaka buna sahip çıkmalıdır.
Bu konuda da Rabbimiz ne güzel buyurmuştur:
“Sizden önceki nesiller arasında yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışacak fazilet sahipleri olmalı değil miydi? Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. Zâlimler ise şımartıldıkları refahın peşine düştüler ve hepsi de suçlu oldular. Rabbin o ülkeleri, ehli içinden ıslaha çalışanlar varken zulümle onları helâk edecek değildi.”
(Hûd sûresi 11/116-117.)