Herkes ve herkesim, her cemaat, her tarikat ehli kendilerinin hakkı temsil ettikleri iddiasındadırlar.

a) Hak ne demektir

b) Hakkı temsil ne demektir?

Hakkı Temsil Nasıl Gerçekleşir?

1. Hakkı, Hakka uygun ve Hak ile bilmek

2. Hak ile amel edebilmek için terbiyeden geçmek

3. Hak ile amelin makbul olması için kalpte ihlâs, kalıpta sünnet ile amel etmeye dikkat etmek

4. Hakkı birbirimize tavsiye etmek

5. Hakkı diğer insanlara tebliğ etmek

Herkes ve herkesim, her cemaat, her tarikat ehli kendilerinin hakkı temsil ettikleri iddiasındadırlar. Tabii ki herkes bu iddiada bulunabilir. Fakat iddia isbat ister. Çünkü iddiaya değil isbata bakılır. Bunun isbatı, önce Hakkı bilmek ve Hakkı idrak etmeye ehli ile gayret etmektir.

İlim ve idrake ulaştıktan sonra Hakka göre hareket etmek, Hakkın ehli olma azminde olmak, hakka uyarlı ve duyarlı olmak, ne kadar ilerleseler yine de kendilerini geride görmek, hakkı temsil edebilecek ilim ve irfan ehli insanların yetişebileceği kurumlar kurmak, yetişen değerlere değer vermek, kardeş kuruluşlarla daima dirsek temasında olmak ve belki her bir cemaat, kendilerine faydalı olacakları bir alan seçip onda ilerlemek; ileride oldukları sahayı da İslâm’ın bütünü görmemek, birbirlerini tamamlayan cüzler halinde görmek ve en azından hakikat ile kıyas ederek tevazu ve insaflı olmaya dikkat etmektir.

a) Hak ne demektir

Hakk, sahîh, sâbit/şüphe içermeyen, devamlı var olan ve doğru olana denir. Hakk, bâtılın zıddı, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in getirdiği Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri ve İslâm’dır.

(Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkhî, s. 93, 94; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, X, 49, 50.)

Bu tarife göre hak, Kur'ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın isimlerinden olan Hak ve İslâm’dır. Hak ehli de Kur'ân-ı Kerîm ehli, Hak taraftarı ve İslâm ehli demektir.

Ayrıca hak deyince, gerçek olan, gerek olan manasına da kullanılmaktadır. “Şu şeyin hakkını ver” deyince o şey için gereken ne ise onu yap, “onun hakkından gel” deyince de ona yakışanı ve o işin layığı ne ise onu yap, o şey için gerçek olan ne ise onu yap demek olur.

Bazen de hak, pay manasında kullanılmaktadır. “Bu adamın hakkını ver” denince bu adamın payını ver, hissesine düşeni ver manasında kullanılmaktadır.

b) Hakkı temsil ne demektir?

Her Müslüman, Kur'ân-ı Kerîm ehli, Hak taraftarı ve İslâm ehlidir.

Biz de Müslüman olduğumuza göre biz de Kur'ân-ı Kerîm ehli, Hak taraftarı ve İslâm ehliyiz demektir.

Kim Kur'ân-ı Kerîm’e göre iyi Müslüman ise, Hakka daha yakın ve Hakka ehil ise ve kimde İslâm daha iyi görünüyorsa, İslâm’ı daha iyi temsil ediyorsa ve kimin açığı daha az ise o kimse Hakkı daha iyi temsil ediyor demektir.

İslâm’da ilk farz imandır; farzdan önce farz da ilimdir. İşte bundan dolayı önce Hak nedir bilmek gerekir.

Hakkı bilmek, hak olan Kur'ân-ı Kerîm’e ve onun kavlî, fiilî ve takrîrî beyanı/açıklaması olan, Kur'ân-ı Kerîm’de olmayan hükümleri koyan ve açıklayan Sünnet’e uygun bilmekle mümkün olur.

Yani Hakkı kim daha iyi bilir? Elbette Allah’ı en iyi bilen yine Allah’tır.

Yine Allah’ı, Allah’ın öğrettiği ve kendisini bildirdiği Kur'ân-ı Kerîm bilebilir, kendisini bildirdiği Elçisi olan Hz. Muhammed (s.a.s.) bilebilir.

Öyle ise Allah Teâlâ’yı, Kur'ân-ı Kerîm’den ve öğretip eğittiği ve yetiştirdiği Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadîslerinden öğreneceğiz.

Bir şeyi kabul ederken de reddederken de, bir şeyi ortaya koyarken de Kur'ân-ı Kerîm’den ve Sünnet-i Sahîhadan delil getireceğiz.

Çünkü doğru bilgi, doğru iman; yanlış bilgi, yanlış iman demektir. Hem aynı zamanda bilgi, ışığa benzer; akıl, göze benzer. Işık olmazsa göz kör hükmündedir. Ama ışıktan da göz istifade etmektedir.

Yani aklın doğru çalışması doğru bilgiye bağlıdır. Helali-haramı, hakkı-bâtılı, hayrı-şerri tespitte doğru bilgi vahiyledir.

Akıl, tâbi; vahiy, metbû’dur. Yani akıl, vahye uyan; vahiy de kendisine uyulandır.

Yani akıl derken müctehidin aklını kastediyoruz. Müctehidin aklı da hüküm koymuyor ancak âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarıyor.

Kur'ân-ı Kerîm’i gönderen, Hak'tır; Kur'ân-ı Kerîm, haktır; kendisine gönderilen zat yani Peygamber, hak peygamberdir; Kur'ân-ı Kerîm’in geliş yolu da haktır.

Kur'ân-ı Kerîm’i gönderen Allah Teâlâ’nın Hak olduğunu bildiren âyetlerin dört tanesine bakmamız yeterlidir:

فَتَعَالَى اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ

“Hak ve mutlak egemen olan Allah ne yücedir.”

(Tâ-Hâ sûresi, 20/114.)

ذَلِكَ بِأَنَّ اللهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللهَ هُوَ الْعَلِيُّ لْكَبِيرُ

“Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah, Hakkın tâ kendisidir. O’ndan başka onların çağırdıkları/taptıkları ise bâtıldır. Ve muhakkak Allah, çok yücedir, çok büyüktür.”

(Lukmân sûresi, 31/30.)

ذَلِكَ بِأَنَّ اللهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِ الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Bu böyledir. Çünkü Allah, Hakkın tâ kendisidir. Ve çünkü O, ölüleri diriltir. Gerçekten O, her şeye güç yetirendir.”

(Hacc sûresi, 22/6.)

فَتَعَالَى اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ

“Melik ve Hak olan Allah’ın şanı yücedir! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Şanı yüce Arş’ın Rabbi O’dur.”

(Mü’minûn sûresi, 23/116.)

Bu âyet-i kerîmelerde Allah Teâlâ, kendisine Hak demiştir. Hakkın bir manası da "var olan" demektir. Bütün varlıklar ancak Allah’ın var edip varlıkta tutması ile vardırlar.

Kur'ân-ı Kerîm'de, Kur'ân-ı Kerîm’e özellikle şu üç isim verilmiştir:

Hak, hayır ve sıdk.

Kur'ân-ı Kerîm’e hak ismi verildiğine dair âyet-i kerîmeler:

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ ا الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنَ الْحَقِّ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا

“Biz sana da Kitabı hak ile, kendinden önce indirilen kitapları tasdik edici ve onlara karşı bir şâhid olmak üzere indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet! Sana gelen hakkı bırakıp onların heveslerine uyma! (Ey insanlar!) Sizden her biriniz için bir minhâc (usûliddîn) ve bir şir’a (fürûiddîn) kıldık/tayin ettik

(Mâide sûresi, 5/48.)

وَمَا لَنَا لَا نُؤْمِنُ بِاللهِ وَمَا جَاءَنَا مِنَ الْحَقِّ وَنَطْمَعُ أَنْ يُدْخِلَنَا رَبُّنَا مَعَ الْقَوْمِ الصَّالِحِينَ

“Rabbimizden bizi de sâlihler topluluğuyla birlikte (cennete) girdirmesini ümid edip dururken ne diye Allah’a ve bize gelen hakka iman etmeyelim?”

(Mâide sûresi, 5/84.)

قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُممْ بِوَكِيلٍ.

“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphe yok ki size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyet bulursa, o ancak kendi faydasına olmak üzere hidayete ermiş olur. Kim saparsa yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben başınıza bir bekçi de değilim.”

(Yûnus sûresi 10/108.)

Netice, elbette Hakkın eseri hak olur.

Kur'ân-ı Kerîm’e hayır ismi verildiğine dair âyet-i kerîme:

وَقِيلَ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا مَاذَا أَنْزَلَ رَبُّكُمْ قَالُوا خَيْرًا لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَلَدَارُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتتَّقِينَ.

“Takvâ sahiplerine: ‘Rabbiniz ne indirdi?’ denildi. Onlar da: ‘Hayır’ (indirildi) dediler. Bu dünyada muhsinlere/iyi hareket edenlere, güzellik vardır. Âhiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır. Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir.”

(Nahl sûresi,16/30.)

Kur'ân-ı Kerîm’e sıdk ismi verildiğine dair âyet-i kerîme:

وَالَّذِي جَاءَ بِالصِّدْقِ وَصَدَّقَ بِهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ.

“Sıdkı/doğruyu getiren (Peygamber) ve onu tasdik eden (mü’min)ler işte bunlar (küfür ve günahlar gibi hatalardan) korunanlardır.”

(Zümer sûresi, 39/33.)

Netice olarak Kur'ân-ı Kerîm’e hak, hayır ve sıdk/doğru isminin verilmesinden anladığımız şudur:

Kur'ân-ı Kerîm’in getirdiği, haktır; diğerleri ise bâtıldır. Şu âyet-i kerîmede net olarak ortaya konulduğu gibi:

فَذَلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ فَأَنَّا تُصْرَفُونَ

“İşte hak/gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da (haktan) döndürülüyorsunuz?”

(Yûnus sûresi, 10/32.)

Hakkı Temsil Nasıl Gerçekleşir?

Hamdi Yazır merhum, “İşte hak/gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da (haktan) döndürülüyorsunuz?” (Yûnus sûresi, 10/32.) âyet-i kerîmesi hakkında şöyle demiştir:

“Duydunuz ya O, işte o kemal vasıflarının, o kudretin, o işlerin, o yaratma ve yönetme işinin sahibi bulunandır. İşte Allah, gerçek Rabbinizdir. Uluhiyet yalnızca kendisinin hakkı olan tek mabud, hakikaten ve hakkıyla malikiniz ve amirinizdir. Haktan sonrası da artık dalaletten başka nedir ki? Hak ile dalal arasında zaten başka bir vasıta yoktur. Hakkı çiğneyen, zaten kendiliğinden dalalete düşmüş olur. Hak Teâlâ'dan başka bir Rab yoktur, batıldır ve müzmahildir. Tevhid akidesinden başka bütün inançlar dalalettir. O halde nasıl yüz dönüp çekiliyorsunuz? Yani, haktan dalalete, tevhidden şirke, saadetten şekavete nasıl çevriliyorsunuz? Dalalete sürüklenmeye nasıl razı olabiliyorsunuz? Nereye çekip gittiğinizi bildiğiniz, anladığınız var mı?

Bu âyet-i kerîmede, Allah Teâlâ hem kendisine hem de gönderdiği Kur'ân-ı Kerîm’e “hak” demiştir. Esas var olan ve tek ilah, ancak Allah Teâlâ’dır.

Yine hak kitap ancak Hakk’ın hakkı olan Kur'ân-ı Kerîm’dir ve gerçek doğrular da Kur'ân-ı Kerîm’in doğrularıdır.

Kişi, ömür boyu bâtılı öğrense hakka ulaşamaz. Ama hakkı öğrendi mi hakkın dışındakilerinin bâtıl olduğu ortaya çıkar.

Kur'ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu ve Kur'ân-ı Kerîm’in getirdiği, sırf hayırdır. İşte hayır bu; daha bundan sonra şer sistemlere yönelme olur mu?

Allah Teâlâ, bütün insanlığı, gönderdiği hayra çağırmak için bir teşkilatın teşkil edilmesini emretmektedir:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنْكَرِ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ

“İçinizden hayra çağıran, ma’rûfu emredip münkerden men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.”

(Âl-i Imrân sûresi, 3/104.)

Hayra davet (çağırma), dine ve dünyaya ait bir iyiliği içeren herhangi bir şeye davettir ki, birliğin ve İslâm'ın esasıdır.

(Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 407.)

Kur'ân-ı Kerîm’in geliş yolu da haktır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kalbi ve kafası melekler tarafından korunmakta idi. Bir cin veya şeytan, Rasûlullah Efendimiz’in kalbine ve aklına bir şey atıp da onu vahiy sanmasın diye melekler tarafından korunuyordu.

O elçi kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller olmayıp da Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir?

Bunu açıklamak için buyruluyor ki,

فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا

“Çünkü O (Allah), onun (peygamberin) önünden ve ardından koruyucular gönderir.”

(Cin sûresi, 72/27.)

Çünkü Allah gaybı gösterirken elçinin önünden ve arkasından, her tarafından gözetecek birtakım gözetleyici melekler dizer.

Bu melekler o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetirler. Sokulmak isteyenleri ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar.

Onun için Allah kelâmı, gizli bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir. Bu nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı türünden bir şey çalmak ve bununla kâhinlik yapmak için sokulmaya çalışırlar.

Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğine mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir.

Yüce Allah'ın böyle gözetleyiciler dizmesine ne gerek var, cinne şeytana sezdirmeden doğrudan doğruya Hz. Peygamber'e açıklayıverse olmaz mı? denilmesin.

Zira Yüce Allah o gözetleyicileri şunun için dizer ki, o elçi bütün tanıklarıyla apaçık yakinen şunu bilsin ki onu Allah'ın gaybından ona getiren elçiler, gerçekten Rableri olan Yüce Allah'ın kelâmını, gönderdiği emanetlerini olduğu gibi, hakkıyla bildirmişlerdir. Ve o kelâmı açıklayıp gönderen Yüce Allah, gerek o gözetleyicilerin ve gerek o elçinin katında olan bitenin hepsini ilmiyle kuşatmış ve her şeyi sayısıyla, bütün ayrıntılarıyla zabıt altına alıp saymıştır.

İşte Allah, o elçi bütün bunları yakinen bilsin de ona göre görevini yerine getirsin diye o gözetleyicileri kendisi dizer.

Kur'ân-ı Kerîm’in getirdiği sistem, iman, ibadet, ahlâk ve ahkâm itibariyle doğru sistemdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, doğrunun tâ kendisidir ve ilâhî ölçüdür.

İşte bu ilâhî ölçüyü kavramak gerekir. Zira ölçüyü kavrayan ve ölçüye uyan daima gelişir, bu ilâhî ölçüyü kavramayan daima değişir. Her türlü fikri ve ameli, ancak ilâhi ölçü ile ölçerse, her türlü itikadî ve amelî hatalardan korunabilir.

Özetle, hak olanı bilmek, gerçek hak olan Allah’a, gerçek kitap, gerçek hayır ve gerçek doğru olan Kur'ân-ı Kerîm’e ve gerçek âlim, gerçek kâmil, gerçek mükemmel (kemale erdirilmiş) ve gerçek mükemmil (kemale erdirici) olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sormak ve müracaat etmekle mümkündür.