Herkes ve herkesim, her cemaat, her tarikat ehli kendilerinin hakkı temsil ettikleri iddiasındadırlar.

a) Hak ne demektir

b) Hakkı temsil ne demektir?

Hakkı Temsil Nasıl Gerçekleşir?

1. Hakkı, Hakka uygun ve Hak ile bilmek

2. Hak ile amel edebilmek için terbiyeden geçmek

3. Hak ile amelin makbul olması için kalpte ihlâs, kalıpta sünnet ile amel etmeye dikkat etmek

4. Hakkı birbirimize tavsiye etmek

5. Hakkı diğer insanlara tebliğ etmek

Herkes ve herkesim, her cemaat, her tarikat ehli kendilerinin hakkı temsil ettikleri iddiasındadırlar. Tabii ki herkes bu iddiada bulunabilir. Fakat iddia isbat ister. Çünkü iddiaya değil isbata bakılır. Bunun isbatı, önce Hakkı bilmek ve Hakkı idrak etmeye ehli ile gayret etmektir.

İlim ve idrake ulaştıktan sonra Hakka göre hareket etmek, Hakkın ehli olma azminde olmak, hakka uyarlı ve duyarlı olmak, ne kadar ilerleseler yine de kendilerini geride görmek, hakkı temsil edebilecek ilim ve irfan ehli insanların yetişebileceği kurumlar kurmak, yetişen değerlere değer vermek, kardeş kuruluşlarla daima dirsek temasında olmak ve belki her bir cemaat, kendilerine faydalı olacakları bir alan seçip onda ilerlemek; ileride oldukları sahayı da İslâm’ın bütünü görmemek, birbirlerini tamamlayan cüzler halinde görmek ve en azından hakikat ile kıyas ederek tevazu ve insaflı olmaya dikkat etmektir.

a) Hak ne demektir

Hakk, sahîh, sâbit/şüphe içermeyen, devamlı var olan ve doğru olana denir. Hakk, bâtılın zıddı, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in getirdiği Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri ve İslâm’dır.

(Ebû Ceyb, Sa’dî, el-Kâmûsü’l-Fıkhî, s. 93, 94; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, X, 49, 50.)

Bu tarife göre hak, Kur'ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın isimlerinden olan Hak ve İslâm’dır. Hak ehli de Kur'ân-ı Kerîm ehli, Hak taraftarı ve İslâm ehli demektir.

Ayrıca hak deyince, gerçek olan, gerek olan manasına da kullanılmaktadır. “Şu şeyin hakkını ver” deyince o şey için gereken ne ise onu yap, “onun hakkından gel” deyince de ona yakışanı ve o işin layığı ne ise onu yap, o şey için gerçek olan ne ise onu yap demek olur.

Bazen de hak, pay manasında kullanılmaktadır. “Bu adamın hakkını ver” denince bu adamın payını ver, hissesine düşeni ver manasında kullanılmaktadır.

b) Hakkı temsil ne demektir?

Her Müslüman, Kur'ân-ı Kerîm ehli, Hak taraftarı ve İslâm ehlidir.

Biz de Müslüman olduğumuza göre biz de Kur'ân-ı Kerîm ehli, Hak taraftarı ve İslâm ehliyiz demektir.

Kim Kur'ân-ı Kerîm’e göre iyi Müslüman ise, Hakka daha yakın ve Hakka ehil ise ve kimde İslâm daha iyi görünüyorsa, İslâm’ı daha iyi temsil ediyorsa ve kimin açığı daha az ise o kimse Hakkı daha iyi temsil ediyor demektir.

İslâm’da ilk farz imandır; farzdan önce farz da ilimdir. İşte bundan dolayı önce Hak nedir bilmek gerekir.

Hakkı bilmek, hak olan Kur'ân-ı Kerîm’e ve onun kavlî, fiilî ve takrîrî beyanı/açıklaması olan, Kur'ân-ı Kerîm’de olmayan hükümleri koyan ve açıklayan Sünnet’e uygun bilmekle mümkün olur.

Yani Hakkı kim daha iyi bilir? Elbette Allah’ı en iyi bilen yine Allah’tır.

Yine Allah’ı, Allah’ın öğrettiği ve kendisini bildirdiği Kur'ân-ı Kerîm bilebilir, kendisini bildirdiği Elçisi olan Hz. Muhammed (s.a.s.) bilebilir.

Öyle ise Allah Teâlâ’yı, Kur'ân-ı Kerîm’den ve öğretip eğittiği ve yetiştirdiği Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadîslerinden öğreneceğiz.

Bir şeyi kabul ederken de reddederken de, bir şeyi ortaya koyarken de Kur'ân-ı Kerîm’den ve Sünnet-i Sahîhadan delil getireceğiz.

Çünkü doğru bilgi, doğru iman; yanlış bilgi, yanlış iman demektir. Hem aynı zamanda bilgi, ışığa benzer; akıl, göze benzer. Işık olmazsa göz kör hükmündedir. Ama ışıktan da göz istifade etmektedir.

Yani aklın doğru çalışması doğru bilgiye bağlıdır. Helali-haramı, hakkı-bâtılı, hayrı-şerri tespitte doğru bilgi vahiyledir.

Akıl, tâbi; vahiy, metbû’dur. Yani akıl, vahye uyan; vahiy de kendisine uyulandır.

Yani akıl derken müctehidin aklını kastediyoruz. Müctehidin aklı da hüküm koymuyor ancak âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarıyor.

Kur'ân-ı Kerîm’i gönderen, Hak'tır; Kur'ân-ı Kerîm, haktır; kendisine gönderilen zat yani Peygamber, hak peygamberdir; Kur'ân-ı Kerîm’in geliş yolu da haktır.

Kur'ân-ı Kerîm’i gönderen Allah Teâlâ’nın Hak olduğunu bildiren âyetlerin dört tanesine bakmamız yeterlidir:

فَتَعَالَى اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ

“Hak ve mutlak egemen olan Allah ne yücedir.”

(Tâ-Hâ sûresi, 20/114.)

ذَلِكَ بِأَنَّ اللهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللهَ هُوَ الْعَلِيُّ لْكَبِيرُ

“Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah, Hakkın tâ kendisidir. O’ndan başka onların çağırdıkları/taptıkları ise bâtıldır. Ve muhakkak Allah, çok yücedir, çok büyüktür.”

(Lukmân sûresi, 31/30.)

ذَلِكَ بِأَنَّ اللهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِ الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Bu böyledir. Çünkü Allah, Hakkın tâ kendisidir. Ve çünkü O, ölüleri diriltir. Gerçekten O, her şeye güç yetirendir.”

(Hacc sûresi, 22/6.)

فَتَعَالَى اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ

“Melik ve Hak olan Allah’ın şanı yücedir! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Şanı yüce Arş’ın Rabbi O’dur.”

(Mü’minûn sûresi, 23/116.)

Bu âyet-i kerîmelerde Allah Teâlâ, kendisine Hak demiştir. Hakkın bir manası da "var olan" demektir. Bütün varlıklar ancak Allah’ın var edip varlıkta tutması ile vardırlar.

Kur'ân-ı Kerîm'de, Kur'ân-ı Kerîm’e özellikle şu üç isim verilmiştir:

Hak, hayır ve sıdk.

Kur'ân-ı Kerîm’e hak ismi verildiğine dair âyet-i kerîmeler:

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ ا الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنَ الْحَقِّ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا

“Biz sana da Kitabı hak ile, kendinden önce indirilen kitapları tasdik edici ve onlara karşı bir şâhid olmak üzere indirdik. O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet! Sana gelen hakkı bırakıp onların heveslerine uyma! (Ey insanlar!) Sizden her biriniz için bir minhâc (usûliddîn) ve bir şir’a (fürûiddîn) kıldık/tayin ettik

(Mâide sûresi, 5/48.)

وَمَا لَنَا لَا نُؤْمِنُ بِاللهِ وَمَا جَاءَنَا مِنَ الْحَقِّ وَنَطْمَعُ أَنْ يُدْخِلَنَا رَبُّنَا مَعَ الْقَوْمِ الصَّالِحِينَ

“Rabbimizden bizi de sâlihler topluluğuyla birlikte (cennete) girdirmesini ümid edip dururken ne diye Allah’a ve bize gelen hakka iman etmeyelim?”

(Mâide sûresi, 5/84.)

قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُممْ بِوَكِيلٍ.

“De ki: ‘Ey insanlar! Şüphe yok ki size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyet bulursa, o ancak kendi faydasına olmak üzere hidayete ermiş olur. Kim saparsa yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben başınıza bir bekçi de değilim.”

(Yûnus sûresi 10/108.)

Netice, elbette Hakkın eseri hak olur.

Kur'ân-ı Kerîm’e hayır ismi verildiğine dair âyet-i kerîme:

وَقِيلَ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا مَاذَا أَنْزَلَ رَبُّكُمْ قَالُوا خَيْرًا لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَلَدَارُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتتَّقِينَ.

“Takvâ sahiplerine: ‘Rabbiniz ne indirdi?’ denildi. Onlar da: ‘Hayır’ (indirildi) dediler. Bu dünyada muhsinlere/iyi hareket edenlere, güzellik vardır. Âhiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır. Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir.”

(Nahl sûresi,16/30.)

Kur'ân-ı Kerîm’e sıdk ismi verildiğine dair âyet-i kerîme:

وَالَّذِي جَاءَ بِالصِّدْقِ وَصَدَّقَ بِهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ.

“Sıdkı/doğruyu getiren (Peygamber) ve onu tasdik eden (mü’min)ler işte bunlar (küfür ve günahlar gibi hatalardan) korunanlardır.”

(Zümer sûresi, 39/33.)

Netice olarak Kur'ân-ı Kerîm’e hak, hayır ve sıdk/doğru isminin verilmesinden anladığımız şudur:

Kur'ân-ı Kerîm’in getirdiği, haktır; diğerleri ise bâtıldır. Şu âyet-i kerîmede net olarak ortaya konulduğu gibi:

فَذَلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ فَأَنَّا تُصْرَفُونَ

“İşte hak/gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da (haktan) döndürülüyorsunuz?”

(Yûnus sûresi, 10/32.)

Hakkı Temsil Nasıl Gerçekleşir?

Hamdi Yazır merhum, “İşte hak/gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da (haktan) döndürülüyorsunuz?” (Yûnus sûresi, 10/32.) âyet-i kerîmesi hakkında şöyle demiştir:

“Duydunuz ya O, işte o kemal vasıflarının, o kudretin, o işlerin, o yaratma ve yönetme işinin sahibi bulunandır. İşte Allah, gerçek Rabbinizdir. Uluhiyet yalnızca kendisinin hakkı olan tek mabud, hakikaten ve hakkıyla malikiniz ve amirinizdir. Haktan sonrası da artık dalaletten başka nedir ki? Hak ile dalal arasında zaten başka bir vasıta yoktur. Hakkı çiğneyen, zaten kendiliğinden dalalete düşmüş olur. Hak Teâlâ'dan başka bir Rab yoktur, batıldır ve müzmahildir. Tevhid akidesinden başka bütün inançlar dalalettir. O halde nasıl yüz dönüp çekiliyorsunuz? Yani, haktan dalalete, tevhidden şirke, saadetten şekavete nasıl çevriliyorsunuz? Dalalete sürüklenmeye nasıl razı olabiliyorsunuz? Nereye çekip gittiğinizi bildiğiniz, anladığınız var mı?

Bu âyet-i kerîmede, Allah Teâlâ hem kendisine hem de gönderdiği Kur'ân-ı Kerîm’e “hak” demiştir. Esas var olan ve tek ilah, ancak Allah Teâlâ’dır.

Yine hak kitap ancak Hakk’ın hakkı olan Kur'ân-ı Kerîm’dir ve gerçek doğrular da Kur'ân-ı Kerîm’in doğrularıdır.

Kişi, ömür boyu bâtılı öğrense hakka ulaşamaz. Ama hakkı öğrendi mi hakkın dışındakilerinin bâtıl olduğu ortaya çıkar.

Kur'ân-ı Kerîm’in ortaya koyduğu ve Kur'ân-ı Kerîm’in getirdiği, sırf hayırdır. İşte hayır bu; daha bundan sonra şer sistemlere yönelme olur mu?

Allah Teâlâ, bütün insanlığı, gönderdiği hayra çağırmak için bir teşkilatın teşkil edilmesini emretmektedir:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنْكَرِ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ

“İçinizden hayra çağıran, ma’rûfu emredip münkerden men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.”

(Âl-i Imrân sûresi, 3/104.)

Hayra davet (çağırma), dine ve dünyaya ait bir iyiliği içeren herhangi bir şeye davettir ki, birliğin ve İslâm'ın esasıdır.

(Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 407.)

Kur'ân-ı Kerîm’in geliş yolu da haktır. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kalbi ve kafası melekler tarafından korunmakta idi. Bir cin veya şeytan, Rasûlullah Efendimiz’in kalbine ve aklına bir şey atıp da onu vahiy sanmasın diye melekler tarafından korunuyordu.

O elçi kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller olmayıp da Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir?

Bunu açıklamak için buyruluyor ki,

فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا

“Çünkü O (Allah), onun (peygamberin) önünden ve ardından koruyucular gönderir.”

(Cin sûresi, 72/27.)

Çünkü Allah gaybı gösterirken elçinin önünden ve arkasından, her tarafından gözetecek birtakım gözetleyici melekler dizer.

Bu melekler o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetirler. Sokulmak isteyenleri ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar.

Onun için Allah kelâmı, gizli bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir. Bu nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı türünden bir şey çalmak ve bununla kâhinlik yapmak için sokulmaya çalışırlar.

Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğine mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir.

Yüce Allah'ın böyle gözetleyiciler dizmesine ne gerek var, cinne şeytana sezdirmeden doğrudan doğruya Hz. Peygamber'e açıklayıverse olmaz mı? denilmesin.

Zira Yüce Allah o gözetleyicileri şunun için dizer ki, o elçi bütün tanıklarıyla apaçık yakinen şunu bilsin ki onu Allah'ın gaybından ona getiren elçiler, gerçekten Rableri olan Yüce Allah'ın kelâmını, gönderdiği emanetlerini olduğu gibi, hakkıyla bildirmişlerdir. Ve o kelâmı açıklayıp gönderen Yüce Allah, gerek o gözetleyicilerin ve gerek o elçinin katında olan bitenin hepsini ilmiyle kuşatmış ve her şeyi sayısıyla, bütün ayrıntılarıyla zabıt altına alıp saymıştır.

İşte Allah, o elçi bütün bunları yakinen bilsin de ona göre görevini yerine getirsin diye o gözetleyicileri kendisi dizer.

Kur'ân-ı Kerîm’in getirdiği sistem, iman, ibadet, ahlâk ve ahkâm itibariyle doğru sistemdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, doğrunun tâ kendisidir ve ilâhî ölçüdür.

İşte bu ilâhî ölçüyü kavramak gerekir. Zira ölçüyü kavrayan ve ölçüye uyan daima gelişir, bu ilâhî ölçüyü kavramayan daima değişir. Her türlü fikri ve ameli, ancak ilâhi ölçü ile ölçerse, her türlü itikadî ve amelî hatalardan korunabilir.

Özetle, hak olanı bilmek, gerçek hak olan Allah’a, gerçek kitap, gerçek hayır ve gerçek doğru olan Kur'ân-ı Kerîm’e ve gerçek âlim, gerçek kâmil, gerçek mükemmel (kemale erdirilmiş) ve gerçek mükemmil (kemale erdirici) olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sormak ve müracaat etmekle mümkündür.

2. Hak ile amel edebilmek için terbiye gerekir

Mü’minin gâyesi, Allah Teâlâ ve rızasıdır. Gayeye ulaşmak için O'nun razı olduğu iman ve amel gerekir.

İman etmek için bilmek ve tasdik etmek gerekir. Amel ise amel edecek seviyeye gelince gerçekleşir. Amel edecek seviyeye ulaşmak ancak terbiye ile mümkündür.

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Medine’de de devam etmek üzere Mekke’de on üç sene ashabını talim ve terbiyeden geçirdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bütün hayatındaki risâlet görevini izah buyuran birkaç âyetten birisi de şu âyet-i kerîmedir:

لَقَدْ مَنَّ اللهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولاً مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ.

“And olsun ki Allah, mü’minlere, ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden/arıtan, onlara Kitap ve Hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Hâlbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler.”

(Âl-i Imrân sûresi, 3/164.)

Bir liderin, mürşidin, âile resinin yapması gereken bu üç şeydir:

Ta’lîm, terbiye, tatbik.

Ta’lîm, iman ve amel ile ilgili helalleri ve haramları öğretmektir.

Terbiye, iman ve amel etmeyi kabul edenleri günah kirlerinden, kötü ahlâktan tövbe ile kurtarıp güzel ahlakla ahlâklanmayı sağlama gayretidir.

Tatbik, uygulayabilecek seviyeye geleni Kitaba ve Kitabın kavlî ve fiilî beyanı olan Sünnete göre uygulatmaktır.

Önce öğretim sonra eğitim gerekmektedir.

Öğretim olmadan eğitim olmaz, eğitim olmadan da öğretim kalmaz.

Öğretimin maksadına ancak eğitimle yani talimin maksadına ancak terbiye ile ulaşılabilir.

Öğretimde esas olan, usûl ve fürûu ve ona göre tatbik alanını bilmektir.

Usûl, dinin temeli olan Ehl-i Sünnet akidesidir.

Fürû, ibadet, ahlâk ve ahkâmı içine alan, Ehl-i Sünnet’in ortaya koyduğu İslâm Fıkhıdır.

Bütün hayat usûl ve fürû ikili ayrımına göre yürür.

Ehl-i Sünnete göre iman ayrı amel ayrı ama amelin yani fürûun da tasdiki imana yani usûle dâhildir. Bu yönden yani tasdik açısından iman ile amel birbirinden ayrılmaz.

3. Hak ile amelin makbul olması için kalpte ihlâs; dil ve bedende sünnet ile amel etmeye dikkat etmek

Amellerin kabul edilmesinin iki şartı vardır:

1) Kalpteki niyetin sırf Allah rızası olması ki, buna ihlâs denir.

2) Amelin sünnete uygun olması.

Demek ki kalbin doğruluğu ihlâsla; amelin doğruluğu sünnetledir.

Bunun delili şu iki âyet-i kerîme ve iki hadîs-i şerîftir:

İhlâsla ilgili delil olan âyet-i kerîme:

وَمَا اُمِرُوا اِلَّا لِيَعْبُدُوا اللّهَ مُخْلِصينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقيمُوا الصَّلوةَ وَيُؤْتُوا الزَّكوةَ وَذلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ

“Onlar ancak şununla emrolundular: Dinde ihlâslılar ve hanîfler olarak Allah’a kulluk etsinler, doğru dürüst namaz kılsınlar ve zekâtı versinler. İşte sağlam din budur.”

(Beyyine sûresi, 98/5.)

İhlâs: Yaptığını sadece Allah emrettiği için yapmak, terk ettiğini de sırf Allah yasakladığı için terk etmektir. İhlâs, kalbi Allah’ın rızası ve Allah’a manen yaklaşma niyetinden başka düşüncelerden kurtarmak, korumak ve temizlemektir.

Din: İman, İslâm ve ahkâmı içine alan sistemdir.

İman tasdik konularını, İslam tatbik konularını, ahkâm da bütün hayattaki hükümleri içine alan sistemdir.

Tasdik ederken Allah Teâlâ’nın tasdik etmemizi istediği şeyleri ve nasıl tasdik etmemizi istiyorsa onları öylece tasdik etmek gerekir.

Ahkâm konusunda Allah Teâlâ’nın belirlediği ahkâma göre hayat düzenlenecektir.

Hanîf: Bütün batıl anlayış ve davranışları reddedip hak olan anlayış ve davranışa yönelen kimseye denir. Zira şirki reddetmeyenin tevhîdi, küfrü reddetmeyenin imanı kabul edilmez.

Özetle hanîflik, iman ve amel itibariyle bâtılı bırakıp hakka yönelmektir.

Sünnet: Her konuda; iman, ibadet, ahlâk ve ahkâmda Hz. Peygamber (s.a.s.)’e uymaktır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) gibi iman etmek, Hz. Peygamber’in iman ettiklerine iman etmek, O’nun tarif ve tatbik ettiği gibi ibadet yapmak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak ve ahkâmı da O’nun öğretip uyguladığına göre uygulamak gerekir.

Sünnetle ilgili âyet-i kerîme:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُننُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ.

“De ki, eğer siz Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûr ve Rahîmdir.”

(Âl-i Imrân sûresi, 3/31.)

Tâbiî’nin ileri gelenlerinden Saîd b. Cübeyr (rh.a.) bu konuda şöyle demiştir:

“Amel olmadıkça söz kabul görmez; amel de ancak sözle kabul edilir. Niyet olmadıkça söz ve amel makbul olmaz; söz, amel ve niyet ise ancak Sünnet’e uygun olan bir niyetle makbul olur.”

(el-Lâlekâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâa, I, 63.)

Kelime-i tevhîd sözünü, kelime-i tevhîde uygun amel ispat eder.

Amel ancak kelime-i tevhîde uygunlukla kabul görür.

Söz ve amel ancak kalpteki ihlas niyetiyle makbul olur.

Söz, amel ve niyet ancak Sünnet’e uygun olan bir niyetle makbul olur.

Mü’mini münafıktan ayıran niyettir. Münafığın niyeti ve hedefi sadece dünya ve dünyalık şeylerdir. Mü’minin niyeti ve nihâî hedefi ise Allah’ın rızasıdır ve Allah’a manen yaklaşmaktır.

Kâmil mü’mini bidatçıdan ayıran Sünnet’tir. Eğer Sünnet’i kökten reddederse zaten iman dairesinden çıkar. Çünkü Sünnet’i tayin eden, görevlendiren Allah Teâlâ’dır.

Sünnet’i kabul eder de uygulamazsa fâsık dairesine girmiş olur. Mesela akşam namazının farzını dört rekât olarak kılsa, benim niyetim Allah’ın rızasıdır dese bile onun ameli merduttur/kabul edilmez. Çünkü Allah’ın rızası, razı olduğu zat olan Hz. Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) uymaya bağlıdır. Eğer üç rekât kılarsa makbul olur. Bu şekilde yapmakla Hz. Peygamber’e uymuş olur. Hz. Peygamber’e uymakla da Allah’a uymuş olur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kim Rasûl’e itaat ederse, gerçekten Allah’a itaat etmiş olur...”

(Nisâ sûresi, 4/80.)

Sünnetle ilgili delil şu hadîs-i şerîftir:

“Allah sizin ne dış görünüşünüze ne de mallarınıza bakar. Ama O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”

(Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9; Ahmed, II, 285, 539.)

Allah Teâlâ, kalpteki niyete ve niyetteki ihlasa bakıyor, amellerin de Sünnete uyup uymadığına bakıyor.

Bu iki ana maddeyi özetlersek; hakkı, hak olan Kitap Kur'ân-ı Kerîm’den ve hak elçi olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’den öğreneceğiz.

4. Hakkı birbirimize tavsiye etmek

Bilmek, bir farz; bildirmek başka bir farzdır.

Anlamak, bir farz; anlatmak, başka bir farzdır.

Hak ile amel etmek, bir farz; amel edilmesine vesile olmak ve hatta bütün hayatta ve her konuda beraberce uygulamak için birbirimize Hakkı tavsiye etmek, başka bir farzdır.

Kur'ân-ı Kerîm’in maksatlarını özetleyen Asr sûresinde Hakkı tavsiye ile ilgili Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“Asra yemin olsun ki gerçekten insan(lar), ziyan içindedirler. İman edenler, sâlih amel işleyenler; hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.

(Asr sûresi, 103/1-3.)

İslâm ana hatlarıyla iki kısımdır:

Birisi, mükemmilü’n-nefs/nefsi kemale erdiren iman ve sâlih ameldir.

Diğeri mükemmilü’l-ğayr/başkalarını kemale erdiren hakkı tavsiye ve sabrı tavsiyedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), ashaptan biat alırken, birbirlerine nasihat etmelerini şart koşardı. Hatta sahabeden olan Cerir b. Abdullah (r.a.) şöyle diyor:

“Allah’ın Rasûlüne, namaz kılmak, zekât vermek ve her müslümana nasihat etmek üzere biat ettim.”

(Buhârî, Îmân, 42, Mevâkît, 3, Zekât, 2; Müslim, Îmân, 97-98; Nesâî, Bey’at, 6-7.)

Mü’min kendisini düşündüğü gibi din kardeşlerini de düşünmelidir. Kendisine istediği imanın kemalini, din kardeşleri için de istemelidir. Bunun yolu da İslâm’ı beraberce uygulayabilmek ve şefkatin gereği olarak Allah için birbirimize tavsiyede bulunmaktır.

Nasihatin hükmü farz-ı kifâye olmakla birlikte, bizim de sorumlu olduğumuz kimselere karşı öncelikle doğru bilmek ve uygun usûlde olması şartıyla nasihatte bulunmamız gerekmektedir. Nasihat sadece öğüt vermek değil, beraberce İslâm’ı uygulamaya yönelik gayretlerdir.

Nasihat hakkında bazı hususlara dikkat gerekir:

1) Nasihat istemeyi nasihat etmeye tercih etmek.

“Nasihati sevmeyen ve nasihatçisi olmayan kavimde hayır yoktur.”

Hz. Ömer (r.a.)

2) Nasihatin, müslümanın müslüman üzerindeki haklarından biri olduğunu bilmek

Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

حَقُّ المُسْلِمِ علَى المُسْلِمِ سِتٌّ: إذا لَقِيتَهُ فَسَلِّمْ عليه، وإذا دَعاكَ فأجِبْهُ، وإذا اسْتَنْصَحَكَ فانْصَحْ لَهُ، وَإِذَا عَطَسَ فَحَمِدَ اللَّهَ فَشَمِّتْهُ، وإذا مَرِضَ فَعُدْهُ وإذا ماتَ فاتَّبِعْهُ.

“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Karşılaştığın zaman selâm ver, seni dâvet ederse icabet et/davetine git, senden nasihat isterse nasihat et, aksırınca Allah’a hamdederse yerhamukellah de, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenazesinin ardından git.”

(Müslim, Selâm, 5.)

3) Nasihatin çok önemli bir kurtuluş vesilesi olabileceğini kabullenmek

“Öğüt, dünyanın en pahalı hazineleri kadar kıymetli olduğu halde, ekseriya pek ucuza satılır.”

Hz. Ali (r.a.)

“Sana ilim öğreten arkadaş, her karşılaştığında eline bir altın veren arkadaştan daha faydalıdır.”

Cemil Sena Ongun

“Bazen iyi bir öğüt, bir armağandan daha değerlidir.”

Montaigne

“Herkesin istediği, fakat kimsenin dinlemediği bir şey vardır: Nasihat.”

İngiliz Özdeyişi

4) Herkesten ve her şeyden; her durumdan, her yanlışımızdan öğüt almak

“Verdiği öğüdü bizzat tutan, bunu başkalarına da dinletebilir.”

Feridüddin Attar

“En kötü insan, bazen en iyi öğüdü verebilir.”

P.J. Bailey

5) Nasihat veren önce kendine sonra başkasına nasihat etmelidir

“Nefsine vaaz et; nefsin, vaazın gereğini yerine getirirse insanlara vaaz et!”

Bu sözü kim söylemişse doğru ve isabetli söylemiştir.

“En iyi nasihat, iyi örnek olmaktır.”

Malcolm X

“Gençler, nasihatlere kulaklarını tıkarlar, örneklere gözlerini açarlar.”

6) Nasihati yaparken usûle uygun nasihat etmelidir

Nasihat, seviyeye göre olmalıdır. Havassa, ilim ve hikmetle, avama gönül alıcı konuşmak; kavl-i leyyin, yumuşak dil ile hitap etmek, kendimizi öne çıkarmadan hakkı ortaya koymak yani hakkı konuşturmak gerekir.

“Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı

Söz ola ağulu aşı

Bal ile yağ ede bir söz”

Yunus Emre

5. Hakkı diğer insanlara tebliğ etmek

Tebliğ farz-ı kifâyedir. Bu hükmün delili olarak şu âyet-i kerîme gösterilmektedir:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِوَاُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkeri yasaklayan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

(Âl-i Imrân sûresi 3/104.)

Tebliğ ve irşadın gayesi, âyet-i kerîmede kurtulan mü’minlerden olabilmek için hayra çağırmak, ma’rûfu yani Allah ve Rasûlü’nün iyi gördüğü, aklın da iyi kabul ettiği şeyleri emretmek, münkeri yani Allah ve Rasûlü’nün kötü gördüğü, aklın da kötü kabul ettiği şeyleri yasaklamaktır.

Dinin maksadı, Allah Teâlâ’ya manen yaklaşmaktır. Bunun gerçekleşmesi iman, ibadet, ahlâk ve ahkâm ile ilgili emirleri yerine getirip yasaklarından sakınmak, Allah ve Rasûlü’nün yerdiği sıfatları izale edip Allah ve Rasûlü’nün övdüğü sıfatlarla sıfatlanmaktır. Bunun neticesi de dünya ve âhiret mutluluğudur.

Tebliğde usul, tebliğ edilen konu kadar önemlidir.

Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.)’in davetteki prensiplerini ve nasıl bir yol izleyeceğini Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmesiyle emretmiştir:

أُدْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ أ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ.

“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel olan (yol, prensip, usûl) ile yap! Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları da hidâyette olanları da en iyi bilendir.”

(Nahl sûresi 16/125.)

Hikmet: Sahih, sağlam söz, hakkı izah eden ve şüpheyi ortadan kaldıran delildir. Güzel öğüt ise Allah’ın azabından sakınmaları için ince ibretlerle, uyarıcı vakalarla anlatılan şeydir.

(Kâsimî, Tefsîru’l-Kâsimî, X, 177.)

Hikmet; ilim, akıl, eşyanın hakîkatını bilmektir.

(Râğıb, el-İsfehânî, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, s. 126-127.)

En üstün ilim, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Eşyanın hakîkatini en iyi bilen Allah Teâlâ olduğuna göre hikmet de O’nun vahyi, ilmi demektir. Yani "insanları Kur’ân ile Allah’ın yoluna davet et" demektir.

Âyetteki “güzel öğüt”ten maksat; vaaz, nasihat, dînî öğüt, ibret vermek, birinin kalbini yumuşatacak şekilde sevap ve azaba dair söz söylemektir.

(Râğıb, el-İsfehânî, a.g.e.s. 564.)

Hikmet ile davet, toplumun önde gelenlerine, binleri arkasında taşıyan birlere yani havassa ilim ve akılla yapılan davettir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in davette öncelik prensibi bu âyet-i kerîmeye göre havastır, sonra avamdır. Eğer dava havassa mal edilirse avama da havas vasıtasıyla mal edilir. Zira avam çoğunlukla havassın arkasında yürür.

Güzel öğüt, avama/halk tabakasına yapılandır.

5. Hakkı diğer insanlara tebliğ etmek

(Devamı)

Mücadeledeki prensip “en güzel olan”dır.

En güzel olan: Hakkı ispat ve bâtılı iptalden başka maksadın olmadığını ortaya koyarak münâzarada insafa teşvik, hakka tâbi olmak, rıfk/yumuşaklık ve güler yüzle davranarak mücadeleyi yürütmektir.

(Kâsimî, a.g.e., X, 177.)

Diğer bir manada “hikmet” havassa, “güzel öğüt” avama, “en güzel olan mücadele” de mücadele edenlere karşı yapılır.

(Râzî, Fahruddîn, Mefâtîhu’l-Ğayb, XX, 138, 139.)

Davetteki prensibi, hakaret edene hakaret etmemek, zulmedeni affetmek, kötülük edene iyilik etmek, alâkayı kesenden alâkayı kesmeyerek hakkı anlatmaya, hakkın tarafını tutmaya ve bütün bu olumsuzluklara katlanarak devam etmektir. Yunus Emre’nin:

“Dövene elsiz gerek,

Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek

Sen derviş olamazsın.” anlayışının kaynağı da Mekke dönemindeki ilâhî tâ’lîm ve terbiye ile hareket eden Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bu prensibiydi.

Ma’rûfun emri ve münkerin nehyi önce mü’minlerin kendi aralarında uygulanması gerekmektedir. Çünkü ma’rûfun emri ve münkerin nehyi, mü’minlerin birbirine karşı dostluğun gereğidir. İşte delili:

وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ.

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir; ma’rûfu/iyiliği emreder münkerden/kötülükten alıkorlar; namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakîmdir.”

(Tevbe sûresi, 9/71.)

Allah Teâlâ, nice sâlihlerin bulunduğu memleketleri, başkalarını ıslâha çalışmadıkları için helâk etmiş, bela ve musîbetler vermiş ama başkalarını ıslâha çalışan muslihlerin bulunduğu yerleri ıslah hareketinin bereketiyle helâk etmemiştir.

Bununla ilgili delil şu âyet-i kerîmedir:

فَلَوْلَا كَانَ مِنْ الْقُرُونِ مِنْ قَبْلِكُمْ أُولُوا بَقِيَّةٍ يَنْهَوْنَ عَنِ الْفَسَادِ فِي الْأَرْضِ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّنْ أَنْجَيْنَا مِنْهُمْ وَاتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُوا مَا أُتْرِفُوا فِيهِ وَكَانُوا مُجْرِمِينَ وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرَى بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا مُصْلِحُونَ.

“Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde bozgunculuğa engel olmalı değil miydiler? Ancak içlerinden kurtuluşa erdirdiğimiz pek az kimselerden başka (fesattan nehyeden) yok. O zâlimler ise (içinde) şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suç işlemiş oldular. Rabbin de o memleketleri, ahalisi muslih/başkalarını ıslaha çalışan kimseler iken zulm ile helak edecek değildir.”

(Hûd sûresi, 11/116-117.)

Şu âyet-i kerîme de aynı manadadır:

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ أَنْجَيْنَا الَّذِينَ يَنْهَوْنَ عَنْ السُّوءِ وَأَخَذْنَا الَّذِينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَئِيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ.

“Kendilerine yapılan öğütleri (göz ardı edip) unutunca, Biz kötülükleri engellemeye çalışanları kurtardık ve zâlimleri, işledikleri günahlardan dolayı şiddetli azapla yakaladık.”

(A’râf sûresi, 7/164-165.)