2. Dünya Savaşı öncesinde Fransız Yazar Pierre Lazaereff’in kaleme aldığı “Fransa da Basın Rezaletleri yahut Fransa’yı çökerten 4. Kuvvet” isimli kitabı duymuşsunuzdur. Yazar o dönemin en büyük gazetelerinden trajı 3 milyon olan “Paris-Soir” Gazetesinin Yazı İşleri Müdürüdür. Kitap Fransa da o dönem İktidar ile toplum üzerindeki etki ve baskı gruplarından olan Medyanın kirli parasal ilişkilerini ortaya koyan bütün iğrençlikleri anlatan tam bir başucu kitabı.

Lazereff şöye diyor kitabında “Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkûm olur. Çünkü egemenliğe sahip olan millet eğer doğru haber alamazsa egemenliğini özgürce kullanamaz. Nitekim Fransız basını baştanbaşa, o zamana kadar görülmemiş, ancak yenilginin açığa vurduğu bir rezalet derecesine ulaşmıştı." Egemenliğini kullanamıyordu çünkü rüşvetle satın alınmış yazarçizer takımı istedikleri gibi toplumu manipüle edebiliyorlardı. Parayla doyana para, makamla doyana makam, iltifat ile doyana iltifat ederek o dönem de topluma etki eden baskı grupları satın alınmışlardı.

Pierre Lazareff, Eugene Merle adında bir gazeteciden söz eder, adam dolandırıcıdır, mahkûm olur:
"Ben onu hapishanede zannederken Başvekil Camelli Chautemps'in bekleme odasında gördüm. Mütebessimdi. Her zamanki gibi yakasında Legion d'Honneur işareti vardı. Başka bir gün Meclisin önünde, Meclis Başkanı Herriot ile gezinirken gördüm; Herriot onu dinlerken, gülmekten göbeği çatlıyordu.
İşte Paris böyle idi; Eugene Merle eğlendirici ve becerikli bir adam olduğu için söyledikleri dinleniyor, davet ediliyor, korunuyor, dolandırıcı olduğu bilindiği halde iş veriliyor, bunun vahim bir şey olduğu kimsenin aklına bile gelmiyordu."

Demem o ki muktedirler toplumu manipüle etmek için dönemin baskı gruplarını her zaman toplum üzerinde kullanmaktan geri durmamışlardır. Bu Fransa’da da böyledir, ABD’de, Türkiye’de de böyledir. İktidarlarını sağlama almak için kendilerine alternatif olarak gördükleri tüm kesimleri yalan, iftira, çarpıtma, dezonformasyon, ak’ı kara karayı ak gösterme yolu ile diskalifiye etme yoluna her zaman gitmişlerdir ve gidiyorlar.

2009 Yılında İsrail’in Filistin üzerinde ki ve özellikle Gazze üzerindeki katliamları dayanılmaz boyutlara gelince İktidarı ve uluslararası Kamuoyunu harekete geçirmek ve baskı altına almak için Erbakan Hoca’nın emri ile İstanbul da büyük bir miting organize edildi. Miting o kadar kalabalıktı ki uluslararası basında medya kuruluşların da miting haber oldu. Türkiye kamuoyu Erbakan’ın yönlendirmesi ile harekete geçiyor diye… Bu mitingin hemen ardından meşhur Davos hadisesi patlak verdi. Davos’ta hiç olmayacak bir şey oldu Peres ve oturumun moderatörü Tayyip Erdoğan’ı gaza getirecek saygısızca davranışından ötürü Tayyip Erdoğan’ın o meşhur “one minute” çıkışı geldi. Bu olay ile birlikte bütün millet sokaklara döküldü hatta İslam Dünyasının halkları bile Filistin dâhil olmak üzere tüm halklar ellerinde Tayyip Erdoğan posterleri ve Türk Bayrakları ile gösteriler yapıldı. Ancak bu gösteriler İsrail’e müdahale edilsin diye değil Şimon Peres ve moderatöre gösterilen tepki için destek gösterileriydi. Ancak o “one minute” çıkışından sadece 3-5 dakika sonra Tayyip Erdoğan’ın “benim tepkim Sayın Peres ve İsrail halkına değildir benim tepkim moderatöredir” açıklaması bilerek isteyerek ve kasten kamuoyundan gizlendi.

Bu olayla bütün İslam Dünyasının gazı alındı. İsrail’e yine fiili bir müdahale yapılmadı İsrail yine bildiğini okumaya yani katliamlarına ve işgallerine bir an olsun ara vermeden devam etti. Hatta OECD üyesi olan Türkiye İsrail’in OECD Üyelik başvurusunu Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla Veto etmediği için İsrail’in OECD üyeliği de gerçekleşmiş oldu.

Bu da yetmedi, aynı sene içerisinde Türkiye’den Filistin’e yola çıkan "Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım" filosu, 36 ülkeden 700'ün üzerinde katılımcıyı Gazze'ye insani yardım götürmek ve Gazze halkının yaşadığı hukuksuz ambargonun uluslararası kamuoyunda gündem bulmasını sağlamak amacıyla yola çıkan yardım gemisi Uluslararası suda İsrail tarafından vuruldu ve 10 Masum sivil vatandaşımız şehit oldu. Ancak bu olayda hak ettiği karşılığı bulamadı. Türkiye kendi vatandaşlarını koruyamadığı gibi öne sürdüğü şartların hiç birisi de geçekleşmedi.

Şartları hatırlayalım:

1) Gazzeye uygulanan abluka kalkacak

2) Özür dilenecek

3) Tazminat ödenecek

Süreç sonunda İsrail ile bir anlaşmaya varıldı. Ancak anlaşma da tarihi hatalarla doluydu.

a) Anlaşma “Kudüs ile Ankara arasında…” ifadesi kullanılarak dolaylı yoldan Kudüs’ün İsrail’in Başkenti olduğu vurgusu yapıldı.

b) Anlaşmadan hemen sonra anlaşma gereği Türkiye’den yola çıka yardım gemisi Gazze Limanına gitmek yerine AŞTOT LİMANINA demirledi.

c) Ödenmesi gereken Tazminat anlaşma metninde “bağış” ifadesi ile yer aldı ve sadece 20 milyon dolar gibi sembolik bir rakam ile sınırlı kaldı.

d) Katliam aleni bir şekilde yapılmış olmasına rağmen sözde özür Telefonda yapılan görüşmede dilendiği belirtilerek meselenin üstü kapatıldı.

e) Tepkiler arda arda gelince Tayyip Erdoğan “Dönemin Başbakanına mı sordunuz giderken” deyip resti çekti.

f) Bu da yetmedi müze olması kararlaştırılan Mavi Marmara gemisi hurdaya satılarak parçalarına ayrıldı ve yok edildi. Mavi Marmara gemisinden geriye en ufak bir hatıra ye da iz bile kalmadı.

Şimdi bana şunu sorabilirsiniz “Tam bundan 15 sene önce cereyan etmiş bu meseleleri durduk yere neden gündeme taşıdın?”

Tüm bunların İrancılık meselesi ile ne alakası var diyebilirsiniz.

Şöyle izah edeyim; yukarıda izahını yaptığım olaylarını vuku bulduğu dönemlerde Suriye de olağanüstü gelişmeler yaşanıyordu. Rejimin değişmesine yönelik uluslararası baskılar artmış Türkiye devreye girmiş bazı gruplar isyan bayrağı açmış tam anlamıyla Suriye bölünmeye doğru gidiyordu. 2012 Senesinde Saadet Partisi Genel Başkan başta olmak üzere bir heyet tertip edildi ve Suriye ye gidip Beşşar Esad’a ziyaret gerçekleştirildi. Bu ziyarette Beşşar Esad’a halkın demokratik tepkilerinin ve taleplerinin dikkate alması gerektiği, halkın ve özellikle Suriye İhvanı Müslim’ini üzerindeki baskı ve zulümlerin bir son verilmesi ve bir uluslararası müdahaleye gerektirecek bir durumdan kesinlikle kaçınılması gerektiği söylendi. Esad tarafından isteklerin makul karşılandığı ancak tüm bunların gerçekleşmesinin zaman alacağı ve bir süreç içerisinde gerçekleşeceği belirtildi.

Ancak o dönemde İktidar medyasından öyle bir yaygara koparıldı ki sanki Saadet Partisi Suriye de rejimin yaptığı baskı ve zulümlere destek vermek için gittiği yönetimin Nusayri olduğu ve İran’ın koruması altında olduğu için dolayısı ile de Saadet Partisinin İran ile ilişkiler içerisinde olduğu bin bir cambazlıkla medyada işlenmeye başladı. Öyle bir yaygara koparıldı ki Filistin deki İsrail zulmü biran da unutuldu. Bir yandan Esadın baskı ve zulümleri ekranın bir köşesinde diğer tarafta ise Saadet Partisinin Esad ziyareti ile verilmiş kare… Buna Sosyal Medyayı aktif kullanan kimi yazarçizer takımı da eklenince biranda kamuoyunda Saadet Partisi eşittir İrancılık esedcilik algısı oluştu.

Saadet Partisinin burada hatası yok mu?

Var tabi ki, o da bu ziyaretin gitmeden önce bir basın toplantısı ile neden gidildiği nelerin konuşulacağı duyurulmalı ve ziyaretin sonunda da geniş kapsamlı bir rapor hazırlanarak hem Devlet Erkânı ile hem de kamuoyu ile bu rapor paylaşılmalıydı. Maalesef bu yapılmadığı gibi şayianın da önüne geçilemedi.

İktidar Medyası ve ona bağlı bazı çanak yalayıcı yazarçizer takımı bilerek isteyerek konuyu çarpıttılar. Suriyede Sednaya Hapishanesinde yapılan zulümler öyle bir anlatıldı ki sanki bu zulümleri Saadet Partisi yapıyormuş gibi lanse edildi. Oysa Tayyip Erdoğan ile Esad denizde beraber yüzüp tatil yaptıkları dönemde de Sednaya Hapishanesinde zulüm vardı.

Türk Hükümeti ile Suriye Rejim kabinesi ortak bakanlar kurulu toplantısı yaptığında da Sednaya hapishanesinde zulümler vardı. Saadet Partisine ve onun Genel Başkanına hakaretler eden o yazarçizer takımı o dönemde Tayyip Erdoğan’a övgüler dizmekle meşguldüler.

Ak Parti hükümetinin getirdiği Irak tezkeresi meclisten geçmeyince ikinci tezkere ile Diyarbakır Havaalanı, İskenderun Limanı ABD askerlerinin kullanımına açıldığında ayını yazarçizer takımından ses soluk çıkmadı.

Dönemin Milli Savunma Bakanı incirlikten kalkan ABD uçaklarının tam 4900 sorti yaptığını söylediğinde aynı yazarçizer takından ses soluk çıkmadı.

Irakta 1,5 Milyon kadın çocuk demeden Katliam yapıldığında aynı yazarçizer takımından ses soluk çıkmadı

Sürekli sednaya hapishanesi draması yapan yazarçizer takımı Ebu Gureyp cezaevinden yükselen çığlıklara sağır taklidi yaparak mukabele etti.

Ebu Greypte Nur isimli Iraklı bir kadın tüm Müslümanlara ithafen yazdığı mektupta “burada karınlarımızda Amerikan piçleri taşıyoruz. Bizi kurtarmayın gelin ve bu cezaevini bizim başımıza yıkın. Biz bu utançla yaşamak istemiyoruz. Bu çocukları doğurmak istemiyoruz.” dediğinde aynı yazarçizer takımı kör, sağır ve dilsiz taklidi yapıyordu.

İşte tüm bu katliamlar devam ettiğinde dönemin Türkiye Başbakanı Tayyip ERDOĞAN “Kahraman Birleşik Devletler Askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua ediyoruz” dediğinde bu yazarçizer takımından ses soluk çıkmamıştı.

Yine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan İran’a ziyaret yaptığında tören alanında İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ile el ele yürürken “ikinci evime geldim” dediğinde kimse ona İrancısın diyememişti.

Sadece Mavi Marmara meselesi üzerine az bir şey seslerini çıkaracak gibi oldular Tayyip Erdoğan “giderken dönemin Başbakanına mı sordunuz” deyip bunları azarlayınca hatta çiğneyip çiğneyip bunları tükürünce bu kadar aşağılanmayı sineye çeken bu yazarçizer takımı kuyruğu kıstırıp bir köşeye çekildiler ve tüm bu olayları bastırmak için Saadet Partisini İrancı olmakla itham ettiler.

Oysa Şia olan Azerbaycan da İsrail Lobisinin ne kadar kuvvetli ne kadar etkin olduğu bilindiği ve İsrail’le en fazla ticaret yapan Devletlerden biri olduğu bilindiği halde ne Azerbaycan’a nede Azerbaycan’a “iki ayrı devlet tek milletiz” diyen hükümete ve Tayyip Erdoğan’a kimse Şiacı demedi diyemedi.

İşte bu çanak yalayan ve hükümetin attığı kemiklerle beslenen bu asalak bu yazarçizer takımı daha da ileri giderek Erbakan hocanın taşıdığı misyona ve kendisine laf eder hale geldi.

Ancak şunu net olarak belirtmeliyim ki tüm bu olanlardan/yaşananlarda kendi nam ve hesabımıza alacağımız çok büyük dersler var. İnşallah onları da bir diğer yazımızın konusu yaparız.